Her öykümde yeni bir dünya kurmak üzere yola çıktım

MUSTAFA APLAY
Abone Ol

Kök bölümünde genel olarak taşraya dair, toprağa daha yakın öyküler var. Neticede herkes coğrafyasının rengini alıyor, ben de Anadolu'ya, doğduğum köye dair, kendi muhayyilem elverdiğince yazdım. Çünkü kökümüz, içine doğduğumuz aile, üzerinde durduğumuz toprak; başta diliyle, hikâyeleriyle ve rengiyle etkiliyor bizi.

Merhaba Gülşen. Yazmaya başlamandan Felgu'nun yayımlanmasına uzanan süreci anlatır mısın biraz?

Merhaba. Klişedir ama pek çok kişide böyledir, kendimi bildim bileli yazıyorum denir. Bende de öyle. Dil içimize bir tohum gibi atıldığı andan itibaren anlatmak, yazmak ve böylece yazgıyı yaşamak başlar. Adımla yayınlanan ilk metin bir şiirdi, on beş on altı yaşındayken yazmıştım. Birkaç dergide yayınlanan birkaç şiirden sonra hiç unutmuyorum, şiir yazdığım sayfanın altına yazmıştım ilk öykümü. İçimde bir nehrin çağladığını, düşüncelerimin coşkuyla dilin önüne geçtiğini, ayaklarımın heyecanla birbirine dolandığını hissettim. Ve ondan sonra da çağıldayan o nehri terk etmedim. Yitirdiğimi zannetsem de "hikâye" beni takip etti, hikayemin kahramanları bana güç verdi ve yeni dünyaların kapısını aralamamı, kadim dünyalara dair anlatıları yeniden yazmamı sağladı. Bu bağlamda yazma sürecime dair ilk kırılmamın bu olduğunu söyleyebilirim. Öykü yazmaya başladıktan sonra elbette uzun bir süre sadece yazdım.

Gülşen Funda, Felgu

Yayınlandığı kadar reddedilen öykülerim de oldu. Ama önemli olanın devam etmek olduğunu biliyordum çünkü kendi hikâyem devam ediyordu. Ve elbette şöyle bir şey de var, insan ilk yazdığı öyküden çok uzakta olabiliyor gün geçtikçe. Ben de yazdıkça yahut zamanla kendi sesimi, değişen hikâyemi aramaya devam ettim. "Felgu" öyküsüyle hikayelerime dair kırılmalar yaşadım. Bu noktada, değişip dönüştüğümüz yahut sesimizi yitirdiğimizi düşündüğümüz anlarda bize inanan insanların olması önemlidir. Öyküler bir dosya hacmine ulaştığında da başka bir süreç başladı tabi. Kitaba ad koyma, dosyada olacak öyküleri seçme, bölümleri oluşturma, sıralama vs. Toparlayacak olursak hiç yılmadan yazmak, pişman olmak uğruna metinler yayınlamak ve sesinizi duyan insanlarla bir arada olmak hikâyeye, yola ve rüzgârlara yön verdiği için bu bağlamda önemli.

"Felgu"nun anlamı ne, bu ismin bir hikâyesi var mı?

"Felgu"yu yazma sürecimde Ay'a dair belgeseller izliyordum. Kelimeyi, bir belgeselde duymuştum ilk kez. Güneydoğu Anadolu'da çekilmişti belgesel, yanılmıyorsam Mardin'de. Adam, Ay'ın insana ettiği tesirleri anlatırken kullanmıştı bu kelimeyi. Belleğimi zorladığımda ve öyküdeki bağlamına baktığımda felgu kelimesinin "Ay'a bakmakla ilgili bir hastalık" anlamına geldiğini ileri sürebilirim. İleri sürebilirim çünkü dürüst olmak gerekirse yalnızca bir kez işittiğim, hemen ardından öyküde kullandığım ve sonrasında yitirdiğim bu kelime tam olarak ne anlama geliyor, -artık- ben de bilmiyorum. Garip bir şekilde, öyküyü yazdıktan yıllar sonra, yeniden aradım bu belgeseli. Ama bulamadım. Bir kez işitmiş ve defterime not etmiştim sadece.

