Sır Avcısı

ÖZKAN GÖZEL
Abone Ol

Bilelim ki o bir sır oldu, sırra kadem bastı. Bir açıldı, pir açıldı onu kavrayan anlama. Merak bizlere düşsün, meram ona. Bir gün ormanda gezinen bir avcı bir ağacın kökleri arasına karışmış bir şey buldu, bir zünnar. Merakla eğilip baktı, ilkin bir şey anlamadı.

Birebir karşılıklılıklar aramak gibi bir zaafı vardı. Bu yüzden de zor hayatı buldu önünde. Babadan kalma evi de satınca işleri iyice sarpa sardı. Bir çıkar yol aradı. Düştü maişet derdine. Netse olmadı. Evlenmeyi denedi. Lakin kız beğendiremediler. Kırkından sonra da kim baksındı ona. Yaşamı çekilir kılmaya değer bir şeyler aramaya koyuldu. Bir manastıra kapandı en sonunda. Sabahın zifirinde kalkıyordu, ibadet ve tedris. Öğleden sonraları bahçıvanlık ediyordu. En büyük zevki gezinmekti ormanda. Bir de serçeleri beslemek. Hiçbir şey kurcalamıyordu kafasını. Daha doğrusu hiçbir şeyi kafasına taktığı yoktu. Yaşayıp gidiyordu. Vakta ki bir gün ormanda, bir öğleden sonra, çamlardan birinin dibinde uyuklayıp kalana dek. Bir uyudu ve hayatı değişti. Ayakları götürmedi onu bir daha manastıra. Neydi işin sırrı? Ne oldu ki ona? Bir sırra mı temas etti, bir şey mi sızıverdi kayranda ruhuna? Heyhat bırakalım sır, sır olarak kalsın.

Bilelim ki o bir sır oldu, sırra kadem bastı. Bir açıldı, pir açıldı onu kavrayan anlama. Merak bizlere düşsün, meram ona. Bir gün ormanda gezinen bir avcı bir ağacın kökleri arasına karışmış bir şey buldu, bir zünnar. Merakla eğilip baktı, ilkin bir şey anlamadı. Elinde evirip çevirdi. Hayret, ucu düğümlüydü. Düğümü çözdü merakla. Neydi bu, bir tılsım mıydı yoksa? Bir bakır parçası elips şeklinde ve üzerinde anlaşılmaz harfler. Kasabaya döndüğünde akşam, rahibin evine vardı. Üç beş kelam ettiler merhabadan sonra. Avcı elini cebine attı kahve içerken. Papaz eline aldı bakır parçayı ve okudu yavaş yavaş: “Önce kırmızı renk yiter suyun derinliklerinde ve ancak mavi seçilir en derinlerde.” Bir cümle daha var, dedi rahip, lakin silinmiş iyice. Avcı heyecanla atıldı.

“Nedir o aziz peder, okuyun Tanrı aşkına.” Rahip muzipçe mi bilgece mi bilinmez başını ağır ağır çevirdi avcıya. Deyiverdi diyeceğini: “Emin değilim ama şöyle yazıyor zannımca: Anlayana sivrisinek saz, anlamayana...” Bir an duraladı rahip. Avcı heyecanla: “Evet, evet, cümlenin devamını getirin aziz peder.” Göğsünü ovuşturdu rahip bıkkınlıkla ve belli belirsiz telaffuz etti: “Fesuphanallah evladım, fesuphanallah.” Anlamıştı avcı, ne iyi! Rahip tamamlamıştı nihayet eksik cümleyi. Fesuphanallah! Avcı kahve için teşekkür edip neşeyle ayrıldı rahibin yanından .Evinin yolunu tuttu, hoplaya zıplaya. Sırrı çözmüştü ya, bu kez de 12’den vurmuştu ya, ne mutlu ona.