Neyi kaybettiğini hatırla

YELDA SÖZDEMİR
Abone Ol

Kitap genel itibariyle bakıldığında tek mekanda geçiyor: Doktor'un odası. Fakat biz geri dönüşlerle Ali Amca'nın yaşadığı köye, memurluk yaptığı kasabaya, tarlaya da gidiyoruz. Bir bölüm dünü anlatıyor, bir bölüm bugünü. Eğer biz yalnızca dünün anlatıldığı sayfaları okumuş olsaydık, o zaman "inanmamıza ramak kalmış" bir hikâye demek yerine, "gerçekliğinden emin olduğumuz" bir hikâyeden bahsediyor olacaktık.

Geçtiğimiz Kasım ayında Mecaz Yayınları'ndan çıkan Geçmiştir Belki, Yunus Meşe imzasıyla raflardaki yerini aldı. Yazar, "Bahara, iğde kokularına ve anneme; yalan değildi hiçbiri" diyerek, kitapla ilintili bir ithafla başlıyor söze. Kitap evvela "Gerçek Kadar Rüya" ve "Rüya Kadar Gerçek" başlıklarıyla ikiye ayrılıyor. Bu çerçevede de on başlığa bölündüğünü görüyoruz. Başlık aralarında, bir kağıda el yazısıyla yazılmış görüntüsü verilmiş notlar karşımıza çıkıyor. Bu notların her biri birer rüyaya tekabül etmekte. Kimin rüyası? Hikâyesiyle okuyucunun sayfalardan kopmasına engel olan Ali Amca'nın. Gelelim. Öykü raflarında yer alsa ve adından öykü kitabı diye bahsedilse de esasen bir novella ile karşı karşıyayız. Alzheimer olduğundan şüphelenilen yaşlı bir adamın oğlu tarafından psikoloğa götürülmesi ve bunun etrafında gelişen bir hikâyenin izini sürüyoruz.

Bir trende gözlerimiz açılıyor önce...

Bir trende gözlerimiz açılıyor önce, doktorun treni tasvir etmesiyle yavaş yavaş gideceğimiz yere doğru yola çıkıyoruz. Trenden inip şehrin ıslaklığına aldırmadan son kez ofisine doğru yürüyor Doktor Bey ve biz de arkasından. Bugün bakıldığında insanların erişmek için çabaladığı bir konum ve konfora sahip olan doktorun ofise girince söylediği sözler, görünenin altında yatan o gerçeği de yüzümüze çarpıyor âdetâ: "Aynı çirkin yorgunluk gelip çöktü omuzlarıma." İnsanların anlattıkları dertleri, sıkıntıları, kederleri; zorları, kolayları; yokları, varları; başlangıçları, sonları; sonsuz mutlulukları birer kopya hâline getirip masanın arkasındaki camlı vitrine dizmekle hayatını geçiren doktor, son defa kapısını yaşlı bir adam için açıyor. Karakterin hakikaten bir doktor olduğuna bizi inandıran, güzel tespitlerle bezenmiş sayfalar arasında geziniyoruz bu esnada. Elimizde hakikaten dokunaklı, gerçek olduğuna inanmamıza ramak kalmış bir hikaye var.

Elimizde hakikaten dokunaklı, gerçek olduğuna inanmamıza ramak kalmış bir hikaye var.

Kitap genel itibariyle bakıldığında tek mekanda geçiyor: Doktor'un odası. Fakat biz geri dönüşlerle Ali Amca'nın yaşadığı köye, memurluk yaptığı kasabaya, tarlaya da gidiyoruz. Bir bölüm dünü anlatıyor, bir bölüm bugünü. Eğer biz yalnızca dünün anlatıldığı sayfaları okumuş olsaydık, o zaman "inanmamıza ramak kalmış" bir hikâye demek yerine, "gerçekliğinden emin olduğumuz" bir hikâyeden bahsediyor olacaktık. Doktor Bey'in de akıl kurcalayan bir yaşam örgüsü var şüphesiz. Fakat teknik itibariyle maalesef ikisine de tam olarak vâkıf olamıyoruz. Burada devreye biraz "karakterin sesi" meselesi giriyor. Bir kondüktörün, alzheimer olduğundan şüphelenilen yaşlı adamın, bir babanın, annenin ya da esnafın söyleyeceği ve söylemeyeceği sözler bellidir. Eğer yazarın sesi karakterlerden fazla çıkarsa durum bambaşka bir hal alır. Kurguda her şey mümkün, diye düşünürsek de bir yerlerde boşluklar oluşabilir zannımca.

