Kırkıncı Oda

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Felsefe gün batarken ortaya çıkar ve daima geç kalır. Bu bir kusur değil, neredeyse varoluştur. İdeal, gerçekliğin karşısında boy gösterirken, bilgelik tarihsel tecrübenin içinden geçerek demini alır. Anlam sürekli olarak yeniden inşa edilir.

Geçmişle Aramızdaki O Mesele

Hegel'in Minerva'nın baykuşu alacakaranlıkta uçar, derken söylediği; bir gerçekliğin ortasındayken, var olanı düşünmenin nakıslığı üzerine bir eksiklik bildirisi miydi? Hukuk Felsefesi kitabının önsözünde kullandığı bu metaforla felsefenin doğasına yönelik bir adres tarifi mi yapmıştı yoksa? İkisi de mümkün. Değiştirmek ile yorumlamak arasında bir yol bu. İnsan an'a sıkışır ve zamandan soyutlanamaz. Tarihin içinde anlamanın olanca ıstırabıyla yürür. Geçmişe mana vermek için ona şimdi'den bakma zorunluluğu, bireysel/kolektif belleğin bir eylemidir. Hegel geriye yönelik anlamlandırma çabasını kutsarken, mevcut tarihsel gerçekliğin, ancak "soğuk tarihsel gerçeklik" konumuna geldiği anda, bütünüyle kuşatılabileceğini söyler aslında ve bunu bir çağ yangını içinde olup-biteni yorumlamanın varacağı yer üzerinden görerek, böyle bir yargılamayı, öncelikle adil bulmaz. En adil hâkim olan zaman'ın kollarına uzanarak konuşur bu yüzden tarih. Çağın içinde çağdışı olmaya azmetmektedir insan.

Minerva'nın (Athena) baykuşu, tarihsel pratikler ortaya çıktığında -bir zor'u en derininden kavramak üzere- bütün o yorgunluğun, uzak sislerin, bitmeyen kaosun ve uzayan günün sonunda kanatlarını açarak sonsuzluğa doğru yol alacaktır. Felsefe gün batarken ortaya çıkar ve daima geç kalır. Bu bir kusur değil, neredeyse varoluştur. İdeal, gerçekliğin karşısında boy gösterirken, bilgelik tarihsel tecrübenin içinden geçerek demini alır. Anlam sürekli olarak yeniden inşa edilir. Minevra'nın baykuşu, gün geceye kavuşurken kanatlarını açar, en sancılı ve adil muhasebe başlar böylece. Bilgelik kendini zamanın içinden üretir. Ama her şeyi belirleyen, geçmişle aramızdaki o mesafedir aslında. Hegel şöyle der; "Felsefenin soluk rengi solgun zemine vurduğu zaman, hayatın tezahürü ihtiyarlık günlerini tamamlıyor demektir. Felsefenin soluk rengiyle o gençleştirilemez, sadece bilenebilir." Minevra'nın baykuşu kanatlarını açtığında, gecenin güne olan borcu başlar. Ve her gün nihayetinde akşamlıdır, bunu biliriz.

Kafka; Bir Masal Bir Yas ve Berlin 1923

Berlin'de bir park ve 1923. Etrafta cıvıl cıvıl çocuk sesleri. Hafif rüzgârlı bir Eylül sonu. Akciğerlerinden ağzına doğru yükselen koyu bir ateş hattında nefes almaya çalışan bir adam kadraja giriyor. Ömrünün son ayları ve bundan habersiz. Ölümden habersiz değil elbette, o büsbütün gözlerinde. Yüzüne yuva yapmış ölümlerinden taşıyor sanki. Yürüyerek iyileşeceğine inanırcasına iyimser adımlarla dolaşıyor parkta adam. Uzun boylu, zayıf, dünyaya karşı ürkek ve acımasız kendine karşı, rüyaları cesur, emin değil hiçbir şeyden, ağır bir veremin tam ortasında, ciğeri ateş gibi yanıyor. Siyah giyimli bir adam, yasta, annesine göre doğduğu günden beri yasta. İkindi vakti, Polonya yılları geride kalmış ve bir kız çocuğu ağlıyor, dünyaya ait her şey sessiz, adam ciğerindeki ateşi bastıran ağlama sesine doğru yürüyor, o sesin peşine düşmezse kendi sesini kaybedecekmişçesine telaşlı.

Kaygılı da. Sesin bir sahibi var. Oyuncak bebeğini bulamadığını söylüyor sesin sahibi küçük kız, gözyaşları dinmiyor. Berlin'i şahit tutuyor kaybolan bebeğine. Adam Kafka olduğunu hatırlayıp, verem olduğunu unutuyor, dünyada olduğunu unutup, parkta olduğunu hatırlıyor. Bebeğinin kaybolmadığını, uzun bir seyahate çıktığını söyleyiveriyor o anda kıza. Aklına daha iyi bir yaşamak fikri gelmiyor nedense ve bir hikâyeyi başlatmayı seçiyor ansızın. En iyi bildiği, en iyi yanıldığı yerden başlıyor anlatmaya. Gözyaşları diniyor kızın, Berlin sessizleşiyor, hayat sadeleşiyor. Bir yalana inanmaya hazır herkes kadar mutludur artık küçük kız. Berlin'de bir parkta. Rutin bir ikindi yürüyüşünde, ölmeye aylar kala bir hikâyenin içinde. Öyledir. Kafka ağır adımlarla evine dönerken, Şehrazat'ının kulağına bir şeyler fısıldıyor. Ertesi gün, aynı yer ve saatte buluşmak üzere parktan ayrıldıklarında, kayıp oyuncak bebeğin ağzından yazacağı mektubu kafasında tasarlamıştır bile.

Hikâye devam edecektir belli ki. Ciğerindeki ateşi unutarak, tam üç hafta boyunca sürekli geldiği parkta, seyahate giden oyuncak bir bebeğin yazdığı mektupları yüksek sesle okuyarak, küçük bir kızın gözyaşlarını kelimeleriyle siler Kafka. Usanmaz bundan. Oyuncak bebeğinin onu terk etmediğine ikna olmuştur küçük kız. Ona kayıp bir oyuncağın yerine koysun diye inandırıcı bir gerçek vermiştir aslında Kafka ve sıkı sıkıya tutunsun diye dönecek duygusundan yapılmış kocaman bir ümit bahşetmiştir küçük kalbine. Ömrünün son ayları, Berlin'de bir park ve 1923. Veremin ateşi ciğerlerini iyice sarmaya başlamıştır artık. Avuçlarında büyüyen bir hikâyeyi, küçük bir kızın gözyaşlarına mühürleyip, doğduğu günden beri tuttuğu yasına doğru yürüyecektir Kafka. 1923'te, Berlin'de bir parkta. Hikâye devam ediyor oysa, yas da.