Mağara Müdürü

OSMAN CİHANGİR
Abone Ol

Müdür, karşısındaki devi baştan aşağı süzdü, üzerinde mavi bir iş tulumu vardı, bir zamanlar beyaz olan gömleği kararmış lekelerle doluydu. Devin paspallığı, iriliği ve sıradanlığı Pusat’ı deli etti. Yuvarlak yüzü kızardı, burnunun içine çekilirmiş gibi büzüştü suratı. Hemen ofisine geçip ilk iş olarak Tepegöz hakkında tutanak tuttu.

-I-

Kelebekleriyle meşhur Salahana Mağarasının yeni müdürü sıska, yok denecek kadar küçük burnunun altına sığınmış kıvrık uçlu bıyıkları olan ve her daim -kravat iğnesine kadar- tam takım giyinen biriydi. Elbisesinden pijamasına, hatta iç çamaşırına kadar her giysisi takımlardan oluşurdu. Mükemmel bir düzen içinde işleyen böyle bir dünyada yaşadığı için bunu kendine görev edinmişti. Düzensizliğe tahammülü yoktu. Bu durum haliyle bir takım insanların müstakbel mağara müdürüne karşı takındıkları tavırda belirleyici oluyordu.

Müdürün adı Pusat’tı, bu isimle herkes onun boksör olmasını beklerken hem fizik hem de karakter gelişimi bakımından giderek hedef tahtasının tam merkezinde duran boksör yazısından saparak en dış dairedeki mağara müdürlüğüne doğru gayretsiz bir ilerleme kaydetmişti. Gerçi yaptığı ilk iş aslan terbiyeciliği olmuştu Pusat’ın, aslanlarla o kadar iyi anlaşıyordu ki sanki onlardan biri gibiydi, hal böyle olunca hem o aslanları hem de aslanlar onu terbiye etmişti. Nihayetinde devlet sınavlarına girip mağara müdürü oluncaya dek yaptığı tek iş buydu. Pusat’ı Salahana mağarasına müdür yaptıklarında, bunu bizzat Mağara Bakanı Korkut Bey müdürümüze tebliğ etmişti.

Pusat müdürlüğünün ilk günü mağaraya gittiğinde, onu mağaranın bekçisi dev gibi bir adam karşıladı. Bu adamın tek bir gözü vardı, o da alnının ortasında iri bir cevher gibi parlıyordu.

***

Tepegöz, yıllar önce Salahana mağarasının önüne çuvala benzer bir yığın içinde bırakılmıştı, yığının yanına da zarf içinde anne yadigârı olduğu belirtilen altın bir yüzük iliştirilmişti. (Başka bir hikâyede de Bilbo denen acayip mahlûk Frodo denen acayip mahlûka altın yüzüğünü bir zarf içinde bırakmıştı, ama dediğim gibi o başka bir hikâye…) Bunun dışında yığınla ilgili kimse bir şey bilmiyordu. Tepegöz’ün içinden çıktığı şey ekseriyetle bir kozaya benzediğinden yığından kelebek çıkmasını bekleyenler bu acayip mahlûku görünce hem şaşırmış, hem korkmuştu. O günden sonra hayat çok zor geçmişti Tepegöz için. Kimse onu yanına yanaştırmamıştı, cüsse olarak yaşıtlarına hızla fark attığından oyun oynarken orantısız güç haline gelmişti zamanla. Daha sonra Tepegöz’ün bu durumuna acıyan o zamanın Mağara Bakanı Araz Bey tek gözü gördüğü için Tepegöz’ü özürlü kadrosundan Salahana mağarasına bekçi yapmıştı. Burası dev için ilk ekmek kapısı olmuştu, ama daha sonra anlaşılacaktı ki devimiz ekmek dışında şeylerde tüketiyordu.

Pusat kendini tanıttığında Tepegöz’ün dediği tek şey “Açım ben, aç!” oldu.

***

Mağara müdürünün bilmediği bir şey vardı, o da bekçinin mağaraya gelen ziyaretçileri yediğiydi. Bunu neden yaptığını kimse bilmiyordu, hâlbuki yemekhanedeki yemekler fena değildi.