Yüksek bir ses çağırıyor mahalleden
Post Öykü

Çünkü kurguda her şey mümkün değildir; kurgu, kendi gerçekliği elverdiği kadarıyla mümkündür. Birdenbire karakterlerin; insanların altını çizecekleri aforizmik cümleler kurması, aralara serpiştirilen "romantizm", okuyucuyu esas hikâyeden uzaklaştırabilir. Ekmek parası yüzünden çocuk yaşta çalıştırılan Kerim, elleri yağdan kirden kararmış ve akşama kadar dünyanın bütün derdini sırtlanmışken; gül-kız-Ferdi-Müslüm dörtlüsüne değil, iyi bir uyku çekip midesinden geçecek sıcak bir tas çorbaya bakar. "Arabesk" çizgilerin etrafında dolaşıyoruz. Bunun yanında Ali Amca'ya atfedilen "filozofluk" ya da "hayatın sırrına erişmiş olma hâli" akışı ve ritmi yavaşlatmış. "Yaşamın büyüsü korkutuyor onları. Bu büyü ile başa çıkamayacağını düşünüyorlar. Korktukları için yok saymayı tercih ediyorlar. Yok saymak da yetmiyor bazen..." diye lafa giriveriyor örneğin.

  • Shakespeare'in, Ali Amca'nın ruhunu ele geçirdiğini düşünecek kadar tiratvâri cümleler, kitabın muhtelif yerlerinde bize göz kırpıyor. Yalnızca Ali Amca konuşsa birçok şey söyleyecek, böyle bir şey de seziliyor. Doktor Bey ise kitap boyunca; Ali Amca çok önemli bir şey biliyormuş da -hayatın sırrı muhtemelen- o önemli şeyi kendisine söylemesini istiyormuş gibi didik didik etmek suretiyle adeta bir kazı çalışması yapıyor hastasının zihninde. Belki de bu noktada karakterleri kendi hallerine bırakıp, biraz dinlemek daha doğrudur. Bunlardan ziyâde; çocuklukla ilgili güzel tespitlerinin olduğunu görüyoruz. Bizler köyde büyüyememiş -bundan mahrum kalmış- yalnızca yaz tatillerinde köyün yolunu tutan çocuklar olsak da; okuduğumuz kitaplardan, izlediğimiz filmlerden, on beş yirmi günlük tatillerde gördüklerimizden oraların havasını, insanını az çok tanıyoruz.

Çevirmen diyor ki
Post Öykü

Özellikle Ali Amca'nın geri dönüşlerle çocukluğunu anlattığı kısımlarda yüzüme bir bozkır rüzgarı çarptı. Ensemdeki yakıcı güneşin nefesi; taş binanın içine girince kesildi. Rahatsız sedirin üzerinde çekilecek uykunun haberini aldım. Arada giren bu görüntüler epey tatmin ediciydi. Finale doğru ritmin hızlandığını görüyoruz; devreye aşk giriyor çünkü. Kalp atışlarının hızlanmasına sebep olan bu durum, metne de ivme kazandırıyor. Nihayetinde de çarpıcı sayılabilecek bir sonla hikâye bitiyor. Doktor Bey'e ayıp olmasın ama daha çok Ali Amca'nın hikâyesini merak ediyoruz çünkü buralarda silik silik de olsa bizi çağıran bir görüntü var. Bizi, insanı yani. Tıpkı buğulanmış bir aynada yansımanızı seyretmek gibi... Buğunun sebebi; yukarıda saydığım o romantizm, arabesk, tiratvârilik, kopuşlar, gerçeklikten uzaklık vs. diyelim. Altında ise bunlara rağmen salt ve bütün sahihliğiyle görüntünün, gerçekliğin, insanın, hikâyenin, hakikatin ta kendisi. Hiçbir yere gitmeden, olduğu gibi orada.