Öykü bir etkiyle başlar benim için

MUSTAFA APLAY
Abone Ol

"Öykü genellikle bir etkiyle başlar benim için. Bazen kafamın içinde dönüp duran bir sözcük, bir cümle, bazen tuhaf, açıklayamadığım bir duygu ya da beni etkileyen bir an."

Mustafa Aplay: Okurken bazı öyküler için büyülü gerçekçi bile diyebileceğimizi düşündüm. Ne dersiniz, Durmuş Saatler Dükkanı'daki öyküler açısından gerçeklik ve bundan hareketle rüya-hayal gibi kavramlar ne ifade ediyor?

Gamze Güller: Çok teşekkür ederim. "Rüyaların yapıldığı maddeden yapılmayız biz ve uykuyla çevrilidir küçük hayatımız..." der Shakespeare Fırtına'da. İnsanı tanımlayan en ilgi çekici cümlelerden biridir benim için. Rüya ve gerçek ya da başka bir deyişle, hayal ve gerçek zıt kavramlar gibi görünseler de birbirini tamamlıyor benim kafamda. Gündelik hayatın içinde bile aklın sınırlarını zorladığımız anlar oluyor. Rüya görürken veya hayal kurarken ise bu sınırlar tamamen ortadan kalkıyor. Belki de maskelenen gerçekliğimiz hem en bilinmez hem de en karanlık yönüyle ortaya çıkıyor. Bu kitaptaki öyküler de büyülü gerçekçiliğin veya fantastiğin sınırlarında dolaşıyor bu nedenle. Derinlerden gelen, akılla, mantıkla açıklanamayacak şeyler zihnin yüzeyinde görünür oluyor.

Bu karanlık, ister istemez distopik anlatılara dönüştü yazarken. İçinden çıkamadığı döngülere sıkışmış günümüz insanının çaresizliğiydi beni anlatmaya iten. İşte bu da zaman döngülerine ulaştırdı beni. Zamanın hiç durmayan o çarkı, acımasızlığı, bir çıkış yolu bulma umuduyla hayallere ve rüyalara sığınma ihtiyacı, bir süre sonra neyin gerçek neyin hayal ürünü olduğunu ayırt edemeyen sağlıksız zihin yapılarına dönüşüyor öykülerde. İnsanın hayal gücü hem büyüleyici hem de korkutucu. Ama ne olursa olsun bir rüya gibi parçalanıp dağılacağımız güne doğru hızla koşuyoruz. Ne kadar çabalasak da zamanı durdurabilen yok.

Nevrotik karakterlerle ilgili bir soru da düşünmüştüm aslında ama onu cevaplamış oldunuz. Güzel oldu. O halde "zaman"ı biraz geri alalım ve başta sormam gereken soruyu şimdi sorayım. Sizi yazmaya iten şey bir büyüğünüzden dinlediğiniz masallar mıydı yoksa yazmak lunaparktan ve bütün kaotik ortamlardan bir tür kaçış mı sizin için?

Yazmak ve anlatmak içten gelen bir dürtü benim için. Çocukken anneannem masallar anlatırdı bana, o büyülü dünyalar, içinde yaşadığımız gerçek dünyadan daha cazip gelirdi bana. Okumayı öğrendikten sonra aynı tadı kitaplarda bulmaya başladım bu kez. Durmadan okudum. Ve bu dünyaları kendim de yaratabileceğimi keşfettim; yazmak başladı. Hayat başlı başına bir kaos benim için. Gerçekten de fazla gürültülü, kalabalık ve bunca eğlencenin arkasına gizlenmiş tekinsiz, kötülüklerle dolu bir lunapark gibi. Yazarak dayanabiliyorum ancak. Uyum sağlamak için, direnmek için, bazen hesaplaşmak için yazıyorum. Diğer türlü yabancılığımı yenemiyorum bir türlü. Gördüğüm, fark ettiğim, yokmuş gibi yapamadığım çok aksaklık var etrafımda. Sanırım doğru ifade "alışamamak." Alışamadığım için yazıyorum. Bunda kendime tahammül etme meselesi de var elbette. Yazarak kendimi yeniden yaratıyorum belki de ve o an için kendimle barışmam mümkün oluyor. Ancak çok geçmeden bütün karmaşa yeniden başlıyor.

