Yürüyen merdivenlerde paramparça olan otuzlu yumurta kolisi

KÜRŞAT ÇELİK
Abone Ol

Karaköy'e vapurdan inişlerim hep bir umut. Nedenini bilmiyorum belki uzun bir yürüyüşün heyecanı, belki bu semtin, belki İstanbul'un belki de uzun zamandır bir şekilde sana bu sokakların birinde tesadüf edeceğime olan inancın umudu.

Bir

  • "Onun gülüşünde ne güneşler var."
  • Cihan Mürtezaoğlu

Durağa yaslanmış otobüs bekliyorum, son birkaç otobüs. Gelmesine daha varken kulaklığımı takıp bir şarkı açayım, dedim. Şarkı çalmaya başlarken az öteden bir çiftin bana doğru geldiğini gördüm. Kadın başını erkeğin omzuna yaslamış, ağır ağır yürüyorlar. Onlar ağır ağır yürürken şarkı acı acı çalıyor. İşe bak, dedim duygusal bir şarkı eşliğinde başkalarının mutlu olduğu bir anı seyrediyorum. Güldüm, geçtim. İç geçirdim, içimden geçtim. Onlar yanımdan geçip giderken otobüsün gelip gelmediğine bakıyordum ki seni gördüm. Bana doğru geliyordun, sen misin, emin olmaya çalışırken ne yapmam gerektiğini düşünmeye başladım. Bir yandan da senin bu tarafa geliyor olmanın imkânsızlığı üzerine düşüncelere kapıldım. Gerçekten bu tarafa geliyor oluşunun acayipliği içinde sana doğru yürümem ne kadar sağlıklı bir karar olur? Yaklaştığında beni görüp görmeyeceğini merak etmekten alamadım kendimi.

  • "Değmiyor kulağıma sözcük hiçbir. Esmiyor bana rüzgâr hiçbir. Gitmiyor benden yol hiçbir. Anlatmıyor beni film hiçbir sanki. Kitabı doğru ne bulabiliyorum şarkıyı doğru ne. Yanlışa o girdim kere bir. Altında ayaklarının uzuyor gibi sakız. Bulaşıyor yüzüne eline, dolanıyor ayağına. Yazılmıyor yap yaparsan ne girersen yerden yanlış hikâyeye."
  • Kürşat Çelik

İki

Alo! Alo! Merhaba, sana gelmek istiyorum. Bana ve buna engel olmayacak mısın? Anlayamadım? Sesin, diyorum sesin. Beni bazen büyük bir çıkmaza sokuyor. Öyle büyük bir kararsızlığın içine düşüyorum ki sesin mi daha güzel yoksa ellerin mi, bir türlü emin olamıyorum. Yine aynı şeyleri mi konuşacağız? Her sabah sana yepyeni bir sevgiyle uyanıyorum ya, hayatımdaki en farklı şey bu. Yani her gün bir insan daha fazla ne kadar sevilebilir'in muhasebesini tutuyorum ben. Yine saçmalıyorsun! Ben de aynı böyle düşünüyorum biliyor musun, yine saçmalıyorsun diyorum kendime, bir sonraki sabah onu çok daha farklı bir şekilde seveceksin, telaşlanma, diyorum. Ne diyorsun sen, Allah aşkına?! Dün, geceye doğru Üsküdar'dan Kadıköy'e gitmek için 12 numarayı bekliyordum, beklerken sıkıldım ve telefondan duygusal bir şarkı açıp kulaklığımı taktım. Tam o sırada az ileriden bir çift geliyordu; kadın, adamın omzuna başını koymuş yürüyordu. Bir film sahnesi gibi. Ne acayip, başkalarının romantik sahnelerine duygusal şarkılar eşliğinde şahit oluyorum. Ya ne diyorsun sen, ne diyorsun? Onlar yanımdan geçip gittikten sonra uzakta seni gördüm, benden tarafa gelecekken birden durdun, telefonla konuşuyordun. İnsan, sevdiğini bir kilometreden tanır. İnsan, sevdiğini bir milyon ışık yılı uzaklıktan bile tanır.

