Silvan Alpoğuz ile söyleşi

HABER MASASI
Abone Ol

“Roman sansasyonel bir cinayet sorgusuysa, öykü zekice kurgulanmış organize bir soygun sorgusuna benzer.”

Silvan selamlar. İlk öykü kitabın Dünyayı Başlarına Yıkacağız hayırlı olsun. Öykü türünde ilk kitabın olsa da bu aslında ikinci kitabın, yayımlanmış bir de romanın var. Öykü ve romanı boks maçı örneğiyle değerlendiren Cortazar haklı mıymış? Roman maçı sayıyla, öyküyse nakavt ile mi kazanıyor gerçekten?

Öykü ya da edebiyat için tehlikeli mi değil mi, yani eğer eser bunun üstesinden geldiyse sorun yok bence.

Selamlar. Teşekkür ederim. Doğrusu türler üzerine yapılan her genellemede olduğu gibi bu şık benzetmeye de biraz mesafeliyim ben. Bir şekilde o klasik roman-öykü karşılaştırmasını içeriyor. Ben bu iki türün birbirinden bağımsız, anlama ve anlatma işini nasıl yaptıklarıyla ilgilenmeyi daha doğru buluyorum. Anlatma ve anlama işi, malum sorular üzerinden ilerleyen bir süreç.

Bu açıdan tamamlanmış bir öykü metninde tıpkı çapraz bir sorguda gibi, metin sorar, okur cevaplar, sorar cevaplar ve en sonda metin hızlı davranıp ya bir cevap ya da daha çetin bir soruyla bitirmeye çalışır. Romansa daha en başta ortaya büyük bir soru atıp metin boyunca okurun zihnini o sorunun detaylarıyla kuşatır. Cevaplar cevaplamaz, zaten kuşatma bitmiş, maksat hasıl olmuştur.

Artık okurun zihninde bir anlam olarak vardır o. Burada (Cortazar’ı da kınamadım ama) şöyle bir benzetme yapmaktan kendimi alamayacağım: Roman sansasyonel (örneğin mafya içi hesaplaşma) bir cinayet sorgusuysa, öykü zekice kurgulanmış organize bir soygun sorgusuna benzer. Evet, sence bu benzetme nasıl?

Güzel benzetme. Belki de yıllar sonra Cortazar’ınki değil senin benzetmen kullanılır, kimbilir...

Sesimi duyan var mı?
Post Öykü

Roman öykü karşılaştırması son bulsun, kafi bence. Çünkü türleri bu kadar keskin ayırınca, birbiriyle bağlantılı metinlerden oluşan bir öykü kitabı için ne diyeceğiz mesela? Öyküler müstakil ama bütüne bakınca roman gibi.

Tam da oraya gelecektim. Öykü kurgularındaki giriftlik epey dikkat çekici. Hemen hepsi uzayıp romana gidecekmiş hissi veriyor okura. Böyle bir şey var mı bilmiyorum fakat öykücülüğüne sirayet etmiş bir romancı refleksinden bahsedebilir miyiz?

Bunun dünya okumamız ve meseleyi ele alış biçimimizle alakalı olduğunu düşünüyorum. Kitap daha ilk fikir halinde birbiriyle iç içe geçmiş metinlerden oluşuyordu. Hatta burada yer almayan o ilk metin de yine derginizde yayımlanmıştı. Birbiriyle çok uzak karakterlerin toplamda aynı büyük hikayenin parçaları olduğu pek çok kitap okumuşuzdur.

Ama hem aynı bütünün parçası olup hem aynı temanın farklı açılarını oluşturan kitap sayısı nispeten azdır. DBY ikinci sınıfa giriyor. Bir açıdan kesrette vahdet düşüncesiyle ilişkili geliyor bana bu tür metinler. Hikaye, hakikat itibariyle tek ve bütün ama küçük parçalarda tecessüm, yani vücut bulma, görünme itibariyle çok. Küreselleşme fenomeninden sonra bu bağlantı muhayyile işi olmaktan çıktı zaten. Bir ülkedeki petrol krizi ya da geç saatteki bir ödül töreni tüm dünyayı, yani birbirini tanımayan milyonlarca insanı aynı anda etkileyebiliyor örneğin.

