Tuzcu

SÜLEYMAN ARİF YILDIZ
Abone Ol

Eski bir binanın yanında duruyor. İzbe dükkânın kepengini gürültüyle kaldırıyor, kapıları açıp bisikletli el arabasını içeri alıyor. Dükkânın içi zifiri karanlık, fark edilmeyecek kadar yaklaşıyorum ama bir şey görünmüyor. Biraz sonra lüks bir araç yanaşıyor. Tuzcu çıkıyor dükkândan. Ama başka biri çıkıyor sanki. Kılığı kıyafeti düzeltmiş. Eski kıyafetlerden eser yok, kasketi filan atmış.

Tuzcu'ya...

Bir

Aralık pencereden giren tatlı esinti tül perdeye dokunuyor. Çekilen şutun gol olup olmadığı konusunda ağız dalaşı eden çocukların sesleri de bu esintiyle giriyor odaya. Sonra bütün küçük ayrıntılarıyla sokağın kalan gürültüsünü duyuyorum. Kışın son günlerinde yüzünü gösteren güneş, çocukları sokağa dökmüş. Yine de uzun süredir hareketsiz duran biri için hava oldukça soğuk, kapatıyorum pencereyi. Masama, geometri kitabına dönüyorum. On dakikadır bakıştığımız soruyla biraz daha bakışıyoruz. Kafamı kaldırıp futbol oynayan çocuklara bakıyorum, tül perdenin ardından. Zemin kattan bakınca aynı hizadayız. Oyun devam ediyor, gol veya değil, oyun devam etmeli. Çalışma masamın yanındaki duvara bazı kâğıtlar yapıştırmışım. İstikrarlı bir şekilde uymadığım günlük çalışma programımın yanına, motive edici bazı ufak notlar iliştirmişim, Her sabah bir ceylan uyanır Afrika'da. Kafasında bir tek düşünce vardır. En hızlı koşan aslandan daha hızlı koşabilmek... Yoksa aslana yem olur.

En sağda ÖSS tercih sıralamam asılı. Sert rüzgârların estiği bu dağın zirvesinde hukuk fakülteleri var. En yüksek puanlıdan en düşüğüne doğru sıralamışım. Ortadaki yamaçlara PDR serpiştirmişim, gelecek vaat eden meslekler listesinde boy gösteriyor bu ara. PDR'yi sınıf öğretmenlikleri takip ediyor. 312,971 puanlı Amasya sınıf öğretmenliği ile bitiriyoruz bu kısmı da. Sonrası malum işletme, iktisat, maliye, ÇEKO... Bir eşit ağırlıkçının dramı. Duvara astıklarım bu kadar ama bir de aklımda "mıh" gibi tuttuklarım var. İsmi lazım değil, çokbilmiş uzak bir akrabamızın "lafı" mesela. Aslında yakın bir akrabamız ama ilerleyen satırlarda kendisine küfretmeyi planladığımdan uzak akraba olarak anıyorum. Ortaokulu bitirdiğim sıralarda, ben LGS'de dökülünce okul arayışına girişmiştik. Bir oturma esnasında bu bilirkişi zata soruldu. O zaman rahmetli babam da sağdı. Yani henüz rahmetli olmamıştı. "Hangi okula gönderelim bizim oğlanı?" soran annemdi. Çokbilmişin oğlunun, o sene iyi bir anadolu lisesini kazanmış olması, vereceği cevaptaki hazzı artırmış olmalıydı.

Birinin felaketine üzülüyormuş gibi yaparken içten içte duyduğumuz o barbarca sevinçten bahsediyorum. "Verin meslek lisesine, gitsin." demişti ağzının kenarıyla. Orgazma yakın bir zevk aldığı her halinden belliydi. Dilenciye para verirken gösterilebileceği saygıyı, öğüt verirken bizden esirgemişti. Sanki tavsiyede bulunmuyor, Sibirya'ya kürek cezasına gönderiyordu beni. Babam, bütün onurlu adamlardan bekleneceği gibi içerlemişti bu lafa. Bana da kızıyordu muhtemelen, doğru düzgün çalışmadın şunun gibi adamların artistliğini çekiyoruz diyordu. Annem de sorduğuna soracağına pişman olmuştu, tebessümü yüzünde dondu. Babamın bakışları anneme neler diyordu neler. Bakışları okumada iyiyimdir. Mesele meslek lisesine gitmek değildi. Gidilirdi, dünyanın sonu değildi. Adamın o lafı söylerken ki tavrı, kibri, bizi hor görüşü... Koymuştu. Vermedi meslek lisesine babam, düz liseye gittim. Şu masanın başına her oturuşumda o laf geliyor aklıma şimdi. Elimde değil.

