UhdeArap Dayı

HABER MASASI
Abone Ol

Arap Dayı dışarıda beni kollardı, içeride amcam eninde sonunda köşelenecekti. Mecliste en çok Kumru Dayı’nın kadehini severdim. O hep pişmanlığı ve umudu dile getirirdi. Kumru Dayı aynı zamanda meclisin okuyucusuydu, sesi çok yanıktı, göçmendi.

“Esiyor Arap Dayı, kapatıyorum pencereyi.”

“Bırak gardaş açık kalsın, Sivas harman zamanı rüzgarlı olmasa, garametli başımızı nasıl soğuturuz.”

“Öyle ya dayı, doğru dedin, geliyorum kadehe müsaadenle.”

“Helvet gelecen, helvet dolacak can gardaş, her şişe ana memesi, her kadeh avuzdur bize.”

“Avuz ne Arap Dayı?”

Kumru dayı söze girdi;

“Süttür yeğenim.”

“Avuz, doğumdan sonraki ilk süttür gardaş. Günahla geldik, günahla emziriliyoruz vesselam.”

“Eyvallah Arap Dayı, senden iyi bilecek değiliz ya.”

O gecenin sabahında kim bilir kaçıncı şişe bitecekken, elindeki boş kadehi kaldıran Kumru Dayı; “İçimizde umutvar olanlar için bir çıkar yol göster Allah’ım, yolların sahibi sensin, gazabından büyük merhametin vardır. Ölmek üzere olan bizler merhametine sığındık,” dedi. Mecliste doldurulan tek kadeh sırayla içilirdi. Her meclisin sonunda dayılardan biri boş kadehi şerefe kaldırırdı. Bu hareket hem meclisin bitiş saatini belirler hem de, kadehi tutan uhdesinde kalanı söylerdi. Yedi-sekiz kişilik meclisin en genci bendim. Yol yordam öğreneyim diye Arap Dayı’ya amcam emanet etmişti beni. Amcam hayatta sahip olduğum tek akrabam idi, sonra o da içeri düştü.

Kara gün bilenler bana; “Amcan içeride yer yapar, yolunu bekleme, dama düşersen sana faydası olur, üç cihanın ikisinde yerin sağlam artık,” dediler. Arap Dayı dışarıda beni kollardı, içeride amcam eninde sonunda köşelenecekti. Mecliste en çok Kumru Dayı’nın kadehini severdim. O hep pişmanlığı ve umudu dile getirirdi. Kumru Dayı aynı zamanda meclisin okuyucusuydu, sesi çok yanıktı, göçmendi. Trakya’dan okurdu, hiç görmediğim ummanlarda gezdirirdi sesi beni. Kumru Dayı Balkan Savaşı’nda bütün ailesini kaybetmişti. Vurmuş vuruşmuş, bu taraflara dar düşmüştü. Birkaç uzak akrabası dışında kimsesi yoktu. Beni çok severdi, oğlu gibi görürdü. Sakiliği ve meclis usturupluluğunu ondan öğrenmiştim. İlk gençliğimin yakasını toplayan Kumru Dayı oldu.

Amcam pek nadir konuşurdu. Hafif çekik, siyah gözleri kahırlı ve daima tetikteydi. Keskin bakışlarla ortalığı kolaçan ederdi. O, kadeh kaldırdığı bir günde akıbetini ilan etmişti; “Tekir’in oğlu Bahattin’e borcu olan ödesin, göresi gelen görsün,” dedi. Herkes kafasını önüne eğdi. Bir tek Arap Dayı amcamın gözünün içine bakıyordu. Arap Dayı, mecliste amcama denk tek kişiydi. Sonraki meclis amcam olmadan toplandı. Amcam, Tekir’in oğlu Bahattin’in kahvesine gitmiş, Bahattin’i ve avanesini vurmuştu. Kendi de yaralanmıştı.

Meclisten ilk ayrılan amcam değildi, ben burada meydancılığa başladığım üç sene içinde iki tane daha kayıp görmüştüm. Karga Kemal ve Guş Hikmet Kızılırmak’ı Taşlıdere mevkiinde içerlerken, lafları dik gelmiş, bıçakla birbirlerini vurmuşlardı. Kumru Dayı; “Kafaları iyi olmasa, kaba etlerden hacamat eder koyarlardı, serhoşluk fena işte yeğenim, ayarlayamamışlar köklemişler pıçaa,” dedi. Ancak biri öldüğünde ya da içeri düştüğünde onun hikayeleri mecliste dillendirilirdi. Meclisin anlatıcısı Fazlı Dayı’ydı. O çok kara gün görmüş, yiğit biriydi. Arap Dayı bir keresinde ondan için; “Fazlı her şeyi ezbere bilir, kabir sualini bilmez. O yüzden altı kere vuruldu ölmedi,” demişti.