Bu insanların birbirini tanımaması kadar onlara etki eden gücün aynı olması da ilginç. Kitaptan konuşacak olursam dünyaya hakim bir piyasa ekonomisi, bunun bize dayattığı bir iktisadi ahlak, siyasi-kültürel politikalar ve yaşam biçimi söz konusu. Geldiğimiz noktada bir tür yeni başlangıç hissi duyuyordum. Kitap da bu hissin üzerinde çalışıyor. O yüzden Türkiye’de bir bölgeden çıkan karakterler Buenos Aires’te aynı hikayede buluşuyorlar. Baştaki soruna döneyim, evet meseleyi farklı boyutlarıyla ele alma tekniği bana da bir roman çağrışımı yapıyor. Ama sadece aynı karakterler farklı öykülerde, ana temadan bütünüyle uzak olsalar böyle demezdim.

Kesrette vahdet, küreselleşme fenomeni, iktisadi ahlak, piyasa ekonomisi, siyasi politikalar... Abi n’aptın ya! Gerçi DBY’de de buna benzer birçok kavram geçiyor ve bana kalırsa günümüzdeki diğer birçok öyküden biraz da bu yanıyla ayrılıyor. Daha politik, daha didaktik öyküler. Sanki akademik metinlerden doğmuş gibiler. Fakat bu durum öykü için tehlikeli değil mi? Basitçe söylemek gerekirse, iyi-kötü yahut doğru-yanlış ayrımını okurun yapması gerekmez mi?

Öykü ya da edebiyat için tehlikeli mi değil mi, yani eğer eser bunun üstesinden geldiyse sorun yok bence. Ha, bu kitap üstesinden geldi mi, onun cevabını da okura, eleştirmene bırakıyorum. Sorunun diğer kısmına gelince, bir defa kitap için politik yorumuna katılabilirim ama didaktik kısmını netleştirmemiz lazım. Hangi metinler, neye göre didaktik mesela? Bu iyidir bu da kötüdür gibi verili bir yargı hatırlamıyorum ben. Bilakis pek çok noktada metinden çekilip muğlak bırakmayı, ucun açık kalmasını tercih ediyorum ki çatışma kendi sorusunu sorsun, metin kendi diyalektiğini kursun. Ama küçük insan hikayesi de anlatmıyorum tabii. Odağımda insan var ama insan üzerinden büyük bir hikayeye ulaşmaya, bunu da öyküyle “düşünmeye” çalışarak yapıyorum. Ha edebi eser düşünmeli mi, düşünce üretmeli mi dersen bu, Osmanlı’da felsefe sanatla yapılmış yapılmamış tartışmasına gider ki oraya girmiyorum. Ayrıca kitabın çok bir akademik dili olduğunu da kabul etmiyorum. Korkutma şimdi insanları. Building Paranoia için bir ölçüde öyle denebilir. Onun da atmosferi onu istedi. Benle değil metinle konuşmalısın yani bu konuyu. Peki, metin okuruyla konuşur mu? Hop, geldik mi yine akademik bir mevzuya.

Her iyi yazar iyi bir senaryo yazarı olabilir ama her iyi senaryo yazarı iyi bir edebiyat yazarı olamaz.

Akademiden kaçıp dümeni kurduğun diyaloglara kırmak istiyorum. Akıp giden, okuması kolay ve anlaşılır diyalog cümleleri kuruyorsun. Bunda senaryo yazmış, uzun metinler kaleme almış olmanın etkili olduğunu düşünüyor musun? İdmanlı mısın yoksa Allah vergisi bir yetenek midir bu?