Hem kin tutmak da insana özgü bir eylem. Sana o lafı yedirmeyeni... Annemin "Şu adamın 'tuz' diye bağırışı da içimi yakıyor." sözüyle döndüm. Sokaktan o esnada geçen seyyar satıcıdan bahsediyordu. Babam bize primini -inşaat bekçiliğiyle, boyacılıkla, falanla filanla, bir de askerlik borçlanmasıyla- zar zor tamamladığı işçi emeklisi maaşı bırakarak aramızdan ayrılmıştı. Annem, ben ve ortaokula giden kız kardeşim için en uygun kiralık evi ararken, kuzey cephe bu "yüksek girişi" bulmuştuk. Karışık bir mahalleydi burası, her çeşit insan vardı. Onun için pek tercih edilmiyordu. Zemin kattı ama bodrumdan bin kat iyiydi. Annem öyle diyordu. Evde soba akşama doğru yakılırdı. Ders çalışırken dizlerim üşümesin diye, battaniyeyi etek gibi belime sıkı sıkı sarıp, kemerle sabitliyordum. Evin içinde kimono giymiş bir Japon gibi, küçük adımlarla dolaşıyordum. Şehrin en ucuz dershanesini arayıp bulmuştum. Dershane müdürü, bir milyoncu dükkânını batırmış da dershane sektörüne geçmiş gibiydi.

Ama bütün bunlara rağmen dışarısı hala acıyabileceğimiz insanlarla doluydu. İşte annem birine daha acımıştı. Halimize bin şükürdü. Seyyar satıcı her gün sokağımızdan geçerdi. Annem öyle deyince adamın durumunu bir kez daha ayrıntılı düşünmeye başladım. Her gün bu sokaktan geçiyordu. Bisikletli el arabasına dizdiği yarım ve bir kiloluk poşetlerde tuz satıyordu. Tuz. Sadece tuz. Her gün bu sokakta. Anlamaya çalıştım. Hadi her gün bu sokaktan bir hane bir kilo tuz aldı. Uzmanlar günlük ortalama tuz tüketiminin altı gram olması gerektiğini bildirse de, hipertansiyon filan dinlemeyen insanımız kişi başı günlük ortalama on beş gram tuz tüketiyor. (Danimarka'da filan yaşasan tümden aç kalırdın tuzcu abi.) Buna rağmen bir kilo tuz bayağı gider bir mutfağa. Tuz, uzak durulması gereken üç beyazdan gramaj olarak en az tüketilen olduğundan, şekerle unun tahtını sallaması da teknik olarak mümkün değil. Dünyada, kara yüzeyinin üzerini yüz elli metre kalınlığında kaplayacak kadar tuz var.

Hem bir kg tuz kaç paradır ki? "Tuuuz! Tuuuzcu!" diye bağırıyor bu esnada adam. O an bana da dokunuyor adamın hali. Onu akşama kadar bisikletli el arabasının üzerinde hayal ediyorum. Bordo süveteri, füme ceketi, solmuş kasketi ile sokak sokak gezip tuz satıyor. Akşam eve yorgun argın dönüyor. Şehrin kenar mahallerinin birinde oturuyor olmalı. Seyyar arabasını evin yanındaki kömürlüğe koyuyordur. Evinin girişine soğuğu kesmek için tahtadan derme çatma bir bölüm yapıp naylonla kaplamıştır. Ayakkabılarını buraya çıkarıyordur. Ceketini ve kasketini askıya asıyor, güneş görmeyen bembeyaz keli çıkıyor ortaya. Sobanın yandığı odaya giriyordur sonra. Soba yeni yanmış, gür gür sesi geliyor. İçeride genzi okşayan hafif duman, taze sıcak ve eski bir serinlik var. Bir kız çocuğu sobanın yanına uzanmış ödev yapıyor. En küçük evladı olmalı, birkaç çocuğu daha var, onlar okulda veya işte olabilir. Hanımı geliyor dışarıdan. Sobanın külünü dökmeye çıkmış ama külün içindeki yanmayan kömür parçalarını toplamayı da ihmal etmemiş.