Durmuş Saatler Dükkanı'ndaki öyküler yüksek tempoları ve çarpıcı finalleriyle okuru nakavt eden türden öykülermiş gibi geldi bana. Birçok okur bunun öykü türüne çok uygun olduğunu düşünecektir. Siz roman da yazmış biri olarak öykü ve roman arasında böyle keskin ayrımların varlığına inanıyor musunuz?

Cortazar'ın romanın sayıyla öykünün nakavtla kazandığına dair yaptığı benzetmeye katılmamak elde değil elbette. Ancak bugün artık çalışma tekniği ve biçim açısından farklı olsalar da dil, üslup ve anlatılanlar açısından türler arasında kesin ayrımlar kaldığını düşünmüyorum. En azından yazmaya başladığımda aklımda böyle bir ayrım olmuyor. Yazı beni nereye sürüklüyorsa oraya yol alıyorum. Metnin beni şaşırtmasını ve kendi gidişatını belirlemesini seviyorum. Özellikle öykü yazarken, okuru şaşırtmaktan çok kendimi şaşırtmak peşindeyim. Zaten yazmanın cezbedici yönü de burada. Başladığımdan çok başka bir yerde bulduğum da oluyor kendimi. İnce işçilik ve çalışma, taslak öykü tamamlandıktan sonra başlıyor benim için.

Ancak yazdığım şeyin bir öyküye sığmayacağını ve daha uzun anlatmam gerektiğini fark ettiğimde daha teknik bir çalışmayla sıfırdan başlamam gerekiyor. Bu kez bir çatı/kurgu oluşturuyorum ve ona bağlı kalarak yazıyorum. Yolda bazı değişiklikler oluyor elbette, bu sefer de dönüp çatıyı yeniden düzenliyorum. Metnin dengesini önemserim. Kendimi kaptırıp yazmak çok heyecan verici ama bir o kadar da kontrolsüz bir durum. Bu nedenle anlatı ortaya çıktığında yazdığım her şeyin işe yaraması mümkün olmuyor. Dengeyi bozacak unsurları metinden ayıklıyorum. Ama anlatım olanakları açısından bakarsanız öykücü alışkanlığı roman veya benzeri uzun yazılar kaleme alırken de peşimi bırakmıyor. Gevezelik edemiyorum ve fazlalıklardan süratle kurtuluyorum. Yine de sanırım hepimiz okumak istediğimiz gibi şeyler yazıyoruz. Ben kısa ve çarpıcı metinleri seviyorum.

Yeni şeyler denemeye devam edecek misiniz? Sizin öykünüzün ve Türk öyküsünün ileriki yıllarda nereye doğru evrileceğine dair bir öngörünüz var mı?

