Ölümsüzlük

GÜRAY SÜNGÜ
Abone Ol

Sonuç muhteşemdi. Hücrelerin ölümü engellenmişti. Dolayısıyla hücre ölmediğinden insan da ölmüyordu. Harika, değil mi? Bir şerbet hâline getirildi bu ilaç. Abıhayat adı verildi ona ve çok acayip yüksek bir fiyattan satışa sunuldu. İlk taliplileri dünya üzerinde yaşayan ve korkunç derecede zengin olan insanlardı.

İnsanlar ölüm düşüncesine katlanamıyorlardı. Tarih boyunca bu sebeple bir sürü şey icad ettiler. Ama en sonunda bu icadların hiçbirinin ölüm düşüncesini tam olarak yenmediğini gördüler ve kara kara düşündüler. Bu kara kara düşünme hâli bin yıl kadar sürdü. Akabinde kara düşüncelerinden sıyrılıp icad etmeleri gereken şeyi buldular. Ölümü öldürecek bir şey bulmalılardı, bir takım oyuncaklar, bir takım uğraşlar ile halledebilecekleri bir şey değildi demek ölüm. Ölümü öldürecek bir şey yani, alegori, metafor filan olmaksızın, doğrudan ölümsüzlük denen şeydi icad etmeleri gereken şey. Bunun için iyileşmeye dair icad ettikleri tıp adlı bilimin yanına bir yan dal kondurdular, buna haricen bir isim vermediler, yine tıp dediler, ama ciddiyetle de çalışmaya başladılar. Ölümün sebebi, hücrelerdi. Bir yerden sonra insan vücudundaki hücrelerin çoğalması, yenilenmesi duruyordu ve hücreler de ölümlü olduklarından hücrelerin ölenlerinin yerini yenileri almadığından bütün hücreleri -en azından insanın yaşaması için gerekli olan miktardaki hücreler- ölünce insan da ölüyordu. O hâlde insanın ölümsüz olması değildi mesele. Hücrelerin ölümsüz olmasıydı.

Ölümü öldürecek bir şey bulmalılardı, bir takım oyuncaklar, bir takım uğraşlar ile halledebilecekleri bir şey değildi demek ölüm.

Bu sebeple hücrelerin ölmemesini sağlamalıydılar. Bu uğraş epeyce zaman aldı. Bin yıl kadar da bunun uğraştılar. Neler yapmadılar ki, ölen hücrelerin yerine yeni doğal hücreler üretmeyi denediler. Olmadı. Ölen hücrelerin yerine, yeni yapay hücreler üretmeyi denediler. Biraz oldu, ama doğal olmadı. Doğal olmadığından insanın yaşamasını mümkün kılmadı. En nihayetinde insanlar ölmeye devam ettiler. Ama günün birinde bir şey buldular. Hücrelerin ölmesinin nedeni de hücreleri oluşturan atom altı parçacıkların dönüş hızlarıydı. Bir yerden sonra bu parçacıklar yavaşlıyorlardı. Dönüş hızları yavaşlayınca da hücre kendini yenileyemez hâle gelip ömrünü tamamlıyordu. O hâlde hücreleri oluşturan atom altı parçacıkların dönüşünü daimî kılacak bir buluşa ihtiyaçları vardı. Spesifik bir hedef bulduğu zaman ona ulaşmakta çok mahirdi insan. Dolayısıyla bu dönüşü daimi kılacak buluşu en sonunda yaptı. Deneyler tatbik edildi. Bir takım gönüllülere uygulandı bu deney.

  • Sonuç muhteşemdi. Hücrelerin ölümü engellenmişti. Dolayısıyla hücre ölmediğinden insan da ölmüyordu. Harika, değil mi? Bir şerbet hâline getirildi bu ilaç. Abıhayat adı verildi ona ve çok acayip yüksek bir fiyattan satışa sunuldu. İlk taliplileri dünya üzerinde yaşayan ve korkunç derecede zengin olan insanlardı. Bu da aşağı yukarı yüzde birlik bir dilime tekabül ediyordu. Bu zengin insanlar yüzlerce yıl yaşadılar ve etraflarındaki herkesin ölümünü izlediler. Ama bu işten memnun kalmadılar. Zira kendileri kadar zengin olmayan arkadaşları, kendileri kadar zengin olmayan akrabaları, uşakları, bahçıvanları, kendilerine çalışan elemanları, herkes günün birinde ölüyordu ve zenginler kendilerine hak ettikleri gibi hizmet edecek yeni insanlar bulmak zorunda kalıyorlardı. İnsan çoktu tabii, bu pek sorun değildi ama üzülüyorlardı da bu ölümlere. En sonunda baktılar olmayacak, etraflarındaki herkese de abıhayat almaya başladılar. Bu giderek bir modaya dönüştü. Zenginlerin etrafındaki insanlar, onlarında etrafındaki insanlar, onların da etrafındaki insanlar derken, dünyada abıhayat içmeyen kimse kalmadı.