Tepegöz Salahana mağarasının önceki müdür ve ziyaretçilerini yemeye başladığında bu olayı örtbas edebilmek için elinden geleni yapmıştı Mağara Bakanı. Bu duyulursa çoğu kimsenin bihaber olduğu böyle -lüzumsuz- bir bakanlığın varlığı sorgulanır hale gelirdi. Bu yüzden -her ne kadar kimse tarafından sevilmese de- birçok mağarada başarıyla görev yapmış Pusat’ı Tepegöz için son çare olarak düşünmüştü Korkut Bey, ama müdürü ürkütmemek için Tepegöz’ün yamyamlığını gizlemiş bunun yerine agresif biri oluğunu dile getirmişti. Ve onun hakkından bir tek Pusat’ın gelebileceğini söyleyerek müdürü gazlamıştı.

Müdür, karşısındaki devi baştan aşağı süzdü, üzerinde mavi bir iş tulumu vardı, bir zamanlar beyaz olan gömleği kararmış lekelerle (kan lekesi) doluydu. Devin paspallığı, iriliği ve sıradanlığı Pusat’ı deli etti. Yuvarlak yüzü kızardı, burnunun içine çekilirmiş gibi büzüştü suratı. Hemen ofisine geçip ilk iş olarak Tepegöz hakkında tutanak tuttu. Dev, bu ufak tefek adamın hareketlerine gülüp geçti, ana yemekten sonra tatlı niyetine adamı yemeye karar vererek mağaranın girişine yollanarak Korkut Bey’in mağaraya onun yemesi için göndereceği ziyaretçileri beklemeye koyuldu.

Çok geçmeden çekik gözlü kalabalık bir turist kafilesi geldi mağarayı ziyarete. Bu tip ziyaretçileri Sultanahmet meydanından topluyordu Mağara Bakanı, hepsi birbirine benzediğinden ve geldikleri yerde onlardan çok olduğundan kimsenin bunu fark etmeyeceğini umuyordu. Hepsi devin önünden geçip mağaraya daha önce mağara görmemiş gibi hayret ve heyecan dolu bakışlarla tebessüm ederek girdi, yani şöyle:

Bağırış çağırış sesleri üzerine ofisinden çıkan mağara müdürü Çinli turistlerin bir kısmının, ağzı demir parmaklıklarla kapatılmış mağaradaki bir girintiye hapsedildiklerini gördü. Tepegöz ise mağaranın girişinde üzerine konan kelebeklere aldırış etmeden böğürerek uyuyordu. Yediği turistlerden arda kalan kıyafetleri ve kemik parçalarını sağa sola fırlatmıştı. Memuriyet hayatında böyle kepazelik görmeyen müdür önce ofisine geçip ikinci bir tutanak doldurdu, ardından da mağaranın girişini kapatmış Tepegöz’ün yanına giderek kravat iğnesini çıkarıp devin yegâne gözünü kör etti. Bu mağaracılık yönetmeliğinde yazan bir hükümdü. (Tabi ki bu hükmü Korkut Bey koydurmuştu.) Metin aynen şöyleydi: “MADDE 23 - (a) – (Değişik:RG-12/01/2013-1084) Mağarada Bekçi kadrosunda görev yapan personelin mağara ziyaretçilerini yemesi halinde bir gözü kör edilir ve meslekten uzaklaştırılır.”

Dev acıyla yattığı yerde sıçradı, kokusundan bunu müdürün yaptığını hemen anladı. Müdür celallenen devden kaçarak turistlerin kapısını açıp aralarına karıştı. Tepegöz baktı olacak gibi değil mağaranın girişini iki ayağı arasında kalacak şekilde kapattı ve turistlerin geçmesini bekledi. Her geçen turisti yokluyor Pusat olmadığına kanaat getirdikten sonra salıyordu. Müdür tek çıkışın bu olduğunu anlayınca hemen etraftaki kıyafetlerden kendine uyanları topladı ve ömründe ilk defa takım dışında bir şey giydi. Midesinin bunu kaldırmayacağını düşünüyordu, ama bir süre öyle durunca, sıradan ve paspal olmanın fena bir şey olmadığını anladı. Son turist de kurtulduktan sonra hemen onun peşi sıra gitti ve Tepegöz’ü atlatmayı başardı.

