Üç Hikaye

ÖMER ÇELİK
Abone Ol

Üç arkadaşız biz. Sazını sırdaş belleyip yola çıkan üç âşığız. Üçümüz de kendi kendimize sökmeye uğraşmışız âşıklığı yıllarca. Ne ustamız olmuş ne de rüyayla müjdelenmişiz. Sapa köylerin ıssız yollarında rastladık birbirimize.

Sık ağaçlı, karanlık ormanda ilerliyorduk uzun süredir. Rica minnet önümüze kattığımız köylü, iki adımda bir etrafına bakıyordu endişeyle. Bir omzumuzda heybelerimiz bir omzumuzda sazlarımız, helak olmuştuk saatlerdir yürümekten ama gıkımızı bile çıkarmıyorduk. Bir kez söz vermiştik birbirimize, dönemezdik. Hem rehberimiz bizde en ufak bir isteksizlik gördüğü an son verirdi yolculuğa. Üstlendiği işi bir an önce bitirip ayrılmak istiyordu yanımızdan.

Nihayet korkunç devirler kadar uzun ormanın sonuna geldiğimizde, heybetli bir dağ karşıladı bizi. Köylü soluğunu seslice salarak “Vardık,” dedi. Şaşkınlıkla baktık ona. Bir yere vardığımız yoktu ki. Önümüzde çetin bir mücadele yükseliyordu sadece.

İşaret parmağını dağa doğru uzatarak “Şu mağarada,” dedi. Bu, yokuş yukarı, oldukça zahmetli bir yolu aşmamız gerektiğini gösteriyordu. Kenan hayretle “Sen gelmeyecek misin?” diye atıldı. “Ağzına kadar götürseydin bari. Nasıl tırmanacağız ta oraya?”

Köylü başını hararetle sallayarak “Hayır, gelemem,” diye karşılık verdi. “İlerleyeceğiniz patikayı gösteririm, onu kaybetmezseniz kolayca ulaşırsınız mağaraya.” Ardından durdu ve tedirginlikle ekledi “Bana kalırsa bu deliliğe hiç kalkışmasanız daha iyi ya.”

1

Bir âşıktan dinlediğim ilk hikâyedir bu. Belki o yüzden bu kadar sevdim, belki hikâyeden daha çok, hikâyenin başından geçtiği âşığı sevdim, ona özendim.

Yıllar yıllar önce, bizim gibi gariban bir âşık yaşarmış dünya üstünde. Bizim gibi demem lafın gelişi, çünkü yüreciği büyükmüş hepimizinkinden. O kadar büyükmüş ki garibanlığını dert etmezmiş asla, dünyanın en şık elbisesiymişçesine taşırmış üstünde. Hoş, bunu da bilerek yapmazmış, yaşayıp gidermiş kendi hâlinde.

Köy köy gezip türküleri art arda dizerken, köyün birinde, çeşme başında rastlamış âşıklığına vesile olan rüyada gördüğü güzele. İçi yanmış yıllar önce gördüğü rüyadaki gibi. Düşüp kalmış oracıkta.

Gözlerini köy kahvesinde açınca başlamış başından geçenleri anlatmaya. Gördüğü rüyanın cezbesiyle aşka tutulduğunu, rüyasındaki ahuyu bulmak için yollara düştüğünü, zaman içinde onu bulmaktan umudu kesip türkülerle dost olduğunu dillendirmiş dert ortağı bellediği sazıyla. Hâlini görenler, yanık sesini duyanlar acımışlar kendisine çünkü gencin derdine yokmuş derman. O kız köyün en zengin ağasının biricik kızıymış. Zengin olması bir yana, adam gudubet ruhlunun tekiymiş.

Bunu duyan âşık, köy kahvesindeki tabureye çakılıp kalmış; sabaha kadar ağlamış, ağlamış. Derler ki, kahvenin toprak zemini, çamura dönmüş gözyaşlarından.

Ertesi gün de düşmüş yataklara.

Bakmışlar ki böyle olmayacak, köyün ileri gelenleri vermişler kafa kafaya. Düşünmüşler taşınmışlar, konuşmaya karar vermişler ağayla. Yanlarına kendilerine kulak veren, ağaya yakın olan birkaç mal mülk sahibini daha alıp varmışlar adamın huzuruna. Anlatılanları duyunca elbette küplere binmiş Ağa. Âşığa “Çulsuz!” demiş. “Hadsiz!” demiş. “Akılsız!” demiş. Demiş de demiş. Bakmış ki ne dese cevabı var karşısındakilerin, en sonunda “Doğru söylediği ne belli?” demiş. “Belki de duydu benim servetimin azametini, üstüne konmak için böyle bir plan yaptı. Ne yapayım yani? Hiç tanımadığım bir adama mı emanet edeyim kızımı?”