Saçmalıyorsun şu an. Evet, seni severken kendimi saçmalamaktan alıkoyamıyorum. Biliyor musun, bu seni dördüncü görüşüm. Hemen senden tarafa yürümeye başladım, birden ikiz kardeşin yanında belirdi ve yolun karşısına geçmeye başladınız. Durur muyum, bir sigara yakıp ben de yolun karşısına geçmeye başladım, öyle geçiyordum ki karşıya hızımı alamayıp sizi de geçtim kaldırımda. Birazdan benim bastığım taşlara sen de ve siz de basacaktınız. Çok heyecanlıydı. Sanki kaldırım taşlarının üzerinden değil de benim kalbimin üzerinden geçip gidecektin, hiç görmediğim güzel ayaklarınla. Hiç görmedim ayaklarını ama eminim çok güzellerdir. Zaten ellerini de fotoğraflardan gördüm. Sesini, sesiniiiiiii... Sesini de bir şekilde duydum işte onu söylemeyeyim. Ama cümlelerini çok okudum. Her yazdığın cümleyi okudum, bazen yanlışlıkla tekrar tekrar okudum. Bazen bilerek, defalarca. Bir maden işçisi gibi indim kelimelerinin altına. Kimi zaman üzerime çöktü. Kimi zaman, kimi zaman...

Şarkılı kısmı yukarıdan düzenle!

  • "Gün, senden ışık alsa da bir renge bürünse Ay, secde edip çehrene yerlerde sürünse Her şey silinip kayboluyorken nazarımdan Yalnız o yeşil gözlerinin nuru görünse"
  • Atsız

Üç

Kafamı çevirip de seni görünce kalbim göğsümü zorlamaya başladı, başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bu seni dördüncü görüşüm. Ama sanki ilk kez sana bu kadar yakınım. İşte bu sefer, İstanbul'un bütün sokaklarında seni aramalarımın sonuna geldim sanki. Emin değilim hiçbir şeyden, en çok da seni şu an gerçekten kırk beş elli adım ötemde görüyor olmaktan. Gerçek olamayacak kadar rüya, rüya olamayacak kadar gerçek. Hem sen şimdi nasıl oluyor da bilmeden böyle bana doğru adımlıyorsun bütün yolları? Ağzımı hayra açmadım galiba, durdun çünkü. Bana gelen yolun sonuymuş, o adımın. Mecbur ben geleceğim sana doğru. Bildiğim bütün yolları unutuyorum şimdi, yaslandığım durak demirinden nasıl ayrılınır; her işe sağ ayakla başlanır ama ben dermanı sol ayağımda buluyorum. Ama sen nasıl da birken iki oluyorsun öyle? Senin aynından ama sen ayrısın herkesten.

Dört

Dün, geceye doğru Üsküdar'dan Kadıköy'e gitmek için 12 numarayı bekliyordum durakta. Beklerken sıkıldım ve telefondan en son indirdiğim duygusal şarkılardan birini açıp kulaklığımı taktım. Durağa yaslanıp öteye doğru bakarken az ileriden bir çift geliyordu; kadın, adamın omzuna başını koymuş yürüyorlardı. Bir film sahnesi gibi. Kıskandım mı bilmiyorum, onlar adına sevindim de. Kendi adıma hüzünlendim. Onlar yanımdan geçip gittiler, kendime gülüp, işe bak başkalarının romantik sahnelerine duygusal şarkılar eşliğinde şahit oluyorum, dedim. Sonra birden yanılıyor muyum diye dikkat kesildim, onun geldiğini gördüm. Yok daha neler deyip gözümü kaçırıp biraz da toparlanıp tekrar baktım, o geliyor. Ne yapacağım şimdi diye düşünürken gerçekten bu tarafa doğru mu geliyor ya diye söylendim kendime. Aramızda elli altmış adım. Birden durdu. Benim sırtımda otopark sokağı, onun sırtında Hacıoğlu. Telefonunu çıkarıp kulağına koydu, ben de kalbimi elime aldım. Ellerimi de cebime koyup ona doğru yürümeye başladım.

