Yerli korkunun kaynakları üzerine

MEHMET BERK YALTIRIK
Abone Ol

Psikolojik gerilimden seri katil mevzusuna çok zengin yaşanmış ve yaşanabilecek hikâyeler yazabilmek de mümkün, ancak toplumumuzun televizyon-radyo öncesi devirden kalma “sözlü kültürü”, kimi zaman heyecanlı “eşkıya masalları” ile de süslenen “korkulu anlatıları”, alkarasından hortlaklara araştırmasını bilen gözler ve yazmak isteyen kalemler için hayli bereketli bir malzeme sağlamaktadır.

Şayet “korku edebiyatı” ile haşır neşirseniz, mevzunun temelinin büyük oranda sözlü kültüre ait öğelere dayanan hikâyeler olduğunu bilirsiniz. Bu hususu gözümün önünde olmasına karşın pek dikkate almıyordum. Uzun seneler önce henüz yazma uğraşılarıyla hemhal değilken Edirne’de kahvehanelerde anlatılan alelade “define” ve “cin” hikâyelerini dinleyip bunları kendimce kattığım kurgularla arkadaşlarıma anlattığımda beğeniliyordu ancak bunları yazıya dökme gayem olmuyordu. 2006’da meşhur Anadolu Korku Öyküleri’nin çıkması ve 2009’da da Deli Gücük-Osmanlı Taşrasından Korku ve Dehşet Hikâyeleri adlı eserin çıkması, “korku hikayelerine” ilgi duymakta olan bir amatör olarak hayli doğru bir iz üzerinde olduğumu göstermişti.

Bilhassa Anadolu Korku Öyküleri’nde yerel dokunun özellikle farklı katmanlarının işlendiğini görmem, bende basitçe “dedemin ninemin anlattıklarının kurgulu” ve biraz da “tarihten beslenen hali”ni kurgulama dürtüsüne yol açmıştı. Yılını tam kestiremesem de sisli bir Edirne akşamında, sokak kenarındaki bir kıraathanede Karaağaç’ta dolandığı rivayet edilen “hayalet gelin”i dinledikten sonra arkadaşla çıktığımızda Karaağaç’a yürümüş, sisler arasında tıpkı hikâyedeki gibi önce talika tıkırtılarını işitip sonra taştan köprü üzerinden takırdayarak geçişini izlemiştik. O ana tanıklık ederken arkadaşıma dönüp: “Gel de böyle bir coğrafyada korku hikâyeleri yazma!” yorumunda bulunmuştum.

Yerli korkunun kaynakları -her ne kadar başrol onlara ait olsa da- sadece “üç harflilerden”, “cinlerden” oluşmuyor öncelikle bunu bilmek lazım. Psikolojik gerilimden seri katil mevzusuna çok zengin yaşanmış ve yaşanabilecek hikâyeler yazabilmek de mümkün, ancak toplumumuzun televizyon-radyo öncesi devirden kalma “sözlü kültürü”, kimi zaman heyecanlı “eşkıya masalları” ile de süslenen “korkulu anlatıları”, alkarasından hortlaklara araştırmasını bilen gözler ve yazmak isteyen kalemler için hayli bereketli bir malzeme sağlamaktadır. Bu konular eskiden sadece folklor araştırmacıları ve folklor araştırmalarını takip edenlerce bilinirken, bugün popülarite kazanan çalışmalarla (S. Sarpkaya’nın Türklerin Şeytani Masalları gibi) artık sıradan internet kullanıcılarınca da bilinmesi söz konusu. Misal eskiden sadece okuyanın bildiği meşhur Tırnova’nın hortlak yeniçerileri ve Evliya Çelebi’nin Kafkasya’daki cadılarla, “oburlarla” geçen anlatısı bugün artık konu bulmakta sıkıntı bulan haber sitelerinin dahi ara sıra gündeme getireyazdığı anekdotlardır. “Bizde fazla korku malzemesi yok” önyargısının tabiri caise “azalarak bittiğini” söylesek herhalde hatalı bir tespit olmaz!

Bir yanda tarihte kıyıda köşede kalmış “hayret uyandıran” vakaların, diğer yanda “mahalli hikâyelerin” korkuya temayülü olan yeni kalemleri beklediği çok açık, yeter ki bu malzemeye “kocakarı lakırtısı” denilerek burun kıvırılmasın.