  • Daha sonra adamın felgu kelimesini felç kelimesiyle ilişkilendirdiğini anımsadım. Hemen "felç" kelimesinin etimolojisine baktım. Sözlükte şöyle yazıyordu: "Arapça flc kökünden gelen fālic yarım baş ağrısı, migren kelimesinden alıntıdır. Aramice/Süryanice pāləgā " yarım, yarım baş ağrısı" sözcüğünden alıntıdır. Bu sözcük Aramice/Süryanice " yarma, ikiye bölme" kökünden türetilmiştir." Az da olsa kelimeye dair bir iz sürebildiğime sevindim sonrasında. Pāləgā diyordu. Ya felgu? Zannediyorum, belgeseldeki adam felgu kelimesinin fonetiğini Türkçeye uydurmuştu. Daha açık söylemek gerekirse f harfi p'ye, r harfi l'ye dönüşmüş olabilirdi. Yani bizim merak ettiğimiz bu kelime, şu an Aramicede hangi kelime? Bilmiyoruz. İşte, bu noktada meseleyi göstergebilim bağlamına getirmekte fayda var. Saussure, dil göstergelerden oluşan bir dizgedir, diyor.

Bu bağlamda felgu göstergesine baktığımızda /f.e.l.g.u./ gösteren, felgunun anlamı ise gösterilen oluyor. Murat Elmalı, Eski Uygurca bir metni göstergebilimsel açıdan incelediği makalesinde dilin, gösteren gösterilen ilişkisinde vardığı en yüksek seviyenin edebi metinler olduğunu ileri sürüyor.1 Yani kelimeye en yakın olduğumuz an, edebi metinde geçtiği ve öyküdeki bağlamına temas ettiğimiz an olmuş oluyor. O yüzden kelimenin anlamını merak eden herkesi oraya davet etmek gerekiyor. Çünkü cevap bende yahut sözlüklerde değil öyküde gizleniyor.

Son olarak şunu söylemek istiyorum. Felgu kelimesinin bir anlama ihtiyacı olmamalı. Yani, kesin bir anlamdan ziyade bir rüya gibi, başı ve sonu bitimsiz, kendisi gibi buğulu bir kelime olarak da yaşayabilmeli. Herkesin kendi ruhundan üflediği bir kabuk olabilmeli. Hepimizi kendisi hakkında düşünmeye zorlayan, çağrışımsız, anlamsız, sadece ve sadece kendisini gösteren bir kabuk olarak dil dünyamızda var olabilmeli.

Kitap, "Kök" ve "Gök" adlı iki bölümden oluşuyor. Nedir bunun hikmeti?

Kök bölümünde genel olarak taşraya dair, toprağa daha yakın öyküler var. Neticede herkes coğrafyasının rengini alıyor, ben de Anadolu'ya, doğduğum köye dair, kendi muhayyilem elverdiğince yazdım. Çünkü kökümüz, içine doğduğumuz aile, üzerinde durduğumuz toprak; başta diliyle, hikâyeleriyle ve rengiyle etkiliyor bizi. Ama gerçekçi çizgiden uzak bu bölümdeki öyküler. Gök bölümüyse benim esas önemsediğim bölüm. Burada daha göksel bir dünya yaratmayı amaçladım; sembollerle, farklı dillerle ve kelimelerle bu "öte dünya"yı genişletmeye çalıştım. Bu hikâyeler, zamanın bir yerinde var olmuş ve yitmiş olacağı gibi hiç var olmamış da olabilir. Bu açıdan tasnife gitmek, göğü ve kökü ayırmak, belki de bu ikisinin arasındaki insanın hikâyesine ayrı ayrı şahitlik etmek gibi bir amacım vardı. Kartalların göğünden Hacer'in toprağına inerken insan hep aynı yerde, yani bu ikisinin arasındaydı.

