Öykünün ayak izleri

ARDA AREL
Abone Ol

Bu bağlamda birinci tekil anlatımın böylesi korunaklı bir sığınak oluşu genç yazar için fevkalade bir avantaj olmakla birlikte ne yazık ki korkunç bir handikap da taşıyor. İşte bu handikap, farkındasızlık! Ne olduğunun farkında olmayan genç kalem, ulaştığı bu noktada, yazdığı metni öyküye evirecek, var olan eksiklikleri giderecek bir dizi yöntem ve daha da önemlisi asıl mesele olan hikayeyi aramak yerine “ben oldum” sanısına düşerse vah.

Hız çağında 'olay' yerine 'durum'u tercih etmek
Post Öykü

Yaşıtım, kuşağım, akranım -artık ne derseniz- bir yazarın öykülerini okumak beni okuduğum diğer öykülere nazaran hep daha çok heyecanlandırmıştır. Ve artık okuduğum bu öykülerde neredeyse her defasında şunu gözlemliyorum; bir şekilde aynı yazarlardan etkilenmiş, benzer okumalar yapmış, yakın heyecanlar tatmışız. Bu gayet normal, çünkü bahsettiğim kalemlerin çoğuyla aynı dünyaya doğduk, eşyayla kurduğumuz ilişki benzer ve hıza olan arzumuz yakın. Bu da bizi ister istemez -üç aşağı beş yukarı- yakın bir dili kullanmaya itiyor. Peki, bu kalemlerin tümü aynı öyküleri mi yazıyor? Kesinlikle hayır! Yetenek ve farklı tecrübeler muhakkak aradaki farkı belirleyen yegâne ve en önemli unsurlar. Bahsettiğim yakınlıksa, biçimsel açıdan dildeki yönelim ve teknik bağlamda yapılan tercihler… Biraz daha açayım. Üslup olarak bu kalemlerin -neredeyse- tamamı birinci tekil ile öykü yazmayı seçiyor. Bunu lüzumsuz bir ego muhasebesine bağlamak gibi bir niyetim yok; benim yorumum daha farklı.

Çevreyi karakteri üzerinden kendi gözlemiyle anlatıyor olması onun için bir kaçış imkânı.

İlk olarak genç yazarımız birinci tekilde aradığı, arzuladığı hızı buluyor ve o hız sayesinde acemi kalemi -biraz da yetenekliyse- usta bir anlatıcının dildeki akıcılığına yakınlaşıyor. Bu yakınlaşmayı bir illüzyon olarak görmekle beraber, mubah olduğu kanaatindeyim. İkincisi, bu anlatı sayesinde modern -kimine göre postmodern- bir dünyaya doğmuş genç yazarımız, öyküsünde kullandığı eşya/eşyalar ve içinde bulunduğu doğa/dünya ile kendince sağlıklı bir ilişki kuruyor.

Çevreyi karakteri üzerinden kendi gözlemiyle anlatıyor olması onun için bir kaçış imkânı. Çünkü artık yazarın dildeki zayıflığı, acizliği; karakterin dil bilmezliği… Ve yine yazarın betimlemedeki yoksunluğu, karakterinin görür görmezliği…

Bu bağlamda birinci tekil anlatımın böylesi korunaklı bir sığınak oluşu genç yazar için fevkalade bir avantaj olmakla birlikte ne yazık ki korkunç bir handikap da taşıyor. İşte bu handikap, farkındasızlık! Ne olduğunun farkında olmayan genç kalem, ulaştığı bu noktada, yazdığı metni öyküye evirecek, var olan eksiklikleri giderecek bir dizi yöntem ve daha da önemlisi asıl mesele olan hikayeyi aramak yerine “ben oldum” sanısına düşerse vah. O dakika ister kimi kült kimi “kitsch” yazarların beylik sözlerini epigraflayarak süsle metnini, ister afili cümleler serpiştir anlatıya. Ne tek başına acemiliği kamufle eden bir anlatı ne de süslü bir dil, bir metnin öykü olmasına yetmez.

Ersin Yılmaz’ın kitabında, hikaye/hikayeler öylesine silik, bir öyküyü öykü yapan unsurlar öylesine yok ki bu yazılanları, genç bir yazarın dünyayı anlamlandırma çabası yahut çevreyi yorumlama gayreti olarak nitelendirmekten başkaca yorum aklıma gelmiyor. Mahcubiyet Öyküleri’nde öykünün ayak izlerini arıyorum ama ne yazık ki bulamıyorum.