Buna verecek cevap bulamamış aracılığa gelenler. Ne yapsak ne etsek diye düşünürken Ağa “Madem kızımı ölesiye istiyor, hak etsin o zaman,” demiş. “Bir âşık çıkarayım karşısına, atışsınlar. Eğer yenebilirse onu, derim ki esaslı çocukmuş. İşte o zaman verdim gitti kızımı.”

İçlerine sinmemiş bu teklif ama el mahkûm kabul etmişler, ayrılmışlar ağanın yanından. Ertesi gün toplanmışlar kahvede. Ağa yapacağını yapmış, civarın en usta, bileği bükülmez âşığını çıkarmış bizimkinin karşısına.

Saatler sürmüş atışma. Birbirinden karmaşık muammaları teker teker çözmüşler, her muammada biraz daha güçten düşmüşler. Başlangıçta bakanın bir daha baktığı âşığın yüzündeki güller solmuş yavaş yavaş. Kelam kadar ağır bir hüzün çökmüş üzerine. Bunun nedeni, zihnini yoran muammalar değil, aşkını ispat etmek zorunda kalmasıymış. Yalan söyleme ihtimalinin düşünülmesini kaldıramıyormuş asil yüreği. Hüznü gittikçe taşınması zor bir hâl almış. En sonunda bizim âşık, düşürmüş elinden tezenesini. Yollara serdiği ömrüne bakarcasına bakmış ona. Bırakmış sazını kenara, kalkmış ayağa. Dikmiş gözlerini yukarıya. Gözünden süzülen iki damla, can havliyle toprağa düşerken yürek yakan bir haykırış çınlatmış kahveyi. Bir bakmışlar ki âşık cayır cayır yanmakta. Kimse söndürmek için hamle yapmaya vakit bulamadan, başladığı gibi bitmiş bu inanılmaz yangın.

Âşıktan geriye bir avuç kül kalmış sadece.

Üç arkadaşız biz. Sazını sırdaş belleyip yola çıkan üç âşığız. Üçümüz de kendi kendimize sökmeye uğraşmışız âşıklığı yıllarca. Ne ustamız olmuş ne de rüyayla müjdelenmişiz. Sapa köylerin ıssız yollarında rastladık birbirimize. Önce ben Kenan’la karşılaştım. Ekmeğimi, suyumu bölüştüm. Baktık iki kişi, bir kişiden daha kolay başa çıkıyor eşkıya, kurt, hastalık korkusuyla, amansız sıla tutkusuyla, böyle devam etsin bir süre dedik. Çok geçmeden Fehmi de katıldı bize.

Âşıklıkla dolduramadığımız boşluğu dostlukla doldurmaya çalıştık ama olmadı.

Olmadığını ilk kez Kenan itiraf etti, içimizde en cesur odur çünkü. “Âşık mıyız biz de!” diye kükredi bir gece. “Yollarda geçiyor ömrümüz ama gittiğimiz yerlerde ne bir nam bırakabiliyoruz ne bir heves uyandırabiliyoruz. Tek yaptığımız milletin gönlünü eğleyip aç karnımızı doyurmak. Hızır görse hâlimizi, tükürürdü yüzümüze. Hoş gerçekten âşık olsak, Hızır’ı çoktan rüyamızda görmüştük, elinden bademizi içip ömrümüzü uğruna harcayacağımız dilberin hayaliyle yanmıştık ya.”

O gece Kenan’ı avutmak adına bu işi gönlümüzden geldiği için yaptığımızı, hiçbir şey beklemediğimizi, zaten bir şeyler beklersek asla âşık olamayacağımızı söylemiştik ama biz de içten içe katılıyorduk ona. Eksikti bir şeyler, belki de biz eksiktik.

O günden sonra bir hâller oldu hepimize. Ulaşamadığımız o rüyanın arzusu yaktı kavurdu içimizi. Her gece heyecanla uykuya dalar, hüsranla uyanır olduk.