Bu arada zenginler abıhayat içip de ölümsüz olmaya başladıktan sonra bir sorun baş göstermişti ama onlar ilk ânın mutluluk sarhoşluğundan, ilacı üretenler de satış fiyatının düşmesinden endişe ederek bu sorunu ilkin görmezden gelmişlerdi; abı hayat içenler ölmüyorlardı ama doğuma da sebep olamıyorlardı. Üreyemiyorlardı yani. Ama dünya üzerindeki herkes abıhayat içip de ölümsüz olunca hiçbir yerde hiçbir bebeğin doğmadığı çabuk fark edildi. Bu korkunç bir şeydi. İnsanlar birdenbire bu korkunç durumun ciddiyetini idrak ettiler. Yaşayacak yaşayacak ve yaşayacaklardı ama kendilerinden sonra diye bir şey olmayacağından, kendilerinden sonraya kalacak evlatları da olmayacaktı. Bu düşünce, insanların zihinlerini yavaş yavaş işgal etti. İnsanlar zihinlerinde ve kalplerinde koca bir karanlığa gömüldüler. Ama en nihayetinde anladılar; artık ölmüyorlar, sürekli olarak yaşıyorlardı ama son olmadığından gelecek diye bir şey de kalmamıştı ve sürekli bir azapla iç içeydiler artık; anladılar; hırsları nedeniyle kutsal kitaplarda bahsedilen cehenneme atılmışlardı, çıkış yoktu, son yoktu.

Devrim

Cehennem düşüncesi başlangıçta yoktu, zamanla oluştu. Zira insanlar zaman içinde farkettiler bazı şeyleri. Son yoksa geleceğin bir anlamı olmadığının anlaşılması zaman aldı. Öte yandan zenginler zengindi, yoksullar yoksuldu, son olmadığından gelecekte bir şeylerin değişeceğine dair inanç da kalmadı, nasıl olsa geçecek ve her şey bitecek düşüncesinin güveni de kalmadı. Böylelikle zenginler başka türlü bir mutsuzluğun içine, yoksullar başka türlü bir mutsuzluğun içine düştüler. Ama böyle gitmesi de mümkün değildi. Yoksullar içinden ses yükseltenler oldu. Yetmiş yıl fakir olarak yaşamak bir ölçüde katlanılabilir bir şeydi ama bu aşağılık insanlara -zenginlere fakirler aşağılık derdi hep, ama sorun değildi, fakirlere de zenginler aşağılık derdi- yedi yüz yıl, yedi bin yıl, aman tanrım, yetmiş bin yıl boyunca hizmetçilik mi edeceklerdi, onların evlerinde çöpleri döküp, fabrikalarında günde on saat aynı platformun önünde aynı kolu çevirip senede bir kez memlekete gitmek için gün mü sayacaklardı.

Cehennem düşüncesi başlangıçta yoktu, zamanla oluştu.

Bunu yaşayabilirlerdi ama bunu yaşama düşüncesiyle yaşayamazlardı. Yoksullar içinden ses yükseltenler oldu. Ses, bir başkasının sesini beklerdi hep çoğalmak için. Öyle oldu. Bir kez ses yükselince, ses yükseltenlerin sayısı çoğaldı. Zenginler dünya insanlarının yüzde biriydi. Ama bunlar çok zenginlerdi. Az zenginler, zenginlere göre fakirdi, fakirlere göre zengindi. Fakirler açısından zenginlik muhayyile dışından olduğundan, az zenginlik ile çok zenginlik farkını tam idrak etmeleri başlangıçta mümkün değildi. Ama zenginler bu farkın farkındaydılar. Bu sebeple gidişatı önceden tahmin ettiler ve fakirlerin seslerini kısmaktansa -çünkü fakirler o kadar çoktular ki, bu ses kısılamazdı, sadece yönlendirilebilirdi- onları kendilerinden uzak tutacak bir yöntem buldular. Onları desteklediler. Az zenginleri hedef almalarını sağladılar. Başarıya da ulaştılar. Uzunca bir süre dünyada korkunç bir zenginlik-yoksulluk mücadelesi ve yani zengin-yoksul savaşı yaşandı. Çok zenginler o kadar yüksekteydiler ki ateşin kendilerine ulaşmaması için gerekli önlemleri aldılar, vaziyete göre bazen zenginlerin bazen fakirlerin galibiyeti için ortamı müsait hâle getirdiler.