Bir de bu kök ve gök meselesinin, fonetik olarak bir karşılığı -yahut karşıtlığı- var. Tarihi ve çağdaş Türk lehçeleri derslerini alırken dilimizdeki kelimelerin fonetiğe dair de bir farkındalık geliştirme fırsatım oldu. K sesi, Oğuz grubunda g'ye dönüşüyor. Örneğin kök kelimesi gök olurken kel- fiili ise gel- oluyor. Bu bağlamda seslerin birbirine dönüşebilirliğinden hareketle, belki de gökte ve yerde geçen bu hikâyelerinin aynı şeyi anlattığını imlemek istedim. Neticede gök ve kök, birbirine bakan iki ayna değil midir?

Farklı dillerden kelimeler, farklı kültürlerden simgeler ve semboller kullanarak bu aradığım yahut inşa etmeye çalıştığım sesi daha kadim seslerden kılmaya çalıştım.

Felgu'nun kendine has bir atmosferi var. Nasıl inşa ettin bu öykü evrenini?

Esasında hikâye anlatmak içinde kendi gerçekleri olan yeni bir dünya yaratmaktır. Yani hikâyenin de elbette kendi iç gerçekliği, zamanı, mekânı var. Okuduğumuzun kurgu olduğunu biliriz, yadırgamayız. Yarattığımız karakter de o dünyanın etinden yaratılır, içinde yaşadığı çağın ruhu sinmiştir onlara. Dilin biçimi de ona göre şekillenir. Ben her öykümde yeni bir dünya kurmak üzere yola çıktım. Göçerlerin rengi başkaydı çünkü kartal avcılarının dili başka, Hacer'in yürüdüğü toprak ve Ezman'ın rüyalarının sesi başka. Neticede yeni bir dünya yaratırken "adlar" önemlidir, yer adlarından kişi adlarına değin. Kafkaslarda geçen bir öyküde karakter adı mitlerden yapılır: Setenay ve Demirci Debet. Hikâye boyunca Arexa Dağı yükselir, Alagir Vadisi boylu boyunca uzanır. Mezopotamya'da geçen bir öyküde, Ez olmalıdır dengbejin adı. Köyünün yanından Acısu Nehri akmalı, baharı turnalar getirmelidir. Orta Asya'da yaşayan bir kartal avcısının adı Erkin, kalbi acıdan taşlaşan bir kadının adı Hacer olmalıdır. Dil de, öyküyü kuşatmalı; yer yer koşmalı, yer yer susmalı, yer yer akmalıdır.

Peki semboller? Onlar bu öykü evreninin neresinde?

Yeni bir dünya kurmak dedim ya, kullandığım simgelerin, sembollerin de bu dünyaya ait olması gerekiyordu. Misal, Felgu öyküsünü yazarken birden öykünün Ay'ın evrelerine göre yazılmış olduğunu fark ettim. Herkes tarafından bilinir, eski çağlardan itibaren, ilk dördün çocukluğu temsil eder, dolunay gençliği, son dördün yaşlılığı ve yeniay, yani üç günlük yitim ölümü. İnsana dair evreleri Ay ile özdeşleştirdim sonra, Setenay yani Kafkaslarda yaşayan "ana tanrıça" mitolojisine dair öyküde doğurganlığa dair semboller aradım, sözlü kültürden yazılı kültüre geçişin anlatıldığı öyküde göstergelerden harflere giden sürece dair sembollerin izini sürdüm. Okura alan açmak ve metni okurun dünyasıyla zenginleştirme fikri, öyküleri yazma sürecinde bana bile özgürlük verdi. Tüm o semboller, "Boşluğa ne gelecek? Siz tamamlayın." gibi bir yönerge oldu sanki.

En dikkat çekici sembollerden biri de daire. Kapakta ve birkaç öyküde görüyoruz. Belli ki kasıtlı olarak kullanıyorsun. Daire, Gülşen Funda için ne anlam ifade ediyor?