Fazlı Dayı çatallı sesiyle ağır ağır, ince detaylar vererek anlatırdı. Kendi şahit olduğu olayları anlatmaya başlarken; “Ben gördüm, oradaydım, orada olanların içinde gözüyle gören, gözle görünen bir benim,” derdi. Eğer anlattığı hikaye, başkasından dinleyip aktardığı bir olaysa “Gören anlattı ben dinledim, görüp anlatan yalan söylediyse, görünmeyip görenlerin aleyhime şahitliğinden Allah’a sığınırım,” derdi. Fazlı Dayı rahmetli dedemi iyi tanırmış. Ben hayal meyal hatırlıyorum, o öldüğünde çok küçüktüm. Meclise ilk girdiğim gün Fazlı Dayı;

“Sen Kasap Baki Emmi’nin torunusun he mi gardaş?” dedi.

“He Fazlı Dayı…”

“Otur da anlatıyım o zaman gardaş.”

Anlatmaya başladı;

“Sivas’ın en büyük lokantasını işleten Tıslak Halit vardı yeğenim. Bir gün sabah namazı vakti çorbaya gittim, duzlaması iyiydi oranın. Namaz çıkışı Deden geldi, selam verip masama oturdu. Ben içkili olduğum için çekindim. Deden kokuyu aldığı halde bozmadı beni. Bir çorba da o söyledi. Çorbasını getiren çırak, kaseyi hafif sallayıp dökünce Tıslak Halit öfkeyle masamıza yanaştı, çocuğa okkalı bir şamar vurdu. Lokantanın etini dedenden alırmış Tıslak, güya dedene hürmet ediyor. ‘Lan babasının mezarına sıçtığım, beceriksiz herif, bir boku taşımayı beceremedin!’ diye gürledi. Baki Emmi ayağa kalktı. Lokantada herkes yemek yemeyi bıraktı, deden gür sesiyle, ‘Bana bak Halit,’ dedi, ‘Kulağının tozuna vurup, babasının mezarına sıçtığın bu çocuk, rahmetli Hamal Kadir’in öksüzüdür. Kadir fakirdi amma bu memleketin mert adamıydı, sağ olsaydı onun yüzüne sövemezdin, arkasından da ben sövdürmem,’ dedi. Bütün ahali kaşığını bırakıp, hesabını görüp çıkmaya başladı. Terzi Binali öne doğru atıldı, ‘Müsaadenle Baki Emmi,’ dedi. Deden başıyla onayladı. Terzi Binali, Tıslak Halit’in yanına gitti ve ‘Çırağını aldım gardaş, onu Allah’ın izliyle terzi yapacağım, itirazın var mı?’ dedi. Çocuğu aldı çıktı, Tıslak baka kaldı, bir şey söyleyemedi. Lokantadan en son deden çıktı. Çıkmadan önce, ‘Halit artık sana mal vermem, semtime uğrama, benden yana hakkım helal olsun,’ dedi. O hafta duyduk ki, çorba ustası, ızgaracı, soğuk mezeci işi bırakmış. Sivas dediğin yer bir başı Kılavuz, diğer başı Kümbet, at tırısıyla çeyrek saatlik memleket. Olay tez zamanda duyuldu. Dedenin sözünü kimse geçmedi, söz; vakfiye kitabesi gibi dikildi Tıslak’ın ocağına… Kapıya bacaya kara kilit vurması iki ayı bile bulmadı. Kasap Baki Emmi böyle adamdı yeğenim, yakışıksız işi olmadı. Dedenin başı garametliydi. Garamet ince hastalıktır, soyu izler, sen de tetik dur yeğenim.”