"Hoş geldin." diye karşılıyordur kocasını, morarmış elleri gibi soğuk bir sesle. Mutlu olmak için bir sebebi yoktur çünkü. Kül tepsisini sobanın altına yerleştirip çıkıyor odadan. Örtülen kapının camı şıngırdıyor. Tuzcu, sağ omzunu somyaya verip sobanın yanına kuruluyordur. Bu köşe onun köşesi. Dertleri vardır, olmaz mı? Dertsiz insan mı olur? Ama bir an için unutur her şeyi akşama kadar maruz kaldığı soğuğun verdiği ezginlikle mayışır, bırakır kendini, yüzüne sahte bir huzur yayılır. Yemek hazır olana kadar uyuyacaktır belki. Bi dakika. Sar bandı geri. Peki bu adam neden tuz satıyor? Başka bir şey satsa ya, daha karlı meyve sebze, balon, pamuk şeker vs. Ya da eskicilik yapabilir. Naylon ev eşyaları satabilir. Sadece tuz satması fazla dramatik değil mi? Annemi bile yüreğinden vurdu baksana. Herhangi bir şeye inanmanın güçleştiği modern zamanlarda, ben de çarçabuk düşüyorum şüphenin ayartıcı kollarına. Dizimdeki battaniyeyi fırlatıp atıyorum. Oğlum nereye diye sesleniyor ardımdan annem.

Bu tuzcuda bir numara var. Kapüşonluyu giyip çıkıyorum sokağa. Tuzcuyu on metre gerisinden takip ediyorum, koşar adım. Her çevrilişinde ritmik gıcırtı geliyor pedaldan. İlerledikçe anonsunu yineliyor. "Tuuuz! Tuuuzcu!" Benim hislerim kuvvetlidir bu adamda bir şeyler var. Yaklaşıyorum. Pedal çevirdikçe görünüp kaybolan çorap dikkatimi çekiyor. Çorabın üzerinde bir amblem görüyorum. Yakaladım işte seni tuzcu efendi! Abicim bu marka çorabı sen nerden aldın? O çorap fiyatına kendime eşofman altı alırım ben. İddiamda haklı çıkmanın verdiği hevesle daha istekli atıyorum adımlarımı. Yürüyüşüm filan değişiyor, gizem havasına kaptırıyorum kendimi. Kapüşonu kafama çekiyorum. Laan! Bi yerlerden müzik duyuyorum sanki! Mahalleden çıkmıyoruz ama yarım saat kadar daha dolanıyoruz sokak sokak. Tuzcunun yörüngesindeyim, durunca duruyor, yürüyünce yürüyorum. Eski bir binanın yanında duruyor. İzbe dükkânın kepengini gürültüyle kaldırıyor, kapıları açıp bisikletli el arabasını içeri alıyor.

Dükkânın içi zifiri karanlık, fark edilmeyecek kadar yaklaşıyorum ama bir şey görünmüyor. Biraz sonra lüks bir araç yanaşıyor. Tuzcu çıkıyor dükkândan. Ama başka biri çıkıyor sanki. Kılığı kıyafeti düzeltmiş. Eski kıyafetlerden eser yok, kasketi filan atmış. Güneş görmeyen beyaz keli filan da yok adamın. Güneş gören bir keli de yok. Keli yok adamın! Aksine gayet saçlı. İlginç bir şekilde babamı andırıyor bu adam. Arabanın şoförü ihtiramla koşup dükkânın kepengini indiriyor. Tuzcu olarak bildiğim adam ceplerini filan kontrol ediyor, siyah paltosunun yakasını düzeltiyor. Benim durduğum tarafa doğru bakıyor ama beni fark ettiğini zannetmiyorum. Köşe başı bekleyen sıradan kapüşonlu bir gençten başka neyim ki ayrıca. Şoför ellerini birbirine vurarak direksiyon mahalline koşuyor. Tuzcu arkaya oturuyor. Makam asaletiyle çekip gidiyor araba. Öylece kalıyorum. Ulan işe bak be. Olup biteni anlamakta güçlük çekiyorum. Olayı ne acaba bu adamın? Nasıl sezdim ama ondaki tuhaflığı, kendimle gurur duyuyorum.