Bu köye vardığımızda köylülerin ilk sorusu, rüyamızda Hızır’ı görüp görmediğimiz oldu. Boyun büküp söyledik gerçeği. Burun kıvırdılar bize. İçlerinden biri “Hızır yanı başımızdayken nasıl cesaret ettiniz buraya gelmeye?” diye çıkıştı. Anlamadık. Sonra görmüş geçirmiş bir aksakallı anlattı her şeyi. Köyün ucundaki ormanın sonundan itibaren başlayan dağları yıllardır Hızır’ın mesken tuttuğunu. İlk zamanlar, civardan vakitli vakitsiz kendisini görmeye gelip edepsizlik edenlerin öfkesinden zor kurtulduğunu. Köyden geçip dağa giden, dönmeyen bir sürü zavallı olduğunu ve dağın yamacındaki, insana benzeyen kayaların onların akıbetini fısıldadığını. Sonraları köylünün gereken hürmeti gösterip rahatsızlık vermeyi bıraktığını ve bu sayede suların durulduğunu.

Kenan aksakallının eteklerine yapışıp “Bizi ona götürün,” diye yalvardı. Adamcağız “Yapma, etme evladım, hiddetli bir anına denk gelirsen taş olursun,” dese de dinletemedi. Göze almıştı her şeyi, yarım âşık olmaktansa taşa dönmeyi yeğliyordu.

İşin garibi, baştan karşı çıksak da sonunda biz de takıldık peşine. Dediğim gibi, aynı şeyleri düşünüyorduk aslında ama biz, düşündüklerimizi söyleyecek kadar gözü kara değildik sadece. Aksakallının yardımıyla bir rehber bulduk kendimize, verdik yüzümüzü ormana.

Madem Hızır rüyamıza girmiyordu, o hâlde biz gidecektik ayağına...

2

Bu hikâyeyi, dünyadan uzak bir dağ köyünün başında, koyunlarını otlatan ahretlik bir çobandan dinledim. İnsanın kanını delirten, yiğitlik kokan bir türkü getirmişti beni ona. Türküyü bitirince ozanını sordum. “Âşık Selim” diye cevapladı sorumu. Adını ilk defa duyduğum ozanın başka türküsü olup olmadığını sordum bu sefer. “Âşık Selim ömrü hayatında tek türkü söylemiştir,” dedi ve güneş ufukta batarken anlattı Âşık Selim’in tek türkülük serüvenini.

Selim, gökyüzüne yakın köylerin birinde, kimsesiz bir çobanmış. Sürülerin içinde doğmuş desek yeriymiş. Anası onu doğururken göçmüş öteki dünyaya. Babası içli adammış, evlenmemiş; zaten evlenmek istese de bulamazmış fakirliğine ortak edecek kimseyi. Selim onuna basmadan babası da vefat edince kalmış köylülerin teslim ettiği sürüyle baş başa.

Köylüler, çekip çeviremez diye elinden almaya yeltenmişler sürüyü. Gözlerinden sakındıkları koyunlarını bir çocuğa emanet etmek istememişler. Karşı çıkmış küçük çocuk. Ağlamış, yalvarmış, inatlaşmış; sonunda ikna etmiş onları.

Yıllar sulara taş çıkarırcasına akıp gitmiş. Koyunların arasında büyümüş Selim. Uzak kalmış dünyadan, insanlardan. Kötülük nedir, çıkar nedir, hesap nedir bilmemiş. Karnı doyunca tokluğuna, kursağından ekmek geçmeyince karnını doyurduğu günlere şükretmiş.

Bu güzel günler, sürüden bir koyunun kaşla göz arasında kaybolmasıyla sona ermiş. Sonra bir diğerinin. Aynı günde üç koyun kaybolunca telaşa kapılmış köylüler. Birkaç gün içinde herkes geri almış hayvanlarını. Selim de hak veriyormuş köylülerin korkularına. Söz dinlemez koyunların tekinsiz ormana kaçtığını, başlarına ne geldiyse orada geldiğini önüne gelene anlatıyor, artık koyunları oradan uzak tuttuğuna yeminler ediyor ama inandıramıyormuş kimseyi. Selim’i asıl üzen sürüsünün elinden alınması değil, hakkında çıkan ipe sapa gelmez dedikodularmış. Köylülerin bir kısmı, hayvanları el altından sattığına inanıyormuş günahsız öksüzün.

On beşine kadar tanışmadığı bir kederle girmiş yatağına o gece. İnsanların gerçek yüzlerini bu yaşa kadar görmediğine şükretmiş yine de. Fakat rahat değilmiş içi. Adını temize çıkarmak için yana yakıla dua ederken uyuyakalmış. Temiz kalpli çobanın duaları kabul olmuş, çaresizlik içinde açılan elleri boş kalmamış. Hızır girmiş rüyasına, er dolusu içmiş onun elinden. Badenin içini kavurmasıyla açmış gözlerini. Bambaşka biriymiş artık.