Turistlerle birlikte oradan uzaklaştı. Ondan sonra sıradan ve mutlu bir hayatı oldu. Çinlilerin yanından ayrılmadı, kafile nereye giderse onlarla birlikte dünyanın dört bir yanını gezip durdu.

-II-

Mağara müdürü kaçıp kurtulunca Tepegöz öylece kala kaldı. Hem kör hem yalnız kalmasına içim el vermedi. Bunun neticesinde aramızdaki dördüncü duvarı kaldırdım.

Buraya dön, dördüncü duvara, dedim. Sesin nereden geldiğini anlamadı, onu şaşırtan bir başka şey, tekrar görüyor olmasıydı. Çünkü kör biriyle (yazdığınız bir karakter bile olsa) iletişim kurmak oldukça zordu.

Nereye döneyim?

Sağına,

Tepegöz sağına dönünce şöyle bir şey gördü:

Bu kişi bendim. Küçükken, yolculuğuna sapan lastiğinde başlayıp sol gözümde son veren bir tutam ay çekirdeği kabuğu sol gözüme konuşma baloncuğuna benzeyen bir leke çizmişti. Sol gözüm görmüyordu, bazen o konuşma baloncuğunu doldururdum, okumasını bilen için bakışlarımla konuşmuşluğum da vardır.

Tepegöz bakışımdan onun yazarı olduğumu anladı. Elinde bir şey tutuyordu, beni görünce mahcup bir şekilde arkasına sakladı elini.

Ne saklıyorsun arkanda?

Hiç, dedi. Ama benden bir şey saklayamayacağını hemen anladı. İstemeye istemeye elindeki kitabı ortaya çıkardı, kapağına baktım ‘Dede Korkut Hikâyeleri’ yazıyordu.

Demek okudun? Başını salladı, okuyabildiğini bilmiyordum, bu yüzden o kitabı ulu orta bırakmıştım, görse de anlamaz diye.

Ben insanları yemek istemiyorum, dedi. Cevabını bildiğim bir soru sordum:

Ne istiyorsun peki?

İnsan olmak.

Bu nasıl olacak? Cevabını bilmediğim bir soru…

Bir gözüm daha olursa… Sadece bir gözcük… Yazman yeterli, dedi. Kitabı okuduğu için tepegöz olmanın insanları yemek olduğunu düşünmüştü, ama bunun onu acayip bir mahlûktan başka bir şeye dönüştürmeyeceğini anlayacak kadar da erdemliydi. Çok karakterli bir karakterim vardı, takdir ettim bunu, ama yine de bunu yapamazdım, istediği şey prensiplerime aykırıydı. Usulca dördüncü duvarı çektim aramıza ve duvar kapanmak üzereyken şunu dedim:

Kelebeğin kanatlarını koparsan yeniden tırtıl olur mu?

***

Günler sonra dördüncü duvarı tekrar kaldırdığımda, onu bitkin, mağarada bir köşeye kıvrılmış buldum. Beni görünce kıpırdamadı.

Sana acı veren şeyleri görmezden gelmeyi denemelisin, dedim. Nasıl der gibi suratıma baktı, ona manalı manalı baktım, bakışlarımdan demek istediğimi okudu. Tek gözü gören bir adamın yapabildiği en iyi şey görmezden gelmektir. Sevmediğin ya da muhatap olmak istemediğin biriyle aynı ortamda bulunmak zorundaysan onu görmeyen tarafında bırakabilirsin, her gün yanı başında binlerce insan savaşta ya da iltica ederken ölse tek yapman gereken normal insanlardan daha az bir açıyla başını döndürmek olur. Göz görmezse vicdan da sızlamaz.

Ben, dedi tepegöz, anlattıklarımı dinlememiş gibi, herkesin yaptığından farklı bir şey yapmadım ki, insanlarda birbirini yiyor, ben sadece beni yemelerine müsaade etmedim.

