Wahayi İlham

ESRA ERMAN
Abone Ol

Delirmiş gibiydi. Neler oluyor dedi. Aklımı mı kaçırıyorum? Rüya mı görüyorum? Sen kimsin? Wahayi dedim, benim adım bu. Hausa dilinde, diye ekledim, belki bilir diye. Bilmiyormuş. Saçlarına asıldı. Çöktü yere. Sallandı bir süre. Elleriyle yüzünü örtüyor, açıyor, örtüyordu. Saçlarına asıldı yine. Binadaki çığlıklar çoğalıyordu sürekli, dışarıdaki patlamalar...

Zile bastıktan sonra bekledim bir süre. Geliyorum diye seslendiğini duydum. Terliklerinin parkelerde sürüklenen sesini, ağır ağır… bedenini sürükleyişini duydum. Uzaklaştı. Bir kapı açılıp kapandı içeriden. Geldim, diye seslendi, yorgun. Yaklaştı. Açtı kapıyı. Gözleri açıldı. Eşofmanlı bacakları geriledi beni karşısında görünce. Havaya kaldırdığı çöp poşetini indirdi. Buyrun? dedi çekimser, çöpü almaya geldiler sanmıştım da... Karışık saçlarını biraz daha karıştırdı boştaki eliyle. Gülümsedim. Bıraktı çöpü. Elime baktı bu sırada. Postacı mıydım… bu saatte? Boştu elim. Değildim. Sonra kılığıma baktı. Şık mantomun kürklü yakasına tutunmuştum. Pahalı, yüksek çizmelerim vardı. Postacı değilsem… Neden gelmiştim, ne istiyordum? Serap yok evde dedi birden aklına gelmiş gibi. Biliyorum, dedim.

Kaşları havaya kalktı, gözleri aşağılara... süzdü yeniden. Ensar Bey? dedim. Evet, benim, dedi. Girebilir miyim? Bedeni gerileyip yol verirken gözleri direndi. Göstermeliyim, dedim, önemli. Neyi? demedi, peki dedi, girin. Asansörün düğmesine bastım. Açıldı. İçinde bıraktığım ağır, iki büyük çantayı alıp girdim eve. Hiçbir şey anlamayan şaşkın bakışlarla bakıyordu elimdekilere. Kapıyı kapatması gerektiğini hatırladı sonra, kapattı. Koridordaki oyuncak kamyona takıldı. Gerilerken birkaç parça legoya bastı. Düşmemek için tutundu duvara. Söylendi. Salona geçtim ondan önce, yolu göstermesini beklemeden. Çantalarımı bıraktım. Mantomu çıkarıp yemek masasının çevresindeki sandalyelerden birinin arkasına astım. Sehpadakileri kaldırıyordu aceleyle. Bardaklar, tabaklar… meyve, çerez artıkları.

Mutfağa gidip geri döndü. Dağınıklığın kusuruna bakmayın dedi. Serap, çocuklarla annesinde bu akşam. Yerdeki oyuncakları toplamaya çalıştı, toplayamadı. Koltuğun üzerindeki battaniyeyi dürdü. Çay alır mısınız? diye sorarken hâlâ tedirgindi. Teşekkür ederim, almayayım, vakit yok dedim. Pencerenin önündeki koltuğu çekip uzaklaştırdım, çantadaki ağır silahların arasından dürbünümü çıkarıp kurdum. Gelin, dedim, bakın. Yaklaştı yavaş yavaş. Korkmuştu. Yüzüme baktı. Başımla işaret ettim, bakın dedim. Başını eğip gözünü yuvaya yerleştirdi. Aşağıdan gürültüler geliyordu, çığlıklar duyuldu, koşturmalar... Geri çekildi hemen.