Aslan Akbey keşfet bendeki cevheri! Kapüşon kafamda ama müzik sustu sanki. Ajancılık kısa sürdü, şimdi gerçeklere dönelim. A noktasından IBCI kenarına bir dik çıkarmalı, hayata a dersek ve a irrasyonel bir sayı ise nelerin kesinlikle yanlış olduğunu bulmalıyım. Odama, masama dönüyorum. O sene ÖSS'den derece yapıyorum. Eşit ağırlıkta il 17.si, Türkiye 256.'sı oluyorum. Derece gibi derece değil ama olsun, derece derecedir. Ortaöğretim başarı puanım beni biraz geriye çekiyor. İlk tercihim olmasa da üçüncü tercihime yerleşiyorum. Dershanemiz için bu kadarı bile büyük bir başarı. Dershane müdürü olayları abartmakta gecikmiyor, bir basın toplantısı düzenliyor. Dershanenin logosunu taşıyan bir tişörtü geçiriveriyor sırtıma. Boynunu geriye atıp, hindi gibi bir kabarışı var ki görmelisiniz. Yerel basının tüm temsilcileri orada. Müdür eliyle boynuma yapışıp hizasına çekiyor beni, flaşlar patlıyor. Annem bir kenarda gözyaşlarını yazmasının kenarıyla siliyor. "Rahmetli baban..." diyor. Gelmiyor devamı.

Dayım elimden tutuyor sağ olsun. Kayıt işlemleri, yurt ayarlanması, burs arayışları derken pek çok iş hale yola koyuluyor. Dayım, biz burada bacıma ve yeğenime göz kulak olacağız tabii ki, diyor, gözün arkada kalmasın. Üniversitenin açılışı için gün sayıyorum artık. Düğün vesilesiyle akrabaların buluştuğu bir ev oturmasında çokbilmiş akrabamı görüyorum. Dört gözle beklenen bir karşılaşma. Tam karşımda tekli koltukta oturuyor. The Shining filmindeki Jack Nicholsun'ın en pis gülüşlerinden birini atıyorum ona. "Nooooldu lan godoş? Hani bizi bir şeylere layık görmüyordun?" Umarım o da bakışları okumada iyidir. "Avukat olacaksın ha?" diyor. Bu adamda hala kibir var. Son heceye bastırarak havalı bir tonla "Bakacağız." diyorum. Kibre karşı kibir sadakadır sonuçta.

İki

Günlerdir dinmeyen yağmurun ardından hava açık. Kampın girişindeki ultra lüks konteynerin önünde kamp sandalyeme kurulmuş, çamurun içinde koşturan çocukları izliyorum. Bir zamanlar dizlerimde Bünyan battaniyesi, her bir desenini ezberlediğim tül perdenin ardından oyunlarını izlediğim çocuklardan hiçbir farkı yok bu çocukların. Dünyanın bütün bebekleri, dünyanın bütün çocukları ayrı bir milleti oluşturuyor sanki. Farklı anne ve babalardan, farklı renklerde doğsalar da onlar öz kardeşler. Başka türlü nasıl izah edilir tüm bebeklerin aynı şekilde gülmesi, aynı şekilde mahcup olması, aynı çığlıkla ağlaması. Ülkemden çok uzakta dünyanın diğer ucundayım. Uluslararası İnsan Hakları Örgütü'nün görevlisi olarak, Bangladeş'te Kutupalong Mülteci Kampı'nda. Üniversite yılları bende büyük değişimlere neden oldu. Hayatı daha iyi anladığım, insanları tanımaya başladığım, zorluklarla cebelleştiğim, iliklerime kadar aşkı hissettiğim günler geçivermişti peşi sıra.