Giyinmiş bir hışımla. Kapının önüne çıkmış gecenin kör karanlığında. Sonra bir türkü haykırmaya başlamış ki ne haykırmak. Avaz avaz. Gök gürültüsüne benzeyen sesi duyanlar merakla çıkmışlar kapı önlerine. Görenler tanıyamamış Selim’i. O olduğuna inanamamış. Duruşu keskin kılıçları andırıyormuş, yürüyüşü söz dinlemez boğaları. Yanına yaklaşmaya cesaret edememiş kimse. Türküsünü okuya okuya adımlamış köyü baştan sona. Geceden karanlık ormana dalmış bir an olsun duraklamadan.

Âşık Selim’i o geceden sonra bir daha gören olmamış fakat köylüler ertesi gün, ormanın girişinde upuzun, sivri dişleri olan, kapkara bir canavarın leşini bulmuşlar.

Karşısında tir tir titrediğimiz adamın gözleri, anlamını çözemediğim bir parıltıyla doldu. Bu bir anlamda hikâyeyi beğendiğine yorulabilirdi fakat aklım, hiçbir konu hakkında berrak şekilde düşünemeyecek kadar karışmıştı. Adam, önceki hikâyede olduğu gibi bir şey demeyerek bizi tedirginliğin karanlığında bırakmayı tercih etti ve bana dönerek “Sıra sende,” dedi.

Mağaranın girişinde karşılamıştı bizi. Bakışlarının misafirperver olduğu söylenemezdi. Bunu Kenan da fark etmiş olmalı ki onu gördüğü an başını hürmetle eğerek “Siz Hızır mısınız?” diye girdi lafa. Köylüler burayı işaret etmişti ama karşımızdaki adam, bunu kendisine sormamız gerektiği fikrini uyandırmıştı hepimizde çünkü yirmimize yeni basan bizlerden ancak yedi, sekiz yaş büyük gösteriyordu.

Adam bıkkınlıkla “Değilim desem inanmayacaksınız,” diye karşılık verdi. “Hızır’ım desem inanmak için keramet bekleyeceksiniz. Sıkıldım insanların tatmini zor şüphelerinden. Niye geldiniz buraya? Köylüler anlatmadı mı sizin gibi maceraperestlerin akıbetlerini?”

Bu sefer Fehmi aldı sözü. Kısaca tanıttı bizi. Rüyamızda alamadığımız eli, hayatta almak için kelle koltukta geldiğimizi söyledi usulünce. Hükmü karşısında boynumuzun kıldan ince olduğunu da ilave etti. Yumuşar gibi oldu adamın çehresi. Oturmamızı işaret etti, kendi de kuruldu karşımıza. Ardından “Âşıksınız demek,” diye mırıldandı. “Üç âşık.” Bakışlarını toprağa sapladı, dalıp gitti. Aramıza yeniden dönünce bakışlarını dikkatle gezdirdi üzerimizde ve “Birer hikâye anlatmanızı istiyorum,” dedi. “En sevdiğiniz hikâyeyi anlatacaksınız. İnsanı tanıtan kendisi değil, hikâyesidir çünkü. Türküyle süslemenize gerek yok, kara hikâye olsun. Hikâyeleri dinledikten sonra karar vereceğim ne yapacağıma.”

3

Bu hikâyeyi severim çünkü bana insanın garip tabiatını hatırlatır onu her anlattığımda. İnsanlardan korkmam gerektiğini öğütler ve aynı zamanda onlara acımam gerektiğini. Fakat en önemlisi, öncelikle sevmem gerektiğini.

Bilirsiniz, saz çalamayan âşıklar, bu işi sofulara bırakır. Sofu çalar, âşık söyler, böylece havalanır türkü. Âşık Mahcubî de sofuyla gezen âşıklardanmış. Bu mecburiyeti de mahlası da rüyada sunulan badenin hepsini içememesinden mütevellitmiş. Kısmet işte. Pirler “Badenin tamamını içemedin, âşıklığın da yarısına rıza göster,” deyip sadece söz söyleme kudreti vermişler âşığımıza.

