Sinem Torun ile Söyleşi

Haber Merkezi
ARDA AREL
Abone Ol
Sinem Torun

Okudukça kıskançlık krizlerine girdim. Başlarda yazmak haftalık bir ödevdi sadece: her hafta beni kıvrım kıvrım kıvrandıran ve pazar gecelerini uykusuz geçirten bir ödev.

Sinem selamlar, Öncelikle ilk kitabın Kamburlar, Kaçaklar ve Kurbağalar hayırlı olsun. Bize kitabın çıkış serüveninden biraz bahsedebilir misin?

Kitap serüveni 2008’de başladı. Ya da yazma serüveni desem daha doğru olur. Çünkü yazmaya başladığımda kitap sahibi olmak gibi bir düşünce aklımın ucundan bile geçmiyordu. İlginç bir şey keşfetmiştik ve onun üstüne gidiyorduk yalnızca. Yazdığım ilk ‘öykümsü’ metinle ödül alınca durum iyice garipleşti ve devam ettim. Başlarda yazmak haftalık bir ödevdi sadece: her hafta beni kıvrım kıvrım kıvrandıran ve pazar gecelerini uykusuz geçirten bir ödev. Hocam bu yazıların hepsini toparlamış, ben de elbette arşivleme hastalığım dolayısıyla her birini düzenli şekilde tutmuştum. Hoca bir gün “yeterli öykü oldu artık, dosyayı hazırla Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödüllerine gönder” deyince dumura uğradım. Dosya ne demek? Buradan da 16 yaşım için olağanüstü bir yanıt aldık, ‘dikkate değer’ ödülü. Üç kişiden biri. Varlık’ta ilk öykü. Sonra dergilerde yayımlandı öyküler. Dergâh’a üç öykü göndermiştim, birini beğenir belki yayımlarlar diye. Üçünü de yayımlayacakları aklımdan geçmemişti. Bir gün telefon çaldı: “Merhaba Sinem. Ben Mustafa Kutlu.” Cevap veremedim. “Böyle güzel şeyler bir anda oluverir” dedi. İyi dedi. “Bilirsin ben önüme gelen her metni yeniden yazmakla ünlüyümdür ama seninkilerin bir kelimesine bile dokunmadım” dedi sonra. O an neden ölmedim bilmiyorum. Sonra Dergâh’la bir münasebet başladı ve Ali Ayçil’in bir dosyam olduğunu duyup yayımlamak istemesiyle bir baktım kitap elimde. Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nde Hayri İrdal hiçbir eyleme geçmeden bir anda kendisini Pakize’yle evli bulur ya, aynen öyle oldu işte.

Öykülerini okurken öykülerin sonundaki tarihler dikkatimi çekti. 2009 yılında yazdığın öykün bile var kitapta. Ama kitap yeni çıktı. Bu süre zarfında öykülerinde değişiklikler yaptın mı? Yoksa kitaptaki öyküler ilk yazdığın haliyle mi duruyor? Şundan dolayı soruyorum: Bu gerçekten uzun bir süre...

Ara ara okurum öyküleri. Yıllar geçtikçe okuduğumda gözüme batan parçalarla oynadım fakat büyük değişiklik yaptığım olmadı hiç. Genelde eklediğim ya da değiştirdiğim değil de sildiğim şeyler oldu. Bunlar da birkaç kelimeden öteye geçmedi. Bu yüzden ilk hâlleri desek yeridir.

Peki, bugün yazdığın öykülerle, o zaman yazdıkların arasında bir fark görüyor musun? Ya da görüyorsan ne gibi bir fark var? Öykücülüğünde neler değişti?

Son yıllarda çok fazla öykü yazamadım zaten, zaman geçtikçe zorlaşmaya başladı. Fakat son yazdığım öykünün ve şu an çalıştıklarımın diğerlerinden daha farklı olduğunu görebiliyorum. İlk öykülerdeki yoğun şiirsel dilin gittikçe dengelendiğini hissediyorum. İlk zamanlar kafamın içi imge çuvalı gibiydi. Şimdi kurgu daha önemli olmaya başladı.

Kurgudan kastın hikâyenin oluşumu mu? Daha da somut sorayım: “nasıl anlattığına” mı “ne anlattığına” mı odaklanıyorsun?

Şöyle söyleyeyim, nasıl anlattığıma artık odaklanmıyorum çünkü o kendini yazdırıyor zaten. Kurguyla kast ettiğime gelince, sanırım bir öykünün nasıl başladığı ve nasıl bittiğiyle ilgili… Zaten genellikle ilk bunu bulurum: “şöyle biten bir hikâye” ya da “şöyle başlayan”. Sonra parçaları yerleştirip birleştirmek kalır.

Eyvallah. Peki, etkilendiğin yazarları sorsam... Kimler etkiledi öykücülüğünü? Ya da sende iz bırakan birileri var mı?