Bu sefer olacak galiba diye düşünürken iyice yaklaşmaya başlamıştım ki birden ikizi belirdi yanında. Yolun karşısına geçmeye karar verip adımlamaya başladınız. Ulan, diyorum ben, ulan. Karşı karşıyayız şimdi. Benim yüzüm sana, seninki denize dönük. Deniz olsaydım şimdi. Hemen hızlanıp sana doğru yürüyorum önünüze geçerken sigara yakıp. Ayaklarım birbirine dolanıyor resmen. Onca senedir dünyadayım, ilk kez yürüyormuşum gibi hissediyorum. Yürümeyi unutuyorum. Önünüzden hızlıca yürürken bir yandan birazdan benim adımlarımın değdiği yere senin adımlarının değecek olmasını düşünüyor bir yandan da ne yapsam da yüzünü bir kez görebilsem, diyorum. Şimdi arkamı dönüp size doğru yürüsem olmaz. Böyle dosdoğru yürüyüp gitsem de olmaz.

Beş

Bugün seni bulacağım. Üsküdar'a iniyorum, neşetine. Değilsindir ama şöyle bir göz ucuyla sahili tarıyorum, belli ki hava öğleden sonra daha da kapanacak. Belki biraz yağmur da çiseler. Yüzlerce insan, tek başına veya arkadaşlarıyla ya da ailesiyle. Köpekler, misinanın ucunda balıklar, turşumuş balıkçılar, Boğaz'dan geçen bandıralı gemiler, tek tek her birinin içinde olmak istediğim Şehirhatları vapurlar, İstanbulkart ofisi, büfeler, sosisliler ve patsolar. Plastik bardakta çayı içilebilir daha ilerideki büfeler, zamanı geçmiş dayılar, sokağın taşı toprağı olmuş adamlar, Çengelköy otobüsleri ya da Beykoz falan, balkonu güzel Mihrimahsultan, ücretsiz tuvaletler, Marmaraylar, metrolar. Hakimiyetimilliyeler, Selmanıpaklar, eski sevgiliyle gidilmiş tesadüf ya ertesi günkü İngilizce dersinde İstanbul mekânları için kurulan örnek bir cümlede geçen, demek ki meşhurmuş gittiğimiz yer dediği Gençkebaplar, Kanaatlar, martılar, Selmanağalar ve kanatlar, önü ardı temizlenip halka kazandırılmış meydanlar, altı boşalmış kaldırım karoları. Balıkçılarçarşısılar, kellepaçalar, nar gibi kızarmış piliçler, butlar, göğüsler, kanatlar. Yenivalideler, yine ücretsiz tuvaletler, Uncularlar, Çimenler, Karadavutpaşalar, burada değilsen öyle ya belediyesarayındasınlar, Starbuckslar. Yoksullar ve yoksunlar.

Altı

Karaköy'desin, biliyorum. Şansıma çirkin vapur denk geldi, tepesindeyim, hava esiyor, denizin suyu grilenmiş. Etrafımda bir tur dönüp Boğaz'ı seyrediyorum, yirmi sekiz yıldır seni her gördüğümde bu kadar hayret edip yeniden bu kadar çok sevmeme şaşırıyorum. Onlarca fotoğraf çekiliyor. Bir lokma simite pike çekiyor martılar. Rüzgârda savrulmaktan korkarken nerede bu Hüdayiyolu, diyorum, nerede? Kabrinde Fatiha okumuşluklarım geliyor aklıma, iyi ya bana denizde boğulmak yok, derken korkmaya devam ediyorum. Seni hem bu kadar sevmek hem de senden bu kadar korkmak, ne büyük tezat. Galiba bunu hem sana hem de İstanbul'a söyledim. İçeri girip cırt turuncu koltuklardan birine oturuyorum.

Dalgalarla hareketlenen iskeleden iniyorum. Karaköy'e vapurdan inişlerim hep bir umut. Nedenini bilmiyorum belki uzun bir yürüyüşün heyecanı, belki bu semtin, belki İstanbul'un belki de uzun zamandır bir şekilde sana bu sokakların birinde tesadüf edeceğime olan inancın umudu. Restoreye alınan binanın altına çöken gözlemeci ve çaycıyı, balık restoranlarını, restoranların kirli kokuşmuş gömlekleriyle turist avına çıkmış emektar şef garsonlarını geçip Sebo'nun arasından ve ara sokaktaki çiğ köfteciden Murat Muhallebicisi'nin meydanına çıkıyorum. Elimi belime koyup sokağı sonuna kadar soluyorum. Gözlerim kapalı. Kafamı Yüksek Kaldırım'a çeviriyorum. Az kaldı, az kaldı, sen beni ona ulaştıracaksın, diyorum. Gülüyorum. Hiç kimse değil, yalnız ikimiz anlıyoruz birbirimizi.