Zemheride bir öğleden sonraydı. Kafama saçaklardan buz düşüp de, beynimin pekmezini akıtmasın diye yolun ortasından yürüyordum. Akşam meclis toplanacaktı, sobayı yakıp ortalığı toparlamam ve yemişleri hazır etmem gerekiyordu. Bir önceki mecliste mey paralarını toplayıp Kolsuz Çavuş’a teslim etmiştim. Arap Dayı hariç herkes bu işi yapardı. Sırası gelen mey parasını teslim alır, akşamına meclise eli dolu gelirdi. Çavuşu hiç sevmezdim. Bakışlarında, konuşmasında, kadehinde hinlik, pazarlık vardı. Onun ne kadehinde ne meyinde hafiflik olurdu, cenabetti, gözümün dikeni olmuştu. Sası bir kokuydu burnuma gelen, ancak adını koyabilmiş değildim…

Henüz zamanım vardı. Vaktinden önce mekana varıp, düzenimi alabilirdim. Yolumda sakin yürürken, farkında olmadan yaklaştığım ihtiyar; “Genç gardaş bakan mı bu tarafa?” dedi. Beyaz bir yüzü ve çukurlarında ışıldayan iri, siyah gözleri vardı. Saçları uzun beyaz ve kalın örgülüydü. Ona doğru yürüdüm. “Buyur dede,” dedim. “Ya hu can gardaş, burada çöktüm kaldım, yürüsem yürüyemiyorum, kalksam kalkamıyorum, Nenen yoldan gelecek, onu karşılasan da şu payton parasını versen, Nenen evine barkına sağlimlikle girse,” dedi. Bana doğru kolunu uzattı. İhtiyara kol verdim, ayağa dikelttim. “Dede gitmem lazım, ocak yakacağım, sofra kuracağım,” dedim.

Gözümün içine baktı, sağ kolumun bileğinden yakaladı, sıkıca tuttu, “Can gardaş, ben Kumru’yu tanırım, senin yerini aratmaz, üstelik gözünü açtığında o selamımızı alacak olandır,” dedi. Şaşkınlığımı anladı söze devam etti; “Kumru’ya Zümer’e nefes olsun diye kıraat öğrettik, o körüğe kol oldu. Ocağa üzülme can gardaş, ateşin sahibi var, ateşi senden iyi bilen var,” dedi. Çıkardı iki tane maden para verdi, bakmadan cebime koydum. Bana; “Nenen ilçe arabasından bir saate iner, tahıl meydanından karşılarsın,” dedi. Tahıl meydanı meclise yakındı, bir saate inecekse neneyi karşılar, paytona bindirir, oradan kendi meşgaleme yetişirdim. Tahıl meydanına vardığımda, Poşa’nın oğlu Sarı Ahmet’in kahvesinde sobanın yanına pustum.

Çayı getiren, ortacı bekleyenlere; “Yol tipili, araba gecikir,” dedi. Sarı Ahmet’in kahvesi pek tekin bir yer değildi. Poşalar, müzisyenlik ve elekçilikle geçinen, zanaat sahibi fakat dirliksiz bir halktı. Kâh biri kaba zurnasına kamış ayar çekmek için uzun nefesler çekip kafa ütülüyor, kâh diğeri it derisinden gerdiği asma davulunu tokmaklıyordu. Ortacının dediği oldu, araba gecikti, çoktan meclise geç kalmıştım. Arabayı beklemesem nene perişan olacak, emanete hıyanet etmiş olacaktım. O biçare ihtiyarı yalnız bırakmaktansa meclisi ateşsiz, mezesiz bırakmak daha iyiydi. Üstelik Kumru Dayı, ardımı toparlar, yokluğumu aratmazdı. Bekleyişim uzadıkça uzadı. Neredeyse yatsı vakti geldi. Dışarıya kül döküp gelen ortacı bana doğru seğertip; “Gardaş senin araba yolun başına vardı,” dedi.

Yerimden kalktım, hesabı ödedim. Arabanın başına gittim. İnenlerin arasında nene yoktu. Arabacıya yanaşıp; “Ağa bir nene olacaktı, ona baktım,” dedim. Arabacı sevimsiz bir sesle; “Arabada olanlar burada işte, nenen binmemiş demek ki gardaş,” dedi. Onca saat bekledikten sonra nene ile kavuşamamıştık. Üstelik akıbeti hakkında bir fikrim yoktu. Çaresiz ihtiyarla karşılaştığım yere döndüm. Orada değildi. Yapacak bir şey kalmamıştı, meclise dönüp Kumru Dayı’dan hizmeti devralmak için yola koyuldum.