Konuyla ilgili önyargıların “hüküm sürdüğü” dönem Evliya Çelebi’nin cadılarının, Ebussuud Efendi’nin hortlak fetvasının tarihin ve akademik dosyaların tozlu rafları arasında beklediği, folklor araştırmalarının da hikâyecilerden, senaristlerden ziyade araştırmacıların elinde dolaştığı yıllardı. Sonradan sonraya (iyi ve kötü neticeleriyle ) Türk sinemasında 2000’lere doğru başlayan “korku” kıpırdanmasının bir benzeri edebiyatta da yaşanmaya başladığı zaman birçok akademik mevzu tanınır hale geldi. Korku yazarları bizzat folklor derlemelerini deşeledi. İnternette sitelerden, bloglardan yetişen bir kuşak, dergilerden sonra kitaplara ve sinemaya da el atmaya başladı.

Korkularımız” nasıl kendilerine halk hikâyelerinde ve Karagöz-Hacivat fasıllarında bir zemin bulmuşsa, başka başka yerlerde de karşımıza çıkacağı muhakkak.

Eşkıyadan, derebeyinden, düşmandan kaynaklanan korku bir yana İslam öncesi dönemden kalma inanışlar, yeni göç edilen bölgelerdeki yerel kültürle etkileşime geçtiğinden günümüzde konuyla sınırlı ancak önemli kaynaklar da söz konusudur. Üstelik bu sadece inanç boyutuyla alakalı değildir. İçerisinde cinlerin cadıların cirit attığı Karagöz Hacivat fasıllarından, korkulu meddah hikâyelerinden, halk hikâyelerinden tutun da yazılı edebiyat alanında istisnai de olsa çeşitli denemeleriyle edebiyat ayağı da atıl kalmamıştır. Ayrı bir yazının konusu ancak yeri gelmişken belirtmeli, korkulu fantastik öyküler kaleme almamda dedemin kitaplığındaki Seyfizülyezen, Seyfülmülk, Binbir Gece Masalları, Eba Müslim Horasani, Zaloğlu Rüstem gibi “basılı hâle getirilmiş” halk hikâyelerinin ve meddah mesellerinin tesiri vardır. Osmanlı toplumunun kahvehanede heyecanla dinlediği bu olağanüstü, çoğu epik yapıdaki eski öyküler, bir dönem basılı metin olarak da (1970’lerde) sıkça talep edilmiştir.

Misal bunlardan Seyfizülyezen bugün yeniden basımı yapılsa yeniden ilgi toplayabilecek klasik bir halk hikâyesidir. Devam hikayesi olan “Ham bin Nuh’un Sarayı” hikayesiyle birlikte zikredilmelidir. Pek saf ancak bileğine ve yüreğine güvenen cesur bir şehzadenin başına gelenleri anlatmaktadır. Seksen fedaisiyle Habeş eyaletine kök söktüren Sadun Zenci, Seyfizülyezen’in İfrit Muhtatif’in sarayından kurtardığı sevgilisi Şame, Seyfizülyezen’in her kötülüğün başı olan annesi Kameriye, büyücülerin büyücüsü Mata, Seyfizülyezen’e yardım eden peri Akisa gibi her biri ayrı hikâye konusu olacak karakterlerle bir sonraki adımı merak ettirecek bir masalın içine hapseder okuyucuyu.

18 Ocak 1945 tarihli 2081 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile Hz. Ali Cenkleri isimli bir başka meddah-halk hikâyesinin yasaklanmasıyla ilgili kararın metninde, bir dönem bu eserin yasaklanması gibi ilginç bir anekdota dahi ulaşırız. Söz konusu kararname ile Tam Seyfizülyezen Hikâyesi, Hazreti Ali Mihri Süleyman Peşinde, Yedi Kule Cengi, Hayber Kalesi Cengi, Muhammet Hanefi Cengi, Hazreti Ali ve Amr ibni Mâdi Cengi gibi hikâyeler yasaklanmış. Bu kararname ile dağıtımının önlenmesi ve toplattırılmasına karar verilmiş. Ancak benim elimdeki 1966 tarihli Ayyıldız Matbaası basımı Tam Seyfizülyezen Hikayesi’ne bakılırsa muhtemelen kararname bilinmediğinden, unutulduğundan basılabilmiş. Belki bu klasik halk hikâyeleri de bir gün yeniden okuyucu tarafından keşfedilir.