Şeyh Galib'i geçip caddeye başlayınca burayı, bu taşları, caddenin her yanını kaç kez adım adım geçtiğimi düşünüyorum. Hiç kimseyi tanımadığım, hiç kimsenin beni tanımadığı bu kalabalıkları deliler gibi seviyorum. Böyle zamanlarda kendimi, tekerlekli bir cam fanusun içinde yalnızca benim onları gördüğüm hayaline kapılıyorum. İnsanı, sadece böyle sevebiliyorum. Birileri beni geçiyor, ben de başka birilerini. Kimisiyle aynı yönde kimisiyle ters yönde yürüyoruz. Birbirimizin hiçbir şeyini bilmeden, mesela irinli kasıklarını, günlerdir su değmemiş koltuk altlarını, sol ayağındaki mantarı, az önce ettiği küfrü, günlerdir kafasını kurcalayan o ağır yükü, yirmilik dişinin kancık ağrısını, yetiştiklerini veya geç kaldıklarını, ihanetini, sadakatini, piçliğini, cebindeki son beşliğini, ilk günahını, avuçlarındaki kanı, tırnaklarının arasındaki çiş ve bok parçalarını, bir insanı ne zaman nasıl ve ne kadar sevebileceğini, ne olursa nefret edeceğini, en son ne için hangi yalanı söylediğini ya da kimin yalanına kandığını, hayatında kimse olup olmadığını, birinin hayatında kimse olup olmadığını bilmeden ve umurunda da olmadan geçip gitmenin benzersiz hazzı. Çünkü bilince yani birilerine ait birtakım bilgilere sahip olunca mesela, bir kere soluyunca bir daha burnundan çıkmayacak her köşede arayacağın kokusu, denk gelmedikçe yanan canın ve işte bunların omuzlarına karabasan gibi çöküşü.

  • "Yeter! Dur artık!"
  • Polat Alemdar
  • Kurtlar Vadisi - 24.Bölüm -1.10.44.

Narmanlı'yı geçiyorum, şükür gırinpisçiler es geçiyor beni. Uzun zamandır burada seninle yürümeyi hayal ediyorum. Sen de seviyorsun burayı, herkes gibi. Çünkü Ziya Osman'ın da dediği gibi yalnız bu caddede bulunmak insanı mesut etmeye kâfidir. Sonra da şöyle devam ediyor, yaşadığımı, ben de saadetimi düşünmeliyim. İşte böyle yapıyorum ben de. Aslında yapmıyorum, öyle hissediyorum, bir kuşun kanatlarında tasasız bir uçuş. Ne gelse yıkamaz beni, diyorum. Kötü her şey bir kulağımdan girip ötekinden çıkıyor. Tramvay yaklaşınca aceleyle poz kesenlere, irili ufaklı arkadaş gruplarına, vitrinlere, Araplara, İngilizlere, Fransız ve Ruslara, milletini ve dilini bilemeyeceğim herkese baka baka Galatasaray meydanına varıyorum.

Şöyle bir arkamı dönüp tünel tarafına doğru bakıyorum, o hafif çukurluktaki insan yığınına. Ağzına kadar dolu bir kase gibi. Yapı Kredi'nin yanındaki polis barikatlarına bakıyorum, ne zaman bitecek bu abluka, diyorum. Geçen arabaya yol vermeyerek salınıp gidiyorum, Turnacıbaşı'ndan sağa giriyorum. Cihangir'e doğru. Otelleri, restoranları geçtikten sonra yolun sağ yanı boyunca hamama kadar devam eden devasa duvara baka baka yürüyorum. Eskicinin duvara astığı elbiselerin yanında seni görür gibi oluyorum, elbiselerin yanında poz veriyorsun. Ayakların biraz içe doğru çarpık, olsun, diyorum.

