Saat Çiçeği

BÜNYAMİN K.
Abone Ol

Her şey bir yana, bahçede bir de saat çiçeği vardı. Ayşegül ablama göre muhteşem bir saat çiçeği; urum dutuyla sarmaş dolaş, kan revan bir saat çiçeği; Ortanca ablama göre de sarmaşık, hem çerçeveleri takılmamış olan pencerelere ulaşınca bir pencere tülü gibi duracak hem de her sabah, pencereden saati sorarız dediği bir narin bitki...

Benim bildiğim gaz feneri, ışıtsın diye yakılmaz. Bağ evinde hikaye anlatıcısının horalı sesi, abartılı yüz ifadeleriyle, el kol hareketleriyle bir olsun diye yakılır. Bör böcek gölgeleri, şahmeran akışı, devin, derelere set olup yatışı için yakılır. Hem kuyuya atılırken Yusuf, upuzun bir nefes tutmak ve kuyunun karanlık kumaşına çarpınca Yusuf, tuttuğun o nefesi uzuuunca üflemek için yakılır.

Benim bildiğim gaz feneri, bir ateşböceğinin dev oğludur. Karanlıklar önüne set olup bekler, dili ateş fitilidir. Göğsü yer altındadır; petrol denizidir. Kokusu bütün çocukluğumu sarar. Işığının çevresinde kanat şakırtıları eksik olmaz. Nefesi Bağdat’tan gelir. Camdan boynu, kurt uluyuşu gibi uzar.

Benim bildiğim gaz feneri, seyirciler yerleşince bütün ışıklar söner, makara dönmeye başlar ve o, ateşten diliyle evleri evmiş gibi yapar.

...

Bugün de toprağa, çam pürlerine, ayva yapraklarına bulandım. Eylül’ün son boncuğunu da bulmuş oldum. Tuhaf bir böcekle uğraşıp durdum; dokundun mu bilye oluyor, boncuk oluyor. Toprağı elimle düzleştirip, ufak taşları ayıklayıp düz bir saha oluşturduğumda, bir fiskeyle dört adım yuvarlayabiliyorum.

Eylül’ün ortası. Hergün huğdan bu yana yüz bir adım atıp geliyorum, her gün erkenden, gün ışımadan, gök ısınıp yıldızlar henüz erirken, sarnıcın üstündeki yer yatağımızdan sızıp, pelitlerin üstünden, sekilerin ibiğinden, bademlerin dibinden, çakur çukur şu yoldan... Yedi buçuk yaşımdayım. Ben sekiz olmadan, bu ayvalar yetsin istiyordum. Yazık ki bugün gidiyoruz ve kaçtır gelip gidip bakıyorum, ayvalar ham.

Ben, Hanım halamın bizim bağdan geçip kendi bağına giderken, beni görüp, “Otur karşısına, saf-sabi nazarınla baka baka yetirirsin. Amma yetmesini istediğinden sakın gözünü ayırma! Birini seç ve sadece ona bak.” demesiyle, yeşil ayvaların alnacında günbegün otururken, bu sabah eşyaları toplayıp yığmışlar, dedemin atlı arabasına. Bilye böcekleri dikkatimi dağıtmasa seçtiğim ayvayı baka baka yetirirdim belki de.

Düştük yola. Annemin her tümsekte tembihlediği zıp zıp yürüyen ortanca ablamın elinde gaz feneri: “Tehennili ol, evme! Uz yörü! Yek yek yelme, şehirde de kullanıciyk onu!” Belki de başka kırılabilecek yahut daha değerli eşya yok ki diğer kardeşlerimin elleri boş, neşeleri tam. Geriye dönüp dönüp bakmanın dışında kederleri yok. Geride çerme çeşit ağaçlar, başakçılar için üzerinde üç beş hetif üzüm bırakılmış kabarcık, mahrabaşı, azezi, çavuş üzümü, yıldız ve külefi teyekleri... Uzaklaştıkça kırmızılaşan, güzde, kışta, ilk yazda, avkalanmış toprak, biz gidince yüz üstü uyuyacakmış gibi.