Eksikliğine rağmen yılmamış Mahcubî.“Pirler böyle münasip gördülerse vardır bir hikmeti,” demiş, düşmüş rüyasında gördüğü ay yüzlüyü bulmak için yollara. Daha ilk köyde rastlamış sofusuna. Tabii o zamanlar sofu falan değilmiş Rıfat, alelade bir marangoz çırağıymış. Mahcubî, badeli âşık olmasına rağmen belki bir usta bulurum, saz çalmayı da öğrenirim diye yanına aldığı dede yadigârı sazını, yara beresini onarsın diye vermiş Rıfat’a. Bakmış ki Rıfat için sazın gözünün bebeğinden farkı yok, dilinden de az çok anlıyor, kanı kaynamış yaşıtına. Anlatmış başından geçenleri ve “Gel beraber çıkalım bu yolculuğa,” demiş.

Baştan kem küm etmiş Rıfat. Sonra bakmış ki hem akşamları yolunu gözleyen kimsesi yok hem orada kalsa ne uzayacak ne kısalacak... Takılmış Mahcubî’nin peşine.

Uzunca bir süre gezmişler dağ tepe. Bir zaman sonra, ünleri kendilerinden önce varır olmuş gittikleri yerlere. Mahcubî’nin türküleri dilden dile yayılmış. Rıfat sazın üstadı olmuş iyiden iyiye. Onları dinlemeye gelenler sığmamış kahvelere. Evlerinde misafir etmek için ağalar yarışır olmuş birbirleriyle.

Tüm bunlara rağmen mutlu değilmiş Rıfat.

Üstüne titremesine, bir dediğini iki etmemesine karşın ölesiye kıskanıyormuş Mahcubî’yi. Aldıkları her alkışın ona olduğuna vehmediyormuş. Kızıyormuş gidecekleri yönü onun tayin etmesine. Mahcubî’nin, güzelliğini her fırsatta kendinden geçerek anlattığı ay yüzlü, hilal kaşlı, şeker bakışlı afete günün birinde kavuşacağını düşününce uykuları kaçıyormuş. “Saz bile çalamıyor,” diyormuş kendi kendine. “Bade içtiği ne belli? Hem ben o türküleri bade içmememe rağmen daha güzel söylerim.”

Gün geçtikçe daha çok düşünür olmuş bunları. En çok da sırtlarını birbirlerine dayayıp ıssız ağaç altlarında uyudukları gecelerde. “Kimse bilmez.” diye fısıldıyormuş kulağına birileri. “Beni bırakıp gitti dersin. Nerede olduğunu bilmiyorum dersin. Bekçisi değilsin ya.”

Bir gece, ıssız bir ağaç altında, nankörlüğünün yıllarca beslediği öfke galip gelmiş ve Rıfat, uykusunda kıymış Mahcubî’nin canına.

Zavallı aşığın debelenmesi sona erince titremeye başlamış katilin elleri. Hâlbuki iş üstündeyken mengene gibi kararlıymışlar. Çünkü onu vehimlerden vehimlere sürükleyen kin ve öfke, istediklerini yaptırınca çekilmişler aradan. O an kimi öldürdüğünü görmüş Rıfat. Dostunu, yoldaşını, kardeşini... Fani dünyadaki tek ve en yakınını... Diğer yarısını...

Derler ki, duyduğu pişmanlığı kaldıramamış kalbi, yığılmış biricik dostunun üstüne...

Anlatmayı bitirdiğimde bozulmadı yüzündeki boş ifade. Gözlerini yumdu sadece. Bir şeyler mırıldandı sessizce. Üçümüz soran gözlerle bakıyorduk birbirimize. Hiçbirimiz kestiremiyorduk ne yapacağını.

“İşte şimdi tanımış oldum sizi,” dedi ardından. Sıcaktı sesi, ilk kez. “Elbet benim de kendimi tanıtmam gerek. En sevdiğim hikâyeyi anlatmam... Benim en sevdiğim hikâyeyi sanırım duymuşsunuzdur. Hz. Süleyman’ın ölümsüzlüğü reddetmesiyle ilgili olan şu ünlü kıssayı.”

Hızır’ın gözüne girme isteğiyle “Evet!” diye atıldı Kenan. “Hz. Süleyman’a ab-ı hayattan içme imkânı veriliyor. O da çevresindeki tüm canlıları toplayıp istişare ediyor meseleyi. Sonunda bütün sevdiklerinin teker teker öldüğünü görmeye tahammül etmenin güçlüğünü düşünüp vaz geçiyor içmekten.”