Otoparklardan, eskicilerden, antikacılardan, karakollardan geçip Firuzağa'ya varıyorum. Buradan sonra sen yerini Orhan'a bırakıyorsun. Artık seni değil, Orhan'ı arıyorum; ona rastgelmeyi hayal ediyorum. Köşedeki Kardeşler Kebap'ta neydi adı şunun, hah Kürşat Çelik, bıyıklarına bulaştıra bulaştıra lahmacun yiyor. Muhtemelen o da Orhan'ı görmenin hayalini kuruyordur, nereden mi biliyorum, lahmacunu bitip yağlı ellerini peçeteye sildikten sonra bunun tivitini atar. Boğazkesen'e inerken şunu düşünüyorum, adımlarımız birbirimize karşıysa ne ala ama aynı yöneyse çok acı. İşte o zaman sen önde, ben arkada bitmeyecek bir döngüye giriyorum. Attığım her adım senin adımlarını daha ileriye atıyormuş gibi. Peki ya, sen benim arkamdaysan, bu sefer de sana gelmek için adımlayan ayaklarım bilmeden senden kaçıp duruyor gibi. Bir anda dağılıyor duman, sana rastlayacağım, ötesi yok.

Kılıç Ali Paşa'nın arkasından kafeler sokağına giriyorum. Şurada bir çikolatacı, yoksun. Şura pub galiba, orada zaten yoksundur. Köşedeki hamburgercide de. Davul gibi şişmiş köpeği geçiyorum, masalardaki biraları ve dev kahkahaları. Ama herkesin beni izlediğini düşünürken yürümeyi şaşıracak gibi oluyorum, neyse ki kalabalığı bitiriyorum. Sağa dönüyorum, sonra bir de sola, sanırım az ileriden bir sağa ve sonra tekrar sola döneceğim. Öyle ya bu kadar dönüşe sana rastlamam an meselesi. Galata simitçisini ve sonra da Karaköy çorbacısını. Sağlı sollu arkadaş gruplarını, bugün cumartesi, muhabbet gece yarısına kadar aralıksız sürecek ve ben birkaç saat daha yürüyeceğim. Ani bir fren sesi, tıslayıp pıslayan bir kamyon. Arkası, Elifim Noktalandı.

İstanbul, Hatıralar ve Şehir

  • "Fatih'ten Eminönü'ne kadar yürüdüm, becerebilsem denizi de öyle yürüyerek geçmek isterdim. Yürürken dinlendiren Allah'a teşekkür ederim."
  • Kürşat Çelik

Hasan Efendi'nin henüz Hasan Efendi olmadığı zamanlar. İnce, uzun, beyaz tenli, ay benizli genç bir mevlithan; sesi sokakları, caddeleri geçip mahalleleri aşıyor. O, bir şeyler okumaya başladığı zaman herkes kendinden geçiyor. Bayılanlar, tansiyonu yükselenler, nabzı düşenler... Onu dinlemek ölüme yürümek gibi, sesine kuşlar hizaya giriyor. Her besmele çekişinde en az üç babayiğit toprağı boyluyor. Ta ki yıllar sonra canı, cananı Efendi Babası, evladım Hasan'ım, sesini kendine saklayasın inşallah, diyene kadar genci, yaşlısı, kadını, erkeği demeden bir elifiyle herkesin kalbine giriyor. Günlerden bir gün, yine bir mevlit için karşıya geçmesi lazım, Haliç'e iniyor, bir de ne görsün ne bir kayık ne de bir tekne var. Kaybedecek tek bir dakikası bile yok, mevlit için söz verdiği saate çok az bir vakit kalmış. Elini cebine atıp tespihini çıkarıyor, otuz üç defa Estağfurullah çekiyor; bir o yana bir bu yana hızlı hızlı gidip geliyor; bir otuz üç Estağfurullah daha çekiyor; sensin Allah, Lailaheillallah deyip bir otuz üç de Kelime-i Tevhid çekiyor. Alnından boncuk boncuk terler dökülüyor, verdiği sözü düşündükçe sırtı marazlanıyor. Sensin Allah, şefaat ya Rasulullah, diyor. Tespihini öpüp göğüs cebine koyuyor. Şöyle bir bakıyor Haliç'e, sensin Allah ya bismillah, deyip adımını suya atıyor. Hay Allah, Subhanallah, deyip bir adım daha atıyor. Hay Allah, sensin Allah ya bismillah, deyip bir adım daha atıyor. Suya değil de taşa basar gibi geçiyor koca Haliç'i.

İskeleye varmadan semaverciden acı bir çay alıp Boğaz'ı seyretmeye başlıyorum, ah diyorum, şöyle