***

Artık canım sıkıldıkça dördüncü duvarı kaldırıyordum, günlerce açık olduğu oluyordu.

İnsan doğudan doğar batıdan batar, dedim bir keresinde. Tepegözün batıdaki versiyonunu okudun mu hiç? Kafasını iki yana salladı, oradakinin aklı fikri yemek yemede, senin gibi tefekkür ehli değil yani, batı onu da batırmış dedim. Dediklerimden bir şey anlamadı, ben de anlamadım.

***

Tek gözü görenler (senin ve benim gibi) 3D film izleyemez, dedim. Hiç tepki vermedi, nasıl tepkisiz kaldı anlamadım, bunu öğrendiğimde dünyam yıkılmıştı. Başka bir şey denedim; tek gözde derinlik hissi kaybolur. Bunu duyunca da bakmakla yetindi, parmak arası terliklerini başının altına yastık yapmış öylece uzanıyordu. İçimden “Senin alnını karışlarım,” demek geldi. (Yazar burada latife yapıyor) buna nasıl tepki göstereceğini merak ettim ya da secdeye giderken alnı yerine gözünü yere değdirdiğinde namazının kabul olup olamayacağını.

***

Bir gün tepegöz öylece öldü, aniden. Hâlbuki destanlara yaraşır bir ölüm düşünüyordum onun için, ama karşısına çıkacak kahraman, yani mağara müdürü, ne onun ne de benim beklentilerimi karşılar nitelikte olmadığını göstermişti.

Nihayetinde Tepegözün kirpiği yegâne gözüne kaçmış, çok geçmeden iltihaplanmış ve vasat bir ölüm gerçekleşmişti dev için.

Tepegöz ölünce yanıma geldi. Bunu hiç beklemiyordum, demek öyküde ölen duvarın bu tarafına geçiyordu, bir sonraki öykülerimde öldüreceğim karakterleri iyi seçmeliydim; kötüler yaşamalı, iyiler ölmeliydi. Her neyse, artık Tepegöz de dördüncü duvarın arkasında, yanımda ve düşünülenin aksine gayet sevimli görünüyor, yani şöyle:

Bana nasıl öykücü olabileceğini sordu, bunun cevabını benim de bilmediğimi söyledim, (yazar burada mütevazı olmaya çalışıyor) ona kitap tavsiyesinde bulundum. (Yazar kendi kitabını tavsiye etti.) Birkaç hafta sonra annesinden kalan altın yüzüğü satma bahanesiyle yanımdan ayrıldı, bir daha da dönmedi. Sıkılmıştı benden, bu yüzden terk edilmeyi sorun yapmadım, oturup bir tepegöz öyküsü daha yazdım ve onu da öldürdüm, ama bu yeni tepegöz de bırakıp gitti beni. Pes etmedim. Böylece piyasaya on adet sahte tepegöz sürdüm ve bir noktadan sonra bundan vazgeçtim. Umarım sağda solda insanları yemiyorlardır.

***

Artık kimsenin ölmediği öyküler yazacaktım ama buna başlamadan önce mağara müdürünü bir takım nedenlerden dolayı hikâyemde öldürdüm, çünkü çok sıkılıyordum. Mağara müdürü şu an yanımda, gelirken yanında Çinli arkadaşlarından birini de getirmiş, dediklerini anlamıyorum ama iyi bir arkadaşa benziyor, ikisi de çok mutlu, yani şöyle:

Mağara müdürünü öldürdükten sonra çok uğraştım ama hiçbir şey yazamadım. Sanırım içimdeki o şeyi kaybettim. Neydi adı? Ha! Evet, kanat… Kanatlarımı kaybettim. Bu, beni yazar olmadan önceki halime döndürmedi, aksine daha beter yaptı. Artık yazamadığım için kendimi okumaya verdim, kitaptan ziyade insanların bakışlarını okumaya çalışıyorum ama çoğu kimseninki boş sayfalardan ibaret.

Unutmadan, artık yazamıyor olmam bu öyküyü bitiremeyeceğim anlamına gelmiyor, sakın bunu düşünmeyin. Okumasını bilen için bu çok kolay. Nasıl mı? Şöyle: