Hepiniz Aynısınız

İSMAİL ÖZEN
Abone Ol

Masanın altından kaval kemiğime yumuşak bir tekme vuruyor, kalkıp kapıya doğru yöneliyor. Ben de arkasından kalkıyor, hesabı ödeyip çıkıyorum. Gün batımının kızıl seli gözlerimi kamaştırıyor; duvarlar serin, koyu gölgelerin içinde kaybolmuş. Nedense içime çocukça bir sevinç doluyor.

Bu o kadın, diyor karım, güzelliğine, zarafetine baksana. Hangi kadın, diyorum. Şu içeriye giren, siyah elbiseli, diyor. Bakıyorum, uzunca boylu, dimdik yürüyor, karşımızdaki masaya doğru yöneliyor. Önce çantasını masaya koyuyor, içeriye göz gezdiriyor, kasaya doğru bakıyor, sonra oturuyor. Tavırlarında meleksi bir sükunet, prenseslere özgü bir asalet var. Bakışları yeniden ürkekçe kafenin içinde geziniyor, sonra dosdoğru kendisine bakan gözlerimle karşılaşıyor. Gerçekten çok güzelmiş, diyorum, başımı çeviriyorum, bu kez karımın gözleriyle karşılaşıyorum. Bakışlarımdaki hayranlığı yakalıyor. Uzanıp elimi tutuyor ve başparmağının tırnağını bileğime bastırıyor. Nasılmış, diyor. Güzelmiş, diyorum. Tırnağını biraz daha batırıyor. Nasılmış, nasılmış, diyor tekrar. Ee, sen söyledin işte, güzelmiş, diyorum acıyla elimi çekiyorum. Ben söyleyebilirim ama sen söyleyemezsin, diyor. Benim yanımda başka bir kadına güzel diyemezsin!

En güzel sensin, diyorum. Uzanıp öbür elimi yakalıyor, gözlerime bakarak bir daha söyle, diyor. En güzel sensin, diyorum gözlerine bakarak. Senin güzelliğini fark edebilmem için bazen başka kadınlara da bakmam gerekiyor, biliyorsun. Sertçe yerinden kalkıp başıma dikiliyor, kalk, diyor, yerlerimizi değiştiriyoruz. İsteksizce doğrulup onun koltuğuna oturuyorum. Ee, kim bu “o kadın”, diyorum, kahvemden bir yudum alıyorum. Geçen gün anlattım ya, diyor. Ne zaman anlattın, diyorum. İşine gelmediğinde beni hiç dinlemiyorsun, diyor. Yaşlandıkça bana karşı sağırlaşıyorsun! Tamam, her neyse, başından biraz anlatırsan belki hatırlarım, diyorum. Anlatmıyorum, diyor kahvesini yudumlayıp pencereye doğru dönüyor.

Güzel ve ilginç bir hikaye dinlemeyi hak etmiyorsun! O kadar kendine gömülüsün, o kadar kendinle dolusun ki insanlarla sohbet etmeyi bile bilmiyorsun zaten! Tamam, anlatma o zaman, diyorum ben de. Fincanıma uzanıp pencereye doğru dönüyorum. Çantasından dergisini çıkarıp okumaya başlıyor, ben de sokaktaki akşam telaşına bakıyorum. Karşıdaki kafenin önünde, açılmış bir gazetenin altından görünen kahverengi pantolonlu, zayıf, çok zayıf bir çift bacak var; bir kadın tentelere asılmış, küçük saksılardaki çiçekleri suluyor. Biraz sonra gazete kapanıyor, bacaklara ait yüz de benim gibi sokağa bakmaya başlıyor. Yaşlı, donuk bakışlı bir adam. Hareketleri çok yavaş. Karım derginin sayfalarını hızla çeviriyor, kahvesinden sık sık, küçük yudumlar alıyor, arada bir gözlüğünün üstünden hafifçe kalkan kaşlarını görüyorum.

Gerçekten merak etmiyor musun, diyor, dergiyi karıştırmayı bitirince. Neyi, diyorum. Nasıl da biliyorsun beni çileden çıkarmayı, diyor. Hepiniz aynısınız! Kimle, diyorum, kimle aynıyız? Susup dışarı bakıyor. Gözlerimden, yüz kaslarımdan her türlü merak ve ilgi kalıntısını siliyorum. Gerçekten merak etmediğine inanamıyorum, diyor, biraz sonra, kadını da beğendin üstelik. Canım ne alakası var, diyorum, bak, net söylüyorum, bu meseleyi burda kapatalım, bir daha da açmayalım. İnanamıyorum, diyor, gerçekten inanamıyorum! Kahveni bitirdiysen kalkabiliriz, diyorum. Hayır, kalkmıyoruz, diyor, bir kahve daha söylüyor. Kulaklarım kaşınıyor, kafamın karıncalandığını hissediyorum.

Hakikaten merak etmiyorsun musun, diyor ikinci kahvesini yudumlamaya başladığında, daha uzlaşmacı bir ses tonuyla. Beni doğrudan ilgilendirmeyen meseleleri merak etmemek için çaba sarf ettiğimi biliyorsun, diyorum. Gerçekten anlatmayabilirsin, hatta şimdi ve başka bir zaman, bu meseleyi duymak istemiyorum. Kısa bir sessizlik oluyor, anlatacağım ama inadımdan anlatacağım, bilesin, diyor, biraz sonra, dosdoğru gözlerime bakarak. Nasıl istersen, diyorum, gene pencereye doğru dönüyorum.