Adam başını acı damlayan gülümsemesiyle salladı. Anlayamayacağımız kadar üzücü bir olayı hatırlamış gibiydi. “Çok doğru,” diye tasdik etti sesi titreyerek. “Ölümsüzlük aranmamalı, aksine kaçılmalı ondan.”

Duyduklarımızı anlamakta zorluk çekiyorduk. Hızır ölümsüz olmaktan mı yakınıyordu?

Gözlerimizin içine özür dilercesine bakarak “Ben Hızır değilim,” dedi. “Ölümsüzlük lanetiyle sarmalanmış bir garibim sadece. Artık hatırlayamadığım kadar uzun zaman önce sizin gibi bir âşıktım. Dağ bayır gezer, rastladığım herkese sergüzeştimi, aşkına talip olduğum güzeli anlatırdım sazımla. En büyük korkum, ona kavuşamadan ölmekti. Belki de bu korku çeldi aklımı. Bir gün, hakkında hiçbir şey duymadığım bir yöreye düştü yolum. Etrafta kimsecikler yoktu. Tabiat âdemoğluna göstermemişti sanki burada yüzünü, buyur etmemişti civarına. Ne tarafa gideceğimi kestirmeye çalışırken epeyce vakit geçti. Karnım acıkınca kuş avladım sapanımla. Onu yıkamak için su ararken masmavi bir göl çıktı karşıma. Açlığın telaşıyla kuşu suya daldırmıştım ki cansız kanatların çırpındığını fark ettim. Korkuyla açtım ellerimi, havalanıp gitti kuş. O an anladım; ab-ı hayatın keşfedildiği an yer değiştiren kaynağını bulmuştum. Artık sudan içsem de bir şeye yaramayacağına hayıflanırken ellerim geldi aklıma. Ellerim ıslaktı hâlâ. Ellerimde ne kaldıysa çektim içime hiç düşünmeden. Mutluydum, sevdiğimi bulmadan ölmek yoktu artık.”

Durdu, kaçamak bir hareketle sildi gözlerini. “Buldum da,” diye devam etti. “Baldan tatlı yıllar yaşadım onunla. Çocuklarımız, torunlarımız oldu. Kocaman bir ailem oldu. Her anlarını zevkle izledim. Büyüdüler, yaşlandılar... Sonra... ölmeye başladılar. Eşim gitti ilkin. O gidince yapayalnız kaldım birden. Ab-ı hayattan içtiğim yaşımdaydım ben, herkes görüyordu, biliyordu bunu. Kızdıklarını hissediyordum bana etrafımdakilerin. Çocuklarımın bile. Suyun kaynağını göstermemi istiyorlardı ısrarla, anlamıyorlardı artık benim bulduğum yerde olmadığını. En sonunda kaçtım onlardan. Bıkmıştım kıskanılmaktan. Bencil yerine konulmaktan. Birkaç yerde yaşamaya çalıştım yeniden, yaşadım da uzunca bir süre tek başıma. Fakat bir zaman sonra dikkat çekiyordu hep aynı yaşta kalmam. En sonunda yoruldum hayata tekrar tekrar başlamaktan, buraya attım kendimi. Hoş burada da ilk zamanlar rahat edemedim ya, sonunda kendimden uzak tutabilmem için asılsız tehditlerle korkutmam gerekti insanları. Bir kere korkunca akla hayale gelmeyecek yalanları kendileri uydurup kestiler gelenlerin önünü. Sağ olsunlar.”

Ayağa kalktı yavaşça. “Yıllarca yalvardım Allah’a,” dedi. “Bu derdi üzerimden alması için O kadar ağladım ki pişmanlıkla, şaşırıyorum gözlerimin ferinin sönmemesine. Sonunda bir ümit kapısı açıldı önümde. Rüyama giren pirler, âşıklık yaparken anlattığım üç hikâye gelip beni bulduğunda ölümsüzlükten kurtulacağımı söylediler. Fakat ayrılmam yasaktı buradan, kimseye de anlatmayacaktım durumumu. Gelecekse ayağıma gelmeliydi kısmet.” Üçümüze de minnetle bakarken ekledi: “İşte o üç hikâyeye kavuştum sayenizde.”

Derin bir iç geçirdi, yanakları ıslanmıştı utangaç gözyaşlarıyla. Arkasını döndü, gidiyordu artık. Yıllardır hasretle beklediği, oldukça geç kaldığı vuslatına gidiyordu.

Bir şey demedik hiçbirimiz. Yolcu yolunda gerekti.