Kocaman açılmış gözleriyle yüzüme baktı. Sakin ifadem hayretle açılmış göz bebeklerinden yansıdı. Dışarıda bir gürültü koptu. Aydınlandı gece. Baktı tekrar. Neyin nesi bu, gerçek mi? dedi. Evet, dedim. Aklı inkar ediyordu gördüklerini. Başını sağa sola salladı. Birkaç saat önce girdim eve, şehrin öbür ucundan geldim, gerçek olamaz! Kimse bakmıyorsa gerçeklik diye bir şey yoktur, dedim. Camı açtım. Kurmalı tüfeğimle, yarı otomatiği yan yana kurup, sokağın karşısındaki meydana çevirdim. Tüfeğimin gece görüş dürbününden her şeyi açıkça görebiliyordum. Bulutlar yeryüzüne inmiş ya da yer gökyüzüne çıkmış gibiydi. Rüzgar bulutlardan bir gövde edinmişti kendine, pervasızca dolaşıyordu. Dolunay devasa boyutlarıyla yerdeydi.

Bulut sarmallarının içinde vızır vızır bir trafik... Uçan balıklar hantal gövdeleriyle, metal araçları kovalıyordu. Ayın yüzeyinde fillerden oluşan bir sürü, hortumlarından alevler saçarak önlerindeki cüceleri takip ediyordu. Başlarında ışıktan kasklarıyla deve kuşlarını mahmuzluyordu cüceler. Yeryüzü sürekli şekil değiştiriyor, dedi gözünü dürbünden ayırmadan. Şekil değil, zaman değiştiriyor, dedim. Ormanlara, çöllere, dağlara, denizlere evriliyordu şehir saniye saniye üzerindekilere hiç dokunmadan. Kapı çalındı bu sırada. Açma, dedim. Neden demedi. Açmayacaktı, biliyordum. Yine de merak etmekten kendini alamadı. Serap? dedi giderken. Telaşla döndü salona saniyeler sonra. Uzaylılardı gelenler dedim konuşmasına fırsat vermeden. Cinler şu dışarıda gördüklerindi. Allak bullaktı yüzü, kekeledi. Sen… dedi, nereden…?

İnsanlarla işleri yok şimdilik, dünyayı paylaşmaya geldiler, dedim. Yerdekiler ve göktekiler. Bir patlama sesi daha duyuldu. Dürbünlerimize geçtik hemen. Gökyüzünden sökülmüş gibi etekleri dökülürken üç büyük dağ indi yere, yarıldı çatırdayarak. Evren yarıldı gibi bir ses… İçinden kalabalık bir ordu çıktı. Mekanik karıncalar gibiydiler. Uçan araçlar yanlarına indi. Balıklar etraflarında dönmeye başladı. Çevrelerinde hortum oluşturarak dağılmalarına engel oluyorlardı. Yer sarsıldı. Sarsıldı. Tozu dumana katarak büyük bir çukur açıldı yerde. Kara delik gibi, gecenin içinde. Neredeyse üç dağı da yutacak büyüklükteydi. Kırk kafasıyla kıvrılıp duran bir yılan çıktı içinden. Koca çukura sığamıyordu sanki. Dillerini sağa sola çıkararak saldırdı. Kükürt kokan nefesini duyduk. Kuyruğunu her savuruşunda bir dağı devirdi.

Dağın parçaları dört bir yana savruldu. Savrulan parçalar dev yapılara dönüşerek tutundular toprağa, kök saldılar. Yılanın kapladığı çukurun boşluklarından akrepler, çıyanlar, örümcekler fışkırıyordu. Her biri belki beş metreyi bulan böcekler. Gökten inen ordunun askerleri, bulundukları yerlerde dönmeye başladılar. Döndükçe çevrelerinde çelikten bir koza oluştu. Her şeye karşı korunaklı birer kapsül. Işıldamaya başladı sonra, sonra kızardı, yandı sonra. Simsiyah bir duman bırakarak yok oldu. Duman dağılıp açıldığında içinden altın gibi parlayan askerler çıktı meydana. Çoğalmış, büyümüş, güçlenmiş, evrilmiş olarak... silahlarla. Ateş etmeye başladılar yılana. Serap! dedi yeniden. Çocuklar, onları aramalıyım... dedi.