Ciğerlerinin açıldığını
Post Öykü

Bu şekilde çok zenginler izler ve oyunu kurarken, altta, zenginler ve fakirler sürekli olarak yer değiştirdiler. Ama bu durum da çok uzun sürmesine rağmen sonsuza kadar sürmedi. Çünkü günün birinde zenginler arasından fırsatı çok iyi kullanıp çok zenginlerin katına çıkanları farkeden fakirler ve bütün bu işleri manipüle edenin çok zenginler olduğunu farkeden zenginler aralarında bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmaya göre çok zenginlerin varlıkları zenginler ve fakirler arasında paylaşılırsa çok zenginlik diye bir şey kalmayacaktı, öte yandan fakirlik diye bir şey de kalmayacaktı. Uzun bir savaş yaşandı dünyada. Sonunda fakirler yukarıya, çok zenginler aşağıya indi. Herkes zenginledi. Herkes zenginleyince zenginlik diye bir şey mevzubahis olmaktan çıktı. Çünkü deniz kıyısında kahvaltı etmek, aslında deniz kıyısında kahvaltı etmek güzel olduğundan güzeldi ama bir taraftan da herkes deniz kıyısında kahvaltı edemediğinden güzeldi.

Herkes zenginleyince zenginlik diye bir şey kalmadığından, inceden ve ağır bir umutsuzluk kendisini hissettirmeye başladı ve insanlar uzun ve mücadelesiz bir yaşam sürerken umudun, yarının, geleceğin ve aslında hiçbir şeyin anlamının kalmadığını farkederek cehennemde olduklarını anladılar. Ne demiştik; ama en nihayetinde anladılar; artık ölmüyorlar, sürekli olarak yaşıyorlardı ama son olmadığından gelecek diye bir şey de kalmamıştı ve sürekli bir azapla iç içeydiler artık; anladılar; hırsları nedeniyle kutsal kitaplarda bahsedilen cehenneme atılmışlardı, çıkış yoktu, son yoktu.

Mesih

Bütün bunlar olurken günün birinde taze bir mezar buldu bir insan. Bütün büyük şehirlerin uzağında, ormanın içinden geçilen bir vadide, bir dereye bakan bir tepede, sakince kazılmış, yumuşak bir toprakta bir mezar taşı dükkatini çekti, şehrin gürültüsünden doğaya kaçan bin beş yüz yaşında bir adamla bin dört yüz seksen yaşındaki oğlunun. Toprağa dokundular. Evet, tazeydi. Taşı okudular, iyi bir insandı, çok yaşlıydı, seksen yıl yaşadı ve huzura kavuştu yazıyordu taşta. Heyecanlandılar. Hemen şehre koştular ve daha kalabalık bir hâlde geldiler. Tvler de geldi. Haberciler, bilim adamları, sanatçılar, filozoflar, bürokratlar, devlet adamları, herkes geldi. Mezarında sahibini bulmak doğal olarak hiç zor olmadı. Hemen beş yüz metre ötede bacası tüten bir kulübede yaşıyordu, mevtayı gömen insanlar. Aslında insan. Bir kişiydi. Genç bir kızdı. Ona baktılar, hayran hayran. Kaç yaşındasın dediler. On yedi dedi kız. Aman tanrım, yer yerinden oynadı. Dünya üzerindeki en genç insan bin dört yüz on üç yaşındaydı o sıra. Ne diyordu bu böyle? On yedi mi? Yer yerinden oynadı. Onun önünde eğildiler ve onu şehre götürdüler.

Anlat dediler, nasıl yani? Ölen babamdı dedi genç kız. Bir süre önce de annem ölmüştü. Biz, her kuşak iki evlat doğurarak bin beş yüz yıldır yaşıyoruz burada. Nasıl yani dediler, kardeşlerinizle mi evleniyorsunuz? Adem'le Havva'nın çocukları da kardeşti, dedi bilim adamları. Din adamları karşı çıktı. Sapıklık bu dedi. Sanatçılar hayretle baktılar ve harika, dediler. Siyasetçiler bu öyledirse öyle de budur, dediler. Büyük tartışmalar çıktı. Secere ortaya döküldü. Nasıl oldu, ilk başta nasıl oldu, nasıl ölmez olmadı dedelerinizin dedelerinin dedesi dedi insanlar. İçmemiş abıhayat dedi genç kız. Neden dedi insanlar? Çünkü dedi, bize kuşaktan kuşağa anlatıldı bu, yazı güzel kılan kış, kışı güzel kılan yazdır. Dedelerimizin dedelerinin dedesi buna inanırmış, içmemiş abıhayatı. Evlatlarını da böyle yetiştirmiş, böylelikle ölümsüz olacağına inanmış, derdi ki babam mesela; bak şu an dünyada milyarlarca insan var, onlar azap içindeler ve onları hiç hatırlayan olmayacak, ama dünya durdukça dedemin adı hatırlanacak. Genç kızın önünde hayranlık ve şaşkınlıkla eğildi bir kez daha insanlar. Sonra da onu öldürdüler.