Öncelikle kapak için Harun Tan'a teşekkür ederek başlamak istiyorum. Evet, kasıtlı olarak kullandığım doğru. Daire, üzerine düşündüğümde beni daima büyülüyor. Eski çağlardan beri bu sembol, farklı farklı anlamlarda kullanıyor. Örneğin sonsuzluğu, başlangıcı ve sonu olmayanı temsil ediyor. Bu bağlamda ezeli ve ebedi Tanrı'yı. Campbell'a göre kahramanın sonsuz "dairesel" yolculuğunu. Sonu olmayan hareket; kahraman daima yola çıkıyor, zorluklarla karşılaşıyor ve eve dönüyor. Zaferle yahut yenilgiyle. Ya da Ouroboros yılanı, kendi kuyruğunu ısıran bir yılan, nihayetinde daire oluşturuyor ve kendini yeniden yaratmayı temsil ediyor. Daire; gündüzleri Güneş, geceleri de Ay oluyor. Göğü temsil ediyor bir yandan, gök kubbeyi. Bir anlamda kötü ruhları kovan aynayı. Sözün özü, göstergeler; dilini bilmeden, yalnızca görerek okuyabileceğimiz metinler sunuyor. Daire ise bu noktada tek bir gösteren ama gösterilen boyutunda sonsuz metinler yaratıyor. Bu denli zengin bir gösterge, çok farklı okumalara fırsat sunduğu için bu güçlü sembolü farklı farklı anlamlar yaratma temennisiyle kullandım ben de.

Rüyalar insana ne yapar Gülşen?

Rüyalar, neticede, görmekten çok hatırlamakla ve hatırda kalanı dile dökmekle ilgili. Bu yüzden rüyalar başta insanın dilini büyütür. Göğünü genişletir. Uzamsız bir mekân, zamansız bir anın içinde insana yaşamı hissettirir. Böylesi bitimsiz bir dünyada kollarımız nerede başlar, ayaklarımız nerede biter? Bilemeyiz. Bu noktada dünyamız büyüdükçe büyür. Kâinatla beraber büyüyen bir şey olur ruhumuz. Ve sahneye dil çıkar, bu ana tanıklık etmekten kıvanç duyacaktır çünkü. Ama rüyamız, dilimizin aynasında göründüğünden daha gerçek ve güzeldir. Nesneler ad alarak ışımamış, mekânlar hiç yaratılmamıştır. Rüyalar insana işte bunları yapar. Yeni bir dünyaya, yeni bir dilin imkânlarını zorlamaya çağırır insanı. Kendime bir soru sorarak somutlaştırayım burayı. Rüyalar benim öykülerime ne yapar? Zannediyorum, öykülerdeki rüyaların varlığı; dilin kapılarını zorlamak; bitimsiz, şekilsiz, sınırsız, uzamsız, zamansız bir dil ve dünya bir dünya yaratmaya çalışmakla ilgili.

Dil meselesine değinmişken... Bu sesi nereden buldun?

Bence yaratılan dünya çağırıyor; sesi de, dili de. Ben de öykülerin dünyasına dair bir dil kurmak, bir dil yaratmak için çok çaba harcadım. Diğer bir deyişle, dünyanın tüm dillerini belleğime toplamak, dünyanın tüm seslerini kulağıma toplamak istedim. Farklı dillerden kelimeler, farklı kültürlerden simgeler ve semboller kullanarak bu aradığım yahut inşa etmeye çalıştığım sesi daha kadim seslerden kılmaya çalıştım. Bu sesin insanlık kadar eski olduğunu, çok uzak geçmişlerden geldiğini ancak böyle ileri sürebilirdim. Öykülerde, sadece ekmek ve su ile ömrü geçen insanlar vardı, hikâyeleri de yüzyıllardır anlatılagelen hikâyelerdendi, bu yüzden süslü kelimelere ihtiyaç duymadım. Neticede, kahramanın etrafında yalnızca dağlar, taşlar, nehirler varsa; tek duyulan, Tanrı'nın görkemli varlığı karşısında doğanın sessizliği oluyordu. Antik Yunan şiirine dair bir antolojiyi açtığımızda ne kadar kelime varsa Felgu'da da o kadar kelime vardır. Şehir terminolojisinden bu yüzden uzaklaştım. Çünkü yarattığım dünya, bu çağın seslerinden ve kelimelerinden yapılmamıştı.

Rüyalar, büyüler, şifalar ve kadınlar... Felgu'nun hikâyeleri neyi anlatıyor?