-Nihayet!- Telefona uzandı. Çalışmaz, dedim. Nefretle baktı yüzüme. Tuşlara bastı. Bir daha, bir daha, bir daha. Fırlattı telefonu. Kahretsin! diye bağırdı. Montunu alıp çıktı kapıdan. Arkasından bakmadım. Geri dönecekti zaten. Döndü. Nefes nefese. Zombiler! dedi. Zombi diye bir şey yok, dedim saçmalama der gibi. Kollarını uzattı iki yanına, kocaman açtı gözlerini, ellerini alnına vurdu. Bu dışarıdakiler normal yani! diye bağırdı. Delirmiş gibiydi. Neler oluyor dedi. Aklımı mı kaçırıyorum? Rüya mı görüyorum? Sen kimsin? Wahayi dedim, benim adım bu. Hausa dilinde, diye ekledim, belki bilir diye. Bilmiyormuş. Saçlarına asıldı. Çöktü yere. Sallandı bir süre. Elleriyle yüzünü örtüyor, açıyor, örtüyordu. Saçlarına asıldı yine. Binadaki çığlıklar çoğalıyordu sürekli, dışarıdaki patlamalar...

Kurmalı tüfeğimi çevirdim hedefime. Ne yapıyorsun? dedi birden kendine gelmiş gibi. Bak, dedim başımla işaret ederek. Geçti dürbüne. Galaksi tepemize çökecek gibi yaklaşmıştı. Tur dağı inecek gibi. Atmosfere yayılan gazların sebep olduğu mercek etkisi böyle hissettiriyordu. O bunu bilmiyordu. Korktu. Yağmur gibi yıldızlar yağmaya başladı üstümüze. Havai fişek gösterisiydi sanki. Yere indikçe mızrağa dönüşüyordu yıldızlar, mızraklar silkiniyor, silkiniyor kıvrımlarından asit akıtan, değdikleri yeri eriten dev solucanlar olarak kayboluyorlardı toprakta. Altından askerler birleşmeye başladılar. Çok başlı dev yılanı ablukaya aldılar. Ateş ediyorlardı hiç durmadan. Ateşe karşı zehir. Yılanla, kıyasıya... Çatışmadan etrafa sıçrayanlar canlanıyor, sokaklara, binalara, şehre yayılıyordu hızla.

Yarı otomatiğe geç dedim, artık sıra bizde. Elleri titrerken geçti tüfeğin başına. Oyalanma, yaklaşanı indir, dedim. Benim işim başkaydı. Zebani’yi bekliyordum. Yılan, öncü askerler tarafından zayıflatıldığında ortaya çıkacak olan Zebani’yi. Bu ismi ona ben vermiştim. Çok beklemem gerekmedi. Kırmızı ışık demetinden demirli bir kafes gibi görünen bir küp döne döne indi yere, gökyüzünü yararak, bulutları, dumanları savurup gecenin kızıllığını artırarak indi. Açıldı kafes. Yüzü olmayan bir yaratık çıktı içinden. Zebani... Yumruklarının biri bile bütün bir şehri yerle yeksan etmeye yeterdi. Nişan aldım. Tam alnının olması gereken yerdeki yumrunun ortasından… Zebani, yılanın boynunu ve kuyruğunu ayaklarının altına almıştı. Askerleri ölüm kusuyordu.

Bu sırada televizyondan bir gürültü duyuldu, sonra çığlıklar. Gayri ihtiyari döndük ikimiz de. Filmi görünce hatırladı sanki. Tüfeği bırakıp yere çöktü. Ağlamaya başladı bağıra bağıra, söylenmeye… Filmi izliyordum! Sen de gel baba, demişti küçük. Yorgundum. Sayıklıyordu. Ne oldu onlara, ne oldu? Kalk, dedim. Ağlayacak zaman değil. Kalktı. Bağırmaya başladı. Kimsin sen? Sen getirdin bütün bunları. Defol evimden! Sesi dışarının gürültüsünde kaybolup gidiyordu. Hiç gibi. Kadim ev sahipleri suretlerinden çözünmüş, ateş parçaları halinde saldırıyorlardı uzaylı işgalcilerin üstüne, değdiklerini kül ederek. Yılan boynu ezilirken bile dillerindeki zehirle yeni yanar dağlar armağan ediyordu dünya yüzeyine. Bağırmaya devam ediyordu. Sadece çay içip oturmak istemiştim, dinlenmek. Çocuklarımı istiyorum! Çocuklarımı... Keşke her şey eskisi gibi olsa… keşke hiç gelmemiş olsan! Keşke…