Türk Fantastik Edebiyatı’nın ilk örneklerine bakıldığında hep istisnaların söz konusu olduğu görülmektedir.

Bu görece “göz alıcı” manzaraya karşın korku edebiyatı ve genel olarak fantastik edebiyatı söz konusu olduğunda zuhur eden iki görüş maalesef geçmişte olduğu gibi günümüzde de hâlâ zaman zaman heveslere, çalışmalara, çabalara gölge düşürebilmektedir. Üstelik artık salt edebiyat alanında değil sinema ve diğer alanlarda da görülmektedir. Denilebilir ki Türkiye’de fantastik edebiyat da, korku da desteklerle, kösteklerle bu iki görüşün çatışmasının gölgesinde ilerleyebilmiştir: Yazılmasını/icra edilmesini isteyenler ve istemeyenler... Bunlardan ikinci grubun görüşünün uzun bir süre etkin olduğunu belirtmeli.

Denilebilir ki Türkiye’de fantastik edebiyat da, korku da desteklerle, kösteklerle bu iki görüşün çatışmasının gölgesinde ilerleyebilmiştir: Yazılmasını/icra edilmesini isteyenler ve istemeyenler...

Türk Fantastik Edebiyatı’nın ilk örneklerine bakıldığında hep istisnaların söz konusu olduğu görülmektedir. 1797 gibi erken bir tarihte, eski halk hikâyeleri ile Batı edebiyatının nesir tarzında yazılmış olan Giritli Aziz Efendi’nin meşhur Muhayyelat’ı (ki Gotik edebiyatın ilk eseri sayılan Horace Walpole’un meşhur Otranto Şatosu’ndan otuz yıl sonrasında yazılmıştır) dâhil hep bir istisnalar geçidi söz konusudur. Gerisi Hikaye’den ve Anadolu Korku Öyküleri’nden ismine aşina olacağını Galip Dursun’un deyimiyle 2000’lerin başına kadar bilhassa korkuda “denemeler”den ve ticari amaçlı kıpırdanmalardan öteye geçememe durumu söz konusudur. Nitekim 1900’lere doğru eserlerindeki pozitivist yaklaşımlarıyla ve mizahi üslubuyla ünlü Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Gulyabani’de insanı korkuya düşüren başarılı tasvirleri de, Kerime Nadir ve Ali Rıza Seyfi’nin Dracula adaptasyonları da istisna olarak kalmıştır. Zira bu tür konuları işlemek pek takdir görmemiş bilakis işlenmesi dahi istenmemiştir.

1700’lü yıllarda (özellikle Lale Devri itibari ile) Türkiye’de yavaş yavaş taraftar bulan Batı tarzında yenileşme fikirlerine paralel olarak, Batı edebiyatı ve kültürüne de aşina bir kesim oluşmaya başlamıştır. İdari ve askeri teşkilat alanındaki reformlarla başlayan atılımlara kısa sürede mimari ve edebi yenilikler de eklenince vuku bulan “eski-yeni çatışması” bu alanlarda da görülmüştür. Tanzimat Dönemi’nden itibaren Batı tarzı nesirin, şiirin, tiyatronun ve benzeri ürünler ile Doğu’nun meşhur divan edebiyatı ürünleri arasında bir çatışma cereyan etmiştir. Buna göre Batı tarzı edebiyatı üretip tüketenler, halk yararına ve “gerçek olan” şeyleri anlatacak konuların işlenmesinin taraftarı olmuşlar, temelinde mistik bir anlatıya sahip olan Divan Edebiyatı’na (kendisinden beslenseler de) bu açıdan karşı çıkmışlardır. Aynı dönemde Batı’da gotik edebiyatın ürünleri görülürken orada da benzeri tepkilerle (ucuz edebiyat neviden) karşılaşıldığını belirtmeli.

Bununla birlikte Giritli Aziz Efendi gibi istisnalar haricinde, bünyesinde mistik öğeler bulunduran Divan Edebiyatı’nın da hiçbir zaman korkulu, fantastikli mevzular anlatma derdinin olmadığını da görmekteyiz. Çünkü divan şiirlerinde görülen periler ve devler (eğer bir kahramanın hayatını işlemiyorsa) genelde yan unsur olarak görülmüştür. Gotik tarzında insanı korkuya ve endişeye sevk etmesi umulan metinlerden ziyade burada fantastik unsurların bir tür dekor işlevi görmesi söz konusudur. Çünkü cinler ve periler, İslam inancının bir parçası olduğundan var oldukları kabul edilerek insan kadar tabii sayılmıştır. Tasvirleri fantastik olsa da doğrudan “fantastik” olarak işlenme çabası güdülmemiştir. Bu nedenle bizde korkulu ve fantastik anlatılar, ne Divan çevresinde ne de Batı tarzı edebiyat çevresinde pek tutunamamış, istisnaların yahut marjinallerin denediği bir tür olagelmiştir.