O yıllar bir masumiyet yitimiymiş şimdi anlıyorum. Taşradan gelen bir genç olarak profesyonel hayata hızlı uyumum beni de şaşırtmıştı. Gözüm açılmıştı sonunda. Büyükşehir beni korkutmuyordu. İnsanlarla tanışıyor, kaynaşıyor, ikna ediyor ve onları örgütleyebiliyordum. Okul sonrası saldırdım pek çok alana. Geri adım atmıyordum, hiçbir zorluk beni yıldırmıyordu. Ufkumu geniş tutmam ve büyük oynamaya duyduğum açlık, alanımla ilgili sıradan mesleklerden uzaklaştırmıştı beni. Bir hırs patlaması yaşamış olmalıyım. Çocukluğumun geçtiği çevrede ağırbaşlılık para etmiyordu çünkü. Birini övmek için "uyanık" kelimesinin kullanıldığı bir ortamda sizin beyfendi duruşunuz "tembellik" olarak algılanıyordu. Bilinçaltıma yerleşen bu duygu yıllarca genleşerek sıkıştırmıştı beni ve sonunda patlamıştı işte.

Kısa bir süre sonra uluslararası bir insan hakları örgütü beni kabul etti. Hukuk alanıyla ilgili çalışmalara katkı sağlayacaktım. Hazırladığım raporlarla, gayretli ve özverili çalışmalarımla kısa sürede göze girmeyi başarmıştım. Pek çok ülkeye gidiyor, sayısız toplantılara, konferanslara, çalıştaylara katılıyordum. Örgütün benden beklentisi oldukça büyüktü, bütün çalışmalarda gözler beni arıyordu. İnsan hakları alanında çalışan bir meslektaşımla evlendim. Annemi ve kız kardeşimi yanıma aldım. Bana yakın bir semtte ev tuttuk onlara. Aradan geçen yıllar boyunca çalışmalarımı titizlikle ve özveriyle yürütüyordum. Zorlu coğrafyalara gidip incelemelerde bulunuyordum. İnsan hakları alanında hazırladığım raporlar büyük yankı uyandırıyordu. Sahada yaptığım çalışmalar, araştırma yaparken uyguladığım yöntemler şaşkınlık uyandırsa da örgüt çalışmalarımla gurur duyuyordu. Yayımlanan raporlar yüzünden baskı gördüğüm de oldu. Ama bu durum beni yıldırmaya yetmiyordu, yaptığım işe inanıyordum. Uzun yıllar yurtiçi ve yurtdışı yaptığım seyahatlerden, zorlu çalışma şartlarından yorgunum artık. Belki böyle ansızın yorulmamda artık elliye yaklaşan yaşımın ve birkaç yıl önce kaybettiğim annemin bıraktığı boşluğun etkisi vardır, bilemiyorum.

Artık saha çalışmalarından ziyade danışman olarak bulunmak istiyorum örgütte. Ben böyle planlar yaparken Kutupalong görevi nedeniyle buraya geldim. Altı aydır bu leş gibi iklimde çalışmak beni ziyadesiyle yordu. Dün iki arkadaşlarını sel nedeniyle kaybeden çocuklar çıplak ayaklarıyla sevinç çığlıkları atarak koşturuyorlar. Hayat veya ölüm, oyun devam ediyor. Konteynerdeki çalışma masama dönüyorum. Örgüt genel merkezinden bir e-posta gelmiş. Heyecanla okuyorum. İçinde memleketimin de bulunduğu bir bölgede, mültecilerin yaşadığı insan hakları ihlalleri konusunda bir rapor hazırlamam isteniyor. Kendi akıllarınca bana tatil veriyorlar. Pek çok şehri kapsayan uzun soluklu bir çalışma. Yıllar sonra tekrar yaşadığım şehre gitme fikri bana sıcak geldi. Türkiye'deki asistanıma bir e-posta gönderip gerekli hazırlıkları yapmasını söyledim. Yaklaşık beş hafta sonra bölgeye intikal ettik. Bir zamanlar yaşadığımız o zemin kat dairenin bulunduğu mahalle şimdilerde mültecilerin yoğun olarak yaşadığı bir yere dönüşmüş.