Sustu dünya. Yerde ve gökte kıyasıya mücadele edenler. Patlamalar. Yıkımlar. Her şey durdu bir anda. Dondu. Bütün başlar ona döndü. Suratsız olan bile... Mutlak bir sessizlik çınladı kulaklarımızda. Sessizliği fark edince döndü o da, baktı. Bütün bir kıyamet gözlerinin içine bakıyordu. Ürperdi. Gözyaşları dondu. Kılı kıpırdamıyordu. Tüfeklerin ayaklarından tutup çektim kenara, kendime yer açtım. Camın önüne geçip uzattım kollarımı gecenin içine. Top yekun kaosu avuçlarıma alıp savurdum. Süpürüp attım. Silindi bütün hepsi birden. Sessiz... siyah geceyi indirdim yeniden. Soğuk havanın tazeleyici nefesi dolandı yüzümüzde. Sokak lambasının altında titredi gölgeler.

Uzaklardan bir bebek ağlaması duyuldu. Çöpleri karıştıran bir kedi miyavladı. Metal kapı sesi çınladı, kısacık. Araba farının karşıdan bir yerlerden düşen solgun ışığı. Yüzüme baktı o zaman sorar gibi. “Gerçek, ancak sen izin verirsen mümkün olur,” dedim. Ekipmanı toplamaya başladım. Çantama yerleştirirken geldi yanıma. Kimsin sen? dedi. Neden geldin? Hâlâ devam eden filmi gösterdim. “Dünyayı kurtaran adamı!” işaret ettim burnumun ucuyla. Televizyonun karşısında pinekleyip bir kahramana öykündüğünde sen çağırdın beni dedim. Ailenin isteyip durduğu, “bitip tükenmek bilmeyen!” ilgi beklentisinden sıkıldığında, hayatının monotonluğuna isyan ettiğinde çağırdın.

Çantamın fermuarını kapattım. Buradaki işim bitti dedim, gitmeliyim. Mantoma uzandım. Afrika’da bir söz vardır, dedim giyerken. Jaa se behn-indeh bun-wehnin. Efendim? dedi, anlamadım der gibi. Dekor gerçeğe uyum göstermez, gerçeğin de dekora ihtiyacı yoktur, diye çevirdim. Sustu. Çantalarımı aldım. Kapıyı açtı. Teşekkür ettim. Adım ne demiştiniz? diye sordu çıkarken, çekingen. Wahayi dedim. Hangi dilde demiştiniz? dedi. Hausa dedim, onlar büyüttü beni. Hoşça kalın. Başını salladı dudaklarını birbirine bastırarak. Kapattı kapıyı. Hwodoun-ni-do ke oh ni fohn-nohn. (Yalnız bir kalp, tek başına atamaz.) diye fısıldadım arkasından…

Kapının ardında durdu bir süre. Kafasını kaşıdı. Salona geçti. Açık camı, salonun ortasına çekilmiş koltuğu gördü. Sokağa baktı. Geceyi dinledi. Telefonu aldı. Ne zaman geliyorsunuz, diye yazdı karısına. Çıkıyoruz şimdi, diye cevap geldi. Gülümsedi. İnanamıyorum, dedi başını arkaya atarak yüksek sesle. Hausa diye yazdı hemen ardından arama motoruna. Gerçekten böyle bir dil var mıydı? Vardı. Wahayi yazdı sonra. Çevirdi. “İlham” dedi çeviri. İlham…