Yan Ağlarda

ONURHAN ERSOY
Abone Ol

Onu haketmek için golü atmak şarttı artık, topun yabancısıydım ama zeki sayılırım, elbet öğrenirim nasıl atacağımı. Üçüncü defa denedim, sonra dördüncü ve beşinci ve altıncı defa. Botlarıma baktım, bu kilom kadar kiloluk botlarla tabii atamam!

Zilin çalmasına beş dakika var. Her şey plana uygun gidiyor. Haftanın son dersi olduğu için bütün sınıf kapıya yığılmış zili bekliyor, halbuki aceleye gerek yok hepimiz İstiklal Marşı sırasına gireceğiz. Ben elimdeki Zorro oyuncağıyla oynuyorum sınıfın köşesinde, aslında oynamıyorum, her şey sıradan gidiyormuş gibi gözüksün diye rol yapıyorum. Oyuncağın sağ kolu kırılmıştı, ben kırmamıştım tabii ki misafir çocuğu kırmıştı. Ben oyuncaklarla oynayacak yaşı çoktan geçtim ama yanıbaşımda durmaları bana güven veriyor. Zorro'yla oynuyorum derken de elimdeki kalemle oynar gibi oynuyordum, bacaklarını açıp kapatarak egzersiz yaptırıyordum antonio banderasa. Dünyanın en uzun beş dakikasının içindeyim sanırım, bu beş dakikanın beş dakika sürmediğine eminim. Zamanın geçişini teftiş etmek için içimden altmışa kadar saymaya başladım, bu işlemi dört kere daha yapacaktım. Gözlerimi kapayıp saymaya başladım, kırklardayken enseme atılan tokatla kendime geldim.

İbo'ydu bu, ben de onun üstüne atladım ama ufak bir dalaşmanın sonunda kendimize geldik. "Oğlum sakin ol lan, yemez kız seni korkma." "Sakinim ben zaten. O da beni seviyor ama utanıyor." "Allah allah." "E gülümsedi geçen bana, ben sana hiç gülümsüyor muyum? Gülümsemiyorum çünkü sana aşık değilim." "Sana gülümsemedi, kahkaha attı. Sınıfın tamamıyla birlikte." "Ya saçmalama, gözler kalbin aynısıdır." İçim içime sığmıyor ve sınıf mecvudu da sınıfa sığmıyor, zil çalıyor. Bağcıklarımı bağladım. Ciddi ve yaptığı işten emin görünmenin en önemli ipuçlarından biri budur. Yani, Özge'nin karşısına yerlerde sürünen kirli bağcıklarla çıkacak halim yok ya. İstiklal Marşı'nın ardından konforuna düşkünler servislere, özgürlük sevdalıları da okulun dışındaki minibüs durağına yöneldi. Özge servise yönelenler arasındaydı ama servisin kalkmasına bir beş-on dakika vardı.

Acaba İbo haklı mıydı ya? Yok, yılbaşında empiüç aldı bana. Yani sınıf çekilişi yaptık, mecburen bana hediye aldı ama güzel bir hediyeydi sonuçta. Empiüçlerin devri geçeli birkaç sene oluyor, kullananı yok artık ama olsun düşüncesi güzel, insan sadece sevdiği insana müzikler armağan eder. Koşup önünü kestim. Önünü kestim derken, tren soymaya karar vermiş haydutlar gibi değil tabii, biraz açıktan alarak bir yarım daire çizdim ve karşısında durdum. Tek bir cümle söyleyecektim, plan buydu. O kadar güzel ve karizmatik bir cümle olmalıydı ki duyunca dibe düşmeliydi! Cevap vermesine izin vermeyecektim, koşup kaçacaktım. O da iki günlük tatilde bunu düşünecek ve pazartesi gelip başlayacaktı. Kaçacak bir yeri olmayanlar zamana sığınırlar, ben de bu iki güne sığınacaktım işte. Bu zamana sığınma lafını İbo söylemişti bana, dayısı söylemiş ona da, dayısı mafyaymış.

"Efendim Yücel?" "Özge ben sıfırdan gol atabiliyorum!" "Yani?" "Senin kalbine de girmem lazım." "At." "At mı?" "Geç sıfırdan gol at, bekliyorum." Bu hiç hesapta yoktu, kalbine girmem lazımdan sonra koşmam gerekiyordu ama ayaklarımdan zemine kelepçelenmiştim sanki. Girdik okuldaki ufak çim sahaya yapacak bir şey yok. Özge'nin sıfırdan gol tabirini nereden bildiğini tahmin etmek zor değil, üç tane abisi vardı. Topu sahanın en köşe noktasına yerleştirip iki üç adım gerildim. Sağ ayağımın dışıyla mı vurmam lazım solun içiyle mi? Solak değilim ama solla vurursam çok alakasız bir yere de gidebilir. Ama şimdi sağın dışıyla vurayım derken de üstüyle vurup kalenin üstünden de atabilirim. Boğayla karşı karşıyla kalmış bir matador gibi topla göz gözeydik. Bir an Özge'ye baktım, servislerden birinin içinden gelen kırmızı ışık kısa, kaküllü saçlarına ve balık gibi ama çok güzel bir balık gibi (mesela somon) gözlerine yansıyordu.

Özgedeki kırmızılık bu hikâyedeki boğanın top değil ben olduğunu hatırlattı ve koşarak topa abandım. Yan ağlarda. Koşup topu aldım, dur bi yaa diyerek de Özge'yi olay yerinden kaçırmamaya dikkat ettim. Bu sefer sol ayağımın içiyle sertçe vurdum ve top yirmi santimetre öteme kadar gidip kafes direklerine çarptı. "Yücel kusura bakma ben sana karşı bir şey hissetmiyorum." Sesinde üzüntülü bir ton vardı bunu söylerken, yani demek ki aslında hissediyor ama sıfırdan gol atmayı bile beceremeyen birine bunu itiraf etmek istemiyor. Atabilsem o da boynuma atlayacaktı. Aslında beklerdi ben golü atana kadar ama servisi var, koşarak servise gitti. Onu haketmek için golü atmak şarttı artık, topun yabancısıydım ama zeki sayılırım, elbet öğrenirim nasıl atacağımı. Üçüncü defa denedim, sonra dördüncü ve beşinci ve altıncı defa. Botlarıma baktım, bu kilom kadar kiloluk botlarla tabii atamam!

Çıkarıp sahanın kenarına bıraktım, çoraplarımla çimene basıp çoraplarımı kirletmek de istemediğim için çoraplarımı da çıkardım. Çıplak ayaklarla çimlere bastığım ilk an üşüdüm, sonra alışırım diye düşündüm ama hayır son ana kadar üşüdüm. Topa her vuruşumda bacaklarımın güçsüzlüğü ve beceriksizliği önüme çıkıyordu. Bu yüzden her seferinde daha sert vuruyordum, ayaklarım kızarana, hatta kanayana kadar. Ayaklarım hem yanıyor hem donuyordu, ayaklarım âşık olsa yine aynı şekilde hissederdim. Sonra hava karardı, meşin yuvarlağı buluşturabildiğim tek ağlar yan ağlardı, utanmasam bir de ben ağlardım. Botlarımı giyemedim, en ufak temasta çok canım yanıyordu. Yalınayak gittim eve, yemekte balık vardı. Balıkla her göz göze geldiğimde (mecaz olarak yani, yoksa balığın kafasını yemiyordum) özgeyle göz göze gelmiş gibi oldum ve bitiremedim yemeğimi. Sütümü içip uyudum.