Lakin bu iki edebiyat, yazılı alanda çarpışırken halk nezdinde meddahların, kıssahanların, hikâye anlatıcılarının anlatılarıyla, ninelerin, dedelerin söylenceleriyle ve türlü inanışlarla beslenen “sözlü edebiyat” bunları işlemekten çekinmemiş hatta gotik edebiyat ürünleri tarzında doğrudan korkuyu işleyen hikâyeler de söz konusu olmuştur. Bu yüzden de “gotik” neviden edebiyat bilhassa batı edebiyatı tarzında üreticilerin “kocakarı edebiyatı” olarak nitelendirdiği, gerçeklerden uzak bir tür hatta türden de öte bir nevi “kusur” olarak görülmüştür. 1900’lerden itibaren günümüze dek uzanan toplumcu gerçekçi edebiyat çerçevesinde bu ürünlere yönelik önyargılar sürmüşse de artık bu pek söz konusu değil. Bu tür ürünlerin edebiyatta işlenmesi bir yana sinema ve yerine göre dizi olarak işlenmesi de belli bir tepkiyle karşılanmıyor. Ancak zaman zaman “kocakarı edebiyatı” yaftasının nüksettiği de olmuyor değil.

Yeliz Özge Toyman’ın “Nazlı Eray’ın Roman Dünyasında Düşsü ve Büyülü Gerçekliğin Kurgusu İle Fantastik Unsurlar” adlı yüksek lisans tezinde belirttiği gibi Şemseddin Sami, Ahmet Mithat Efendi, Mizancı Murad, Nâbizâde Nâzım ve Sâmi Paşazâde Sezâi gibi pek çok Tanzimat dönemi sanatçısı, fizikî gerçekliğe aykırı gerçek dışı ve gerçeküstü olayları kurtulunması gereken bir hastalık olarak değerlendirmişlerdir” şeklindeki tespiti o dönemdeki bakış açısını oldukça iyi bir şekilde özetlemektedir. Sadece Batı tarzı edebiyata yaklaşanlar değil, eski edebiyatı savunan Muallim Naci de eserin fantastik unsurlarla dolu olmasını bir kusur olarak görmektedir. Bu nedenle Toyman, “Muhayyelât-ı Aziz Efendi (1796) fantastik türün ilk örneklerindendir. Çünkü Tanzimat döneminin olağanüstüye karşı savaşına tezat bir kurguyu içerir” değerlendirmesini yapmaktadır.

Korku kültürümüzün de bu çekişme çerçevesinde daha ziyade “sözlü edebiyat” içerisinde yer aldığı açıktır. Üstelik sadece hikâyelerde değil, “gölge oyunu” yahut “hayal” olarak isimlendirilen Karagöz-Hacivat fasıllarında da korkulu unsurların bulunduğu düşünülürse zemin bulduğu yerde gelişmeye ne kadar açık olduğu görülebilir. “Kanlı Kavak”, “Karagöz’ün yazıcılığı”, “Mal Çıkarma”, “Karagöz’ün Balıkçılığı”, “Cazular” (Cadılar) gibi fasıllarda canavarından cadısına, cinlerden define bulan büyücülere ilginç figürler görülebilir. Günümüzde Evliya Çelebi’nin anlatılarını metinlerine yerleştiren korku yazarlarımız misali, eskiden de korkulu anlatılara ilham üfürmesi misali Karagöz fasıllarındaki cadı tasvirlerinin Evliya Çelebi’deki cadı (obur) tasvirlerini andırması bu açıdan oldukça hoş bir detaydır.

“Korkularımız” nasıl kendilerine halk hikâyelerinde ve Karagöz-Hacivat fasıllarında bir zemin bulmuşsa, başka başka yerlerde de karşımıza çıkacağı muhakkak. Karanlığın içinde ışığı yakmamızı beklemekte...