Birkaç ay önce karşımızdaki pembe eve taşındı bu kadın, diyor. Güzel bir şey yedikten sonra yaptığı gibi, dilinde kalan tadı soğuruyor, yalanıyor. Kocası doktormuş. Seyhan Hanım anlattı. Arkadaşı bunların Manisa’dan komşusuymuş. Adamın eski karısını tanıyormuş. Bu kadın da adamın o eski karısının arkadaşlarındanmış. Hatırlamadın mı, diyor hikayeyi kesip. Sen bana böyle bir şey anlatmadın, diyorum. Her neyse, diyor, şimdi başlamayalım gene. Doktorun ilk karısı da çok güzelmiş, bu kadınla gün yaptıkları ortak arkadaşları varmış, zaman zaman oturmalarda karşılaşırlarmış. Bu kadının o zamanlarda yaşı kırka yakınmış ve hiç evlenmemişmiş. Yani bu kadının yaşı kırktan fazla mı şimdi, diyorum, arkama doğru dönmek ister gibi yapıyorum. Hayır, bakmayacaksın, diyor, uzanıp çevirmeye çalıştığım omzumu bastırıyor. Ömrünü çürütecek bir adam olmazsa kadınlar böyle yaşlanmıyor işte, diyor.

Her neyse, doktorun eski karısı nedense bu kadına gıcık oluyor, bir türlü yıldızları barışmıyor. Günlerde pek konuşmaz, hanımefendi gibi oturur, oya örer, dantel yaparmış bu siyahlı kadın. Doktorun evinde gün yapılırken kadın girdikçe çıktıkça buna dokunduruyormuş; kocaya mı gideceksin, gelin mi çıkacaksın, kime çeyiz yetiştiriyorsun filan diye. Bazen de yanındakileri dürtüyormuş, bu da boyuna çeyiz yapıyor, bu yaştan sonra kim alacaksa bunu diyormuş, gülüşüyorlarmış. Öbürü cevap bile vermiyormuş. Sonra ne olmuş, Allah’ın işi işte, ev sahibi kadın birkaç gün içinde hastalanmış, kanser olmuş, üç ay içinde ölmüş, bir yıl sonra ve tam da o toplandıkları günün yıldönümünde doktor bu kızla evlenmiş, o çeyizler de ölen kadının evine serilmiş.

Ve doktorun bu kadınla karşılaşması da tamamen tesadüf; doktorun bu kadının kendi evine gelip gittiğinden, eski karısıyla tanıştığından filan haberi yok yani. Peki, Seyhan’ın arkadaşı nereden biliyormuş, kadının buraya taşındığını, diyorum. Geçenlerde arkadaşı buraya geldiğinde yolda karşılaşmışlar ama Seyhan’a anlatmışmış bu hikâyeyi zaten.

Ee, diyor bitirince, nasıl hikaye ama? Tipik bir kadın hikayesi işte, diyorum. Nasıl kadın hikayesi, diyor. İşte evlenmiş, boşanmış, yok gün yapıyorlarmış, yok ikisi de çok güzelmiş, çeyizmiş, dantelmiş, mışmış da mışmış... Gülmeye başlıyorum. Masanın altından kaval kemiğime yumuşak bir tekme vuruyor, kalkıp kapıya doğru yöneliyor. Ben de arkasından kalkıyor, hesabı ödeyip çıkıyorum. Gün batımının kızıl seli gözlerimi kamaştırıyor; duvarlar serin, koyu gölgelerin içinde kaybolmuş. Nedense içime çocukça bir sevinç doluyor.

Arkasından yetişip sol elini avucumun içine alıyorum, elini çekiyor. Bir dahaki kahve günümüz ne zaman, diyorum. Cevap vermiyor. Başını kaldırıp baksana, diyorum, akşam nasıl da baştan çıkarıcı! Gene cevap vermiyor. Bütün bu güzellikleri seni tanıdıktan sonra görmeye başladım, diyorum. Elini tekrar avucumun içine alıyorum, seni seviyorum, diyorum. Başını gökyüzüne doğru kaldırıyor, küçülüyor, avucumun içine sığıyor, gözlerini kapatıyor, sonra açıp derin gülümsemesiyle yüzüme bakıyor. Nasıl, diyor. İlk günkü gibi, diyorum, düğüm gibi, çözülmesi olanaksız bir düğüm gibi…1*

  • * Hz. Aişe validemiz evlendikten sonra bir gün Peygamberimiz’e, “Beni seviyor musun?” diye sorar. Peygamberimiz “evet” deyince “Nasıl ya Rasulallah?” der. Peygamberimiz “Kördüğüm gibi.”diye cevap verir. Bu cevap, Hz. Aişe validemizi çok mutlu eder. Ve zaman zaman Efendimizin (sas) sevgisini tekrar tekrar duymak için, “Ya Rasulallah Kördüğüm ne âlemde?” diye sorar, Efendimiz (sas) ise: “İlk günkü gibi ” diye karşılık verirdi. (Ahmet Bin Hanbel, Müsnet, 6-210)