Felgu'da genel olarak kadınlar hikâyenin kurucusu. (Genel olarak diyorum çünkü kitapta Orta Asya'nın kartal avcıları, Kafkas dağlarının cesur erleri de var.) Hatta adlarını söyledikleri anda başlıyor hikâyeleri. Yazgıları da adlarını takip ediyor daha sonra. İyileşmek üzere yola çıkıyorlar, şifa bulmak yahut şifa vermek üzere. Okunmayan bir defter gibi hissettiklerinde yürüdüğü yolu değiştiren kadınlar var Felgu'da. Yitirdiklerini beklemek yerine bulmak üzere yola çıkan kadınlar. Başkalarına göre yitim olan bir durumu, gönül genişliği ile kabul eden kadınlar. Rüya gören, rüya yorumlayan, rüyasını da hikâyesi gibi sırtında taşıyan kadınlar. Dövme döven, sır tutan kadınlar. Ay gibi yol gösteren, hikâye anlatan kadınlar. Rüya yorumcuları, büyü yapıcılar, şifacılar daima kadın. Tesadüf değil, kasıtlı. Felgu'nun hikâyeleri, genel olarak kadınları anlatıyor. Ben de ayna tutuyorum onlara. Hikayelerine şahitlik etmek bana da iyi geliyor.

Bizim yaşlarımızdaki öykücüler- ben de dâhil- mizahla, postmodern numaralarla epey ilgili. Sen bu bağlamda farklı bir noktada duruyorsun. Çok açık bir soru sormak istiyorum. Twitter'da bizi sessize aldığın doğru mu?

(Uzun bir süre sesli gülüyor) Evet, bir noktada yaşıtım öykücülerden ayrıldığım doğru. Ama anlatılan tüm hikâyeler, birbirini tamamlıyor neticede. Benim göremediğimi siz görüyor ve yazıyorsunuz ya da tam tersi. Bu noktada ayrıştığımızı değil de birbirimizi tamamladığımızı düşündüm ben hep. Zaten yaşam benim için yeterince zor Bu yüzden, Gülşen Funda'nın yapacağı en son şey, "eğlenceli tweetler atan sizi" sessize almak olur. Dünya ile başa çıkarken neşeyi kullanmanızı, mizahı ekmek su gibi yaşamın bir parçası yapmanızı, birden kahkahası duyulan şen anlatıcılardan olmanızı seviyorum. Bu bağlamda tweetlerinizi okumak gerçek dünya ile iletişimime iyi geliyor bile diyebilirim. Senin, Onurhan'ın, Yelda'nın tweetlerinin yanı sıra Hasan Harmancı'nın ve Kürşat Çelik'in tweetlerini de her gün okumaya çalıştığımı da itiraf edeyim.

"Ev" adlı öykündeki başkarakterin öykünün sonunda "Sana şehri anlatacağım." diyor. Ben çok sevdim bu finali. Söyleşinin finalini de bu cümleden hareketle yapayım. Gülşen Funda şimdi neyi anlatacak? İnsanı anlamaya ve anlatmaya devam edeceğim. Kadim hikâyelerden, mitlerden, destanlardan, motiflerden, sembollerden, simgelerden yararlanacak mıyım; zaman hikâyeme neler katar, yolum nerelerden geçer henüz bilmiyorum. Ama farklı şeyler deneyeceğimi düşünüyorum. Şunu da ekleyeyim. Tam da yeni bir öykü yazdığım zamanlarda yapıyoruz bu söyleşiyi. Ve inanır mısın Mustafa, hikâye "biraz" yirmi birinci yüzyılda geçiyor. (Gülüyor) Şaka gibi, ben de günümüze dair öyküler yazabiliyorum yani. Hatta şöyle söyleyeyim, yazarken epey heyecanlandım. Özellikle tabure kelimesini kullanırken.

Söyleşi için çok teşekkür ederiz Gülşen.

Ben teşekkür ederim, çok güzel bir sohbet oldu.

  • 1 Elmalı, "Göstergebilim Açısından Eski Uygurca Kuanşi İm Pusar", s.246.
  • Kaynakça
  • Elmalı, M., "Göstergebilim Açısından Eski Uygurca Kuanşi İm Pusar", Türk Kültürü İncelemeleri Dergisi 30, İstanbul 2014, ss. 245-268.