İkisi ayrı değil, nihayetinde idman da ihsandandır. Senaryo çalışmış olmanın diyalog kurmaya ya da herhangi türde edebi metin yazmaya etkisine gelince, bu bana çok söylenen bir şey. Sanırım özgeçmişte görünce bağlantı kurmayanı dövüyorlar. Şimdi bu denklem doğru olsa, senaryo yazarlığıyla ünlü pek çok ismin roman ya da öykü kitaplarını da okur olurduk. Ne ki böyle yerli ya da yabancı bir iki isim belki sayabiliriz. Ama edebiyat eserleriyle kendini kanıtlayıp sonrasında senaryolar kaleme alan onlarca isim var.

Fante’den Tarık Buğra’ya kadar pek çok iyi yazar bir şekilde yapmış bu işi. Demek ki senaryo tecrübesi bir edebi metnin doğuşuna doğrudan katkıda bulunmuyor. Şu klasik kalıbı kullanayım, her iyi yazar iyi bir senaryo yazarı olabilir ama her iyi senaryo yazarı iyi bir edebiyat yazarı olamaz. Çünkü edebiyat kapsayıcı burada.

Bunları söylerken kendimi konunun dışında tutuyorum tabii. Yerinde olsam iyi diyalog kurmayı senaryoya değil matematik öğrenimine bağlardım. Hem matematikle daha ilgili hem o da özgeçmişimde yazıyor doktor.

Evet özgeçmişinde senaryo da yazıyor, matematik öğrenimi aldığın da. Bu birikim öykülerde kendini hissettiriyor. Her yazar gibi geçmişinden besleniyor, belki de bu geçmişi yıkıp yeniden kurguluyorsun. Yalnızca geçmiş değil, günümüz dünyasıyla, işleyişle ya da düzenle ilgili bir alıp veremediğin var gibi. Öykülerindeki gibi bir isyanı beklediğini söyleyebilir miyiz, ne dersin? Evet, isyan!

Yani, demirden sağnaklar altında uyur sevdiğim, doktor. Bunu daha başka nasıl söyleyebilirim ki?

Aslında evet isyan ama kitapta bir isyandan önce yeni bir düşüncenin, yeni bir “sözün” hayatiliği öne çıkıyor. Bu anlamda Türkiye’nin, düşünce ve kültür birikimini önemsiyorum ben. İnsana yeni bir şey söylemenin burada mümkün olduğunu görüyorum.

Kitaba dönersek, metinler şiddetsiz bir isyan hareketini ele alıyor. Diğer türlü olay çok romantik olurdu. Denklemden şiddet çıkınca pek çok düşünürü/yaklaşımı geride bırakarak, yeni bir şey aramış oluyoruz. Kitap bunun cevabını vermiyor kuşkusuz. Orayla ilgilenmiyor. Onun işi daha çok soru sormak. Yine de bahsedilen hareketin ya da yeni düşüncenin ütopist olmadığını, tektipçi olmadığını vs. anlayabiliyoruz. İnsanı; insan doğasını, insan fıtratını gözardı etmeden işliyor çünkü. Bunu da, mesela son öyküden çıkarabiliyoruz.

Dünyayı ilgilendiren önemli bir anlaşma imzalanacak ama hareketin başını çeken 7 kişiden biri olan Özge birden ortadan kayboluyor. Kaybolma sebebi ise çok insani. Kitabın en büyük meselesi olan anlaşmanın tam imzalanacağı günde böyle insani bir sebepten dolayı kriz yaşanmasının bir anlamı olmalı, değil mi?

Eyvallah Silvan. Geleneğimizi bozmayıp bu güzel söyleşiyi de Post Öykü okurlarına önereceğin yerli ve yabancı üçer öykü kitabı ile sonlandıralım mı ne dersin?

Hay hay. Yerli edebiyattan, Samiha Ayverdi’nin Mabette Bir Gece, Tarık Buğra’nın Yarın Diye Bir Şey Yoktur (ama ben Hikayeler kitabından okudum), Ferit Edgü Çığlık. Bir de son dönemden Güray Süngü’nün Deli Gömleği diyerek yerli edebiyatı dörtlüyorum müsaadenizle.

Yabancı edebiyattan, John Fante’ nin Gençliğin Şarabı, Ali Smith’in İlk Kişi ve Diğerleri, Gerard De Nerval Ateşin Kızları.