Bu kitapta yeni bir yol aradım yazmak için. Bu arayış ben yazmaya devam ettikçe sürecek. Yazarken kendimi tekrar ettiğimi düşündüğümde yazmaktan da uzaklaşıyorum. Ben heyecanlanmazsam okuyan da heyecanlanmaz. Üstelik edebiyat o kadar sonsuz ihtimallerle dolu ki, hep daha iyisini yapmaya çabalamak gerek. Bu arayış aslında hep daha fazlasını, daha yetkin anlatabilmekle ilgili. Bir önce yaptığımı aşmakla ilgili bir çaba. Öykü bugün eskiye göre daha çok rağbet görüyor ama burada, şiirdeki gibi okuyandan çok yazan olması tehlikesi de var. Dergiler veya sanal platformların çoğalması ve yayımlatmanın kolaylaşmasıyla birlikte nicelik artıyorsa da nitelik düşüyor. Bu işe emek veren, öyküyü olduğundan ötelere taşımaya çalışan çok seveni de var bir taraftan. Onlar yazmaya devam ettikçe ve iyi şeyler yazmaya çabalayan yeni yazarlar yetiştikçe öykünün sırtı yere gelmez. Gün geçtikçe türler arasındaki sınırların da şeffaflaşacağını düşünüyorum. Sanırım yakın gelecekte daha muğlak alanlarda gezinen, geçirgen ve hep daha kısa öykülerle karşılaşacağız. Kendi adıma bundan sonra farklı bir anlatım biçimi denemek istiyorum. Umarım başarabilirim. Deneyip göreceğim.

Öykülerde bir "görünmezlik" durumu dikkatimi çekti. Aniden görünmez olan kadınlar, sevdiği kadını aslında yıllarca görmediğini fark eden adam, perdelerin arkasındaki görünmeyeni merak eden insanlar... Bilinçli yaptığınız bir şey miydi bu?

Çağımızın en büyük dertlerinden biri görünmezlik. Görünmek için her şeyi yapar oldu insanlar. Görünmek bir nevi onaylanma, tanınma, geçerli olma ve hatta var olma şekline dönüştü. Peki görünmezsek ne olur? Biri yaşadığımıza tanık olmazsa, ağladığımızı, güldüğümüzü duymazsa... Ya da birbirimizi gerçekte ne kadar görüyoruz? Bir de görünenin ötesini, bilinmeyeni görme tutkusu var elbette. Bunlar kafamı kurcalayan konulardan bazıları. Sanırım öykülere de bu şekilde sızdı. Çok da bilinçli değil aslına bakarsanız. Ama derinde sorguladığınız bir şey varsa bir şekilde yüzeyde de görünür hale geliyor yazarken.

Öykü, kafanızda nasıl şekilleniyor? Hikayeyi karakter üzerinden mi inşa ediyorsunuz, yoksa mekanı ve hikayeyi tasarlayıp karakteri sonra mı sahneye davet ediyorsunuz?

Öykü genellikle bir etkiyle başlar benim için. Bazen kafamın içinde dönüp duran bir sözcük, bir cümle, bazen tuhaf, açıklayamadığım bir duygu ya da beni etkileyen bir an. Geri kalan her şey yazmaya başladıktan sonra kendiliğinden ve çağrışımlarla şekillenir. O an ya da etki kendi karakterini, mekânını ya da hikâyesini beraberinde getirir. Bütünlüklü bir yolculuk bu. Çoğunlukla görsel düşünürüm. Hikâyeler kafamda sahnelerle belirir, bunu anlatmanın yolu da hepsini resmedebilmektir benim için. Kafamda ne görüyorsam onu anlatırım. Sonradan tasarlayarak bir mekân veya kişi ilave ettiğim pek olmaz. Karakter/öykü kişisi zaten olması gerektiği yerdedir ve yaşaması gerekeni yaşar. Bana da onu izleyip aktarmak düşer. Bilinçaltı devreye girdikten sonra gerekli her türlü ayrıntı oradan kopar gelir. Yeter ki öykü o kapıyı aralayabilecek denli yoğun olsun zihnimde. Çok da açıklanamayan belirsiz bir süreç bu. Ben ilk taslakta öyküye teslim olurum, onu kontrol etmeye çalışmam. O kıpırtıyı, ele avuca sığmazlığı, kontrolsüzlüğü severim.

Söyleşi için çok teşekkürler. Son olarak Post Öykü okurları için 3 öykü kitabı önerebilir misiniz?

Doğu Öyküleri - Marguerite Yourcenar, Hayat Gibi - Ercan Başer, Metal Hayatlar, Berna Durmaz. Ve çok teşekkür ederim.