Göv kayalardan aştık. Kovboy’un evini geçtik. Bir değirmeni, bir oduncu dükkanını, seyrelmiş bir karpuz sergisini de geçip Kısıkkaya’ya dönmeyince fark ettim ki eve gitmiyoruz. Dedem kör atını dağa çevirdi. At arabasının sol cenahını kaplayan masere kazanının bakır küpesi tınladı. Annem kararlı bir komutan gibiydi. Bağbozumuyla dönüyorduk eve. Dedemin kurduğu bağı bozup da mı yola koyulmuş olduk?

“Kurulu bağı neden bozduk? Serpenelere sarılı üzüm dallarını neden toprağa yatırdık? Yaz boyu ayakta yorulmuşlar mı ki?” Arabanın yanında nefes nefese yürüyor annem. Ben çuvalların üstünde, yerden yetmiş metre yukarıdayım. Taa oradan soruyorum, borazanlarla. Annem, dört nefeste:

— Kurar-sın-bozar-sın, diyor.

Dedem, iki gözü keder atının yülarını çene altından tutmuş, yere bakarak yürüyor. Beyaz, yaşlı atın terkisi, sağrısı ateş köpüğü; yukarıdan aşağı sadece şapkası görünen, dev Orso’dan az kısa boylu dedem yokuş adımları atıyor; kafayı az öne doğru sallayarak, bel hafif bükük. Yorgunluklarını anneme hissettirmemeye çalışıyor bu iki keyif yoksulu, bu iki gam işçisi. Annem kararlı bir komutan gibi. Kardeşlerim yüz bir adım geride.

— Babam nerede?

Annem zırhlar kuşanmış bir komutan, yürüyor. Hiç yorulmayacak bir fil gibi basıyor yere. Yo yo, tam olarak büyük bir kızılderili kabilesinin orta yerinden geçen, oklar atıldıkça güçlenen bir buffalo gibi. Dağa doğru çıkıyoruz, Ahirdağı’na. Boz topraklar toz olup savruluyor.

— Evimizeh... gidiyürüz. Baban... orda.

Annemin evine gidiyoruz. Kör topal bir iş yürüten babam, ben doğduğumda başlamışmış bu evi yapmaya. Önceki oturduğumuz ev bizim değilmiş. Bunu şimdi öğreniyorum, yerden yüz yetmiş beş metre yukarıda öyle üzülüyorum ki... Ya benim bahçeye kara taşlarla yaptığım karargahım ne olacak? Ya gömülerim? Gül sırasının arka kısmındaki bahçeye, duvar dibine gömdüğüm bin beşyüz tane gazoz kapağım? Her ikindide çay ocaklarının önlerinde tavla oynayanların ayakları altından kurtara kurtara çoğalttığım hazinem çürür toprak altında. Bir ordu kurmak için biriktirmiştim, yağmurda, çamurda günlerce uğraşmıştım biriktirmek için. Adamlarıma postallar, deri yelekler, kalpaklar, sadaklar diktirecektim; kılıçlar, kamalar, mızraklar ısmarlayacaktım o servetle.

Göründü annemin evi. Çevrede birkaç ev daha var. Annemin evinin duvarları, kum briketten yapılmışsa da yüksek kale surları gibi. Kapısı Hayber’in kapısı gibi. İki kanatlı. Bir anda sekiz atlı yanyana girebilir bence. Dünyanın en büyük ağaçlarından kesilip biçilip yapılmış. Hayber’in kapısı gibi. Oniki cengaver yanyana girebilir bence. Beş kardeşim de gerilerden koşarak kapıya kadar geldiler. Sıyrılarak indim, bulutların, kargaların, alasansarların, atmacaların göğünden aşağı; ordumuzun bin çuval ganimetinin üstünden akarak, atın kuyruğundan sıyparak. İndim ve kıyafetimi düzelttim. İki abim çuvalları çekip indirmeye koyuldular.