Refah seviyesi yükselen orta sınıf -bir dönemin kasabalıları- daha lüks semtlere taşınırken yerini Suriyeli, Iraklı, Afganistanlı göçmenlere bırakmış. Araştırma yapılacak bölgeye lüks araçlarla, takım elbiselerle girip orada bulunan halkı deney faresi gibi gören bir çalışma içine girmek mi? Asla. Ben böyle bir şey yapamam. Bir zamanlar Osmanlı padişahlarının yaptığı gibi tebdil-i kıyafetle bölgeyi gezmeyi, aralarına karışmayı, yaşantılarını şahitlik etmeyi isterim. Devletin ve yerel halkın mültecilere nasıl davrandığını yakinen görmek isterim. Göçmenlerin yaşadığı zorluklara, maruz kaldıkları ayrımcılıklara içeriden bir gözle bakmayı tercih ederim. Asistanımdan bu konuda hazırlık yapmasını rica ettim. Ve bir sabah seyyar satıcı kılığında sokaklara indim. Sattığım şeyin önemi yoktu, maksadım insanlarla temas etmek, gözlem yapmaktı. Kadınlarla çocuklarla kısa sohbetler etmek, aralara cevapları işime yarayacak sorular sıkıştırmak istiyordum.

Üç

Uzun ve yorucu bir günün akşamıydı. Sokak sokak dolaşmış, soğuktan ezilmiştim. Bir an önce otel gitmek, sıcak bir duş alıp yatağa atmak istiyordum kendimi. Biraz dinlendikten sonra aldığım notları toparlayacaktım. Asistanımın mahallede kiraladığı boş dükkâna seyyar arabayı koydum. Rol gereği giydiğim kıyafetleri çıkarıp, kendi kıyafetlerimi giydim. Dışarı çıktığımda şoför gelmişti. Telefonumu ve cüzdanımı kontrol ettim. Paltomun yakasını düzelttim. Köşe başından "gençliğim" beni izliyordu. Kafasına kapüşonu geçirmiş fark edilmediğini sanıyordu. Şoföre otele dönmesini, biraz yürümek istediğimi söyledim. Yürüyerek otuz yıl önceki "gencin" yanına gittim. Bana baktı, şaşkın görünmüyordu. Koluna girdim, dostça yürümeye başladık. Yol boyunca hiç konuşmadık. Konuşulacak bir şey yoktu, ikimiz de durumun farkındaydık.

Apartmanın önüne geldik. Kolumdan çıkıp apartman kapısına doğru yürüdü. Kaldırımda durup, ellerim paltomun ceplerinde onun uzaklaşmasını izledim. Dönüp bir kere bile bakmadan apartmana girdi. Birazdan anahtarıyla kapıyı açacak, masasına oturacak, çözemediği soruyla cedelleşmeye devam edecekti. Derslerine yeterince çalışmayacak, karşısında duran tül perdeye bakıp hayallere dalacaktı. Haliyle ÖSS'den iyi bir puan alamayacaktı. Yirmi üçüncü tercihine yerleşip, ücra bir şehre okumaya gidecek, İİBF ordusunun ihlaslı bir neferi olacaktı. Bu düşüncelerle sokağın başına doğru yürüdüm. İlerledikçe ayaklarımdan başlayıp bacaklarıma doğru silinmeye başladım. Her bir adımımda opaklığımı yitiriyordum. Sokağın başına geldiğimde tamamen silinip yok oldum.

  • Bunu daha uzun yazacağım ama şimdilik burada dursun ki unutmayayım. Birkaç gündür şu soru kemiriyor zihnimi. Yoksullukla sefalet arasındaki o bıçak sırtı noktada bir kere bile salınmamış birisi Dostoyevski'yi gerçekten anlayabilir mi? Hayır efendim! Dostoyevski her okurun yazarı olamaz! Düşmemek için tutunduğu son dal parçasının ucunda titrerken sefalet denen canavarın nefesinin kokusunu yüzünde duymayan hiç kimse Dostoyevski okuru değildir! İmkânsız! Empati de bir yere kadar. Ya da bilmiyorum, merhaba sınıfsal öfke… Hiç mi gitmedin, hep mi oradaydın? (A.E.)