Yürürken acele etmiyordum. Olan olmuştu artık, geç kalmıştım. Meclisin toplandığı ahşap eve iki sokak kalmış ya da kalmamıştı, ortalıkta bir telaş, koşturmaca gördüm. Havada yanık kokusu alıyordum. Evin sokağına vardığımda ise gördüklerimle irkildim. Ev alev alev yanıyor, kapının ağzında biri yere serilmiş yatıyordu. Önce kısa bir süre yolun köşesinde herkete durdum. Ortalıktan emin olunca koşup yanaştım, Kumru Dayı’nın kanlar içinde yerde uzandığını gördüm. Ölmemişti fakat çok kötü kanıyordu. “Ne oldu Dayı?” dedim. “Kolsuz, yaktı bizi,” dedi.

Devam etti; “Kolsuz mey parasından kâr edeyim diye ucuz bir zıkkım bulmuş. Arap Dayı’nın ikinci kadehinde gözüne perde indi. Arap Dayı Salih’le, Nevzat’a ‘Tutun deyyuzu!’ deyince. Kolsuz can derdine düştü, aslan kesildi. Karadağa asıldığı gibi boşalttı mermiyi üzerimize, bir beş daha sürdü, onu da boşalttı. Arap Dayı da davrandı, görmez gözüyle o da sıktı, beni kim vurdu bilmiyorum, gaz lambası devrildi, ortalığı ateş sardı. Ben bayılmışım. Ateşin sahibi var, beni almadı. Ayılınca destur çektim, ayağa kalktım, attım kendimi dışarı. Hepsi öldü herhal, bir ben çıktım,” dedi. Yarasına elimi bastırdığım halde, oluk oluk kan geliyordu. Kelime-i şahadet ve salavat telkin ettim. Dayı bana “Sen nerdeydin can gardaş, bu akşam eyi ki gelmedin,” dedi. “Sana kıraati öğreten hoca bir iş buyurdu, ona koştum,” dedim. Kumru Dayı bir şey diyecek oldu, soluğu yetmedi, bayıldı.

Kumru Dayı, on beş gün kadar ağır yattı. Yatağa düştüğünün ikinci gününde yoldan bir yerden akrabaları çıkageldi, bakımını üstlendiler. Ben de, Kumru Dayı’nın başını boş bırakmadım, her gün evine gittim, hizmetine baktım. Sobasının odununu kırdım, yarası için bez, iyot buldum. Derken bir gün Kumru Dayı gözünü açtı. Bir süre kendi kendine bir şeyler mırıldandı, sonra bana seslendi; “Yeğenim kimmiş bana kıraati öğreten de bakalım,” dedi. Ben de vurulduğu akşam, başıma gelen olayları anlattım. Bir ihtiyarın beni yolcu karşılamak için saldığını, yolcuyla da emanetin sahibiyle de karşılaşamadığımı anlattım.

Kumru Dayı doğrulmaya çalıştı, yapamadı. Gözlerimin içine baktı; “Mustafa Can, bana kıraat öğreten halamdır. Dediğin ihtiyarı tanımıyorum,” dedi. “O seni tanıyordu Kumru Dayı, üstelik bende emanet parası kaldı,” dedim. Kumru Dayı olabildiğince doğruldu, suratındaki ifadeyi çok iyi tanıyordum, sanki kadeh kaldıracak, uhde söyleyecek gibiydi… Sağ elini kalbine koydu “El Gaffar, ben vurmuş, vurulmuş, kanı dökülmüş, kan dökmüş, yolundan saptırılmış Serhat kulun, bir masum zarar görmesin diye bütün sebepleri ancak sen ipe dizersin, şükür gözümü açtım, selamı aldım,” dedi.

Kumru Dayı gözünü açtı açmasına da, yediği kurşunlar onu fena dağlamış meğerse. O günkü doğruluş, düşeceği kara toprakla arasına koyabildiği son mesafe oldu. Gün gün kurşunun zehri doladı Kumru Dayı’nın vücudunu, zehirlenmiş. Bu dediklerinden üç gün sonrasına kadar şuuru yerindeydi, acılar günahlarıma kefalet olsun, diye dualar ediyordu. Zehir bacaktan, gövdeye yürüdüğünde, göbeğinde karartı höllük toprağı rengini aldı. Önce şuurunu, sonra nefesini teslim etti. Salasını Bezirci’deki tahta minareli camiden verdirdik. Akrabaları yerini Halfelik Mezarlığı’nda hazırlatmıştı. Götürüp bıraktık.