Annem yalnız bir kahraman. Ne annesi ne de kız kardeşleri, teyzeleri, halaları var. Zembillerle üzüm çekti bütün yaz, yığdı, tepeler kurdu. Sonra kazanlarda kaynattı, çemrenip salda ezdi, mengenede suyunu öyle bir çıkardı ki üzümlerin, ben gördüm, hayret ettim. Annem, elini pusatlarının arasından hırkasının cebine soktu, kaval kemiğimden daha büyük bir kurşun kaplama anahtar çıkardı. Bakır-kurşun-krom karışımı. Zaloğlu Rüstem’in miğferinden eritilerek yapılmış bir anahtardı bu. Dedem, bu anahtarı kazmasını, baltasını götürdüğü demircide yaptırmış olabilir. Bir elle taşımak mümkün değil; fakat annemin sımsıkı avcunda. Annem anahtarı çevirirken “Bismillah.” dedi.

Bahçe kapısının bir kanadı camuz sesleriyle, at kişnemeleriyle arkasına kadar açılırken, kırk yıl sürecek bir rüzgar gibi içeriden savaşlardan dönmüş bir ordunun nefesi geldi. Ev , dünyanın en büyük hanlarından birine benziyordu. Babam belirdi birden. Hayli düşünceli duran yüzünün dudak kısmını ve göz çevresini, kulağını kaşımış gibi yaparak, şıra mengenelerinin gıcırtısıyla gülümsemeye çevirdi.

Akrabalar, komşular göz göremeyecek kadar uzaklarda, aşağılarda kalmıştı. Hatın analar, dev halalar, tepenin arkasında, uğultuları duyulmayacak kadar uzak bir ülkedeler. Annem masere kazanının bir kulpundan tutup, at arabasının köşesine kadar çekti. Evinin bahçesinde topladığı nefeslerden hıhlayarak “Ya Allah!” dedi.

...

Evin bahçesinde birkaç fidan ve babamın brikethanesinden getirdiği Donkişot’un yeldeğirmenine benzer dev gibi bir briket makinası vardı. Makine parçaları, lavabo, tuvalet taşı kalıpları, düşmanlar için mezar taşları bile vardı. Yani bir ordu için techizatların bir kısmı... Briket makinesı görünümlü mancınık, tuğla görünümlü gülleler, fasulye sırıklarına benzer mızraklar, büz kalıbı görünümlü kelepçeli zırhlar. Ne ki ordu kurmak için bunlar yetmez. Büyük bir servet lazım, çok büyük.

Her şey bir yana, bahçede bir de saat çiçeği vardı. Ayşegül ablama göre “herşey bir yana”, muhteşem bir saat çiçeği; urum dutuyla sarmaş dolaş, kan revan bir saat çiçeği; dal uçlarında öğle vaktini gösteren saatlerle dolu bir sarmaşık. Ortanca ablama göre de sarmaşık, hem çerçeveleri takılmamış olan pencerelere ulaşınca bir pencere tülü gibi duracak hem de her sabah, pencereden saati sorarız dediği bir narin bitki... Büyük ablam gülümsüyor. Onun fikrini kimse bilemez, dinler ve gülümser. Bazen dinlemeden gülümser. “Aklına ne geldi? Bize de söyle!” Söylemez, gülümser.

“Hepsi doğru vakti göstermek zorunda.” dedim. Yanlış gösterenin kellesini almalı bence. Her biri çinli suratına benziyor. Her biri yecüc mecüc uykusu. Hepsi dün geceden kan revan. Bunlar saat çiçeği değil! Bu gece yarısı göreceksiniz, değil. Gülün siz, gülün!