Elbette var. Yazmak, iz bırakanların izlerini sürmek değil midir zaten? İlk tanıştığım öykü Özen Yula’nın “Ölüm Anında Unutulmuş O Küçük Ayrıntı” öyküsüydü. Sonra Yusuf Atılgan’ın “Saatlerin Tıkırtısı” öyküsü, Mustafa Kutlu’nun “Kambur Hafız ve Minare”si, Sait Faik’in “Dülger Balığının Ölümü” öyküsü, Sami Paşazade Sezai’nin “Pandomima”sı. Özen Yula’nın öyküsünde kapının arkasında durup kapının açılmasını engelleyen kesik kafa; Yusuf Atılgan’ın öyküsünde yazamama hâli, ayakyoluna gitme, gerçeğini değil kafandaki saatçiyi yazma isteği; Mustafa Kutlu’da sesler, kokular, Kambur Hafız’ın minareden atlarken dala takılıp kalan takkesi; Dülger Balığının çirkinliğinin bir sanat nesnesine dönüştürülmesi, kahvenin camındaki çiçek, Balığın karnındaki siyah leke, çekiçler, penseler, bir saniyenin birkaç sayfaya yayılması; Pascal’ın yüzü. Bunlar ilk tanışıklıklarım oldu. İlk oldukları için de imgelemimde büyük yer tuttular. Ardından Hasan Ali Toptaş geldi, Tanpınar, Oğuz Atay geldi. Okudukça kıskançlık krizlerine girdim. Kıskandıkça “nasıl olur, nasıl olur” diye diye tekrar okudum. Az kişiyi çok okudum anlayacağınız.

Öyküden başka bir şey yapabileceğimi sanmıyorum. Hiçbir zaman bir geçiş, bir alıştırma olarak görmedim bunu. Aksine nasıl hikâyeye dönüşebilirim diye baktım meseleye.

İyi bir metni kıskanmayı iyi bilirim. Neden öykü peki? “Kendimi en iyi öykü ile ifade ediyorum,” mu yahut “gözümü bir açtım öykü yazıyorum” mu?

İkincisi.

O halde senin için öykü var diyebilir miyiz? Kimi yazarlar öyküyü bir başlangıç olarak görür. Romana geçmeden önce belki bir basamak gibi... Ama öykülerine bakıyorum, oldukça kısa ama fevkalade sağlamlar. En azından bende bir geçiş metni izlenimi uyandırmadı.

Öyküden başka bir şey yapabileceğimi sanmıyorum. Hiçbir zaman bir geçiş, bir alıştırma olarak görmedim bunu. Aksine nasıl hikâyeye dönüşebilirim diye baktım meseleye.

Öykülerine baktığımda ciddi manada şiirsel bir dil görüyorum. Senin de söylediğin gibi kuvvetli imgeler mevcut. Hatta kelime seçimlerin bile bu minvalde... Cümlelerinde hoş bir ahenk var. Bu üsluba sık rastlamıyoruz. Hatta kimi okur için tuhaf kaçabilir tarzın. Yine de beni etkiledi. Öykülerini okurken, henüz atmosfere dâhil olmamışken seni ciddiye almamı sağladı. Kısacası bir şair auran var. Şiirle aran nasıl? Öykülerinin şiirden beslendiği oluyor mu?

Şiirle ilişkim bir okur olmaktan öteye geçmedi hiç. Şiirden korkarım, hiç yanaşmam. Şairlikten de… Ama şiirsiz de duramam. Okurum, ses hoşuma gider, anlamamak hoşuma gider, dizelerden düşüp düşüp yuvarlanırım. Öyküler de taş değil ya, bu arada beslenmişlerdir herhalde.

Eyvallah, yeni bir çalışman var mı şu sıralar? Yoksa kitap bu kadar tazeyken sormak için çok mu erken?

Kitap taze ama öyküler değil. Bir şeyi bitirip yeni bir şeye başlamak gibi değil bu süreç. O yüzden aklımın köşelerinde hep hikâye olur. Şu anda da beşten fazla var. Fakat bunlardan bazıları yıllardır var, bekliyor. Kâğıt üstünde de değiller.

Kimi öykü kitaplarının tüm öykülerinde benzer kurgu veya yakın temalar görüyoruz. Senin kitabında da aslında yakın hikâyeler mevcut ama genel bir konseptten söz edemeyiz. Aksine birçok bağımsız öykün var. Sence bu bir öykü kitabı için -çeşitlilik açısından- avantaj mı; yoksa bir dağınıklık, bir handikap mı? Ve ek olarak ikinci dosyanın öykülerini kafanda kurgulamaya başladığını söyledin. İkinci kitabın için böyle bir konsept düşünecek misin?

Evet, kitaptaki öyküler tek bir çizgide ilerlemiyor. Bunu genç bir yazarın arayışı olarak düşünmek mümkün belki. Bu çeşitlilik bir arayış mı, yoksa benim hikâyem mi bu, sonraki öykülerin ilerleyişine göre anlayacağım bunu sanırım. Birçok insan için dağınıklık olarak görülebilir ama pekala hikâye zehirlenmesinin önüne geçen bir şey olarak da düşünebiliriz. İkinci dosyaya gelince, böyle bir konsept kurgulamak mümkün görünmüyor benim için. Hikâyeyi arar bulurum, her şeyden hikâye çıkabilir; oradan, buradan, şuradan, pat diye…

Önceki soruda özellikle değindiğim hikâyelerin arasındaki yakınlık, bana kalırsa sıkça kullandığın ölüm temasında kaynaklanıyor. Son olarak bunu sormuş olayım; neden ölüm? Evet; ölüm, hayatın kaçınılmaz gerçeği, deyip tabii ki de kenara çekilebilirsin. Ben dâhil tüm okurun anlayışla karşılayacaktır ama kırılma anlarındaki ısrarlı ölüm tercihini sahiden merak ettim.

Doğrusunu söylemek gerekirse bu tespitinizi duyunca “Aa öyle mi gerçekten!” Diyesim geldi. Öyküleri tek tek düşünüyorum. ... Evet, böyle bir durum var galiba. Siz söylemeden önce bunu fark etmemiştim. Neden ölüm? Bilmiyorum ki.

Yeni öykülerini de okumak dileğiyle… Söyleşi için teşekkürler.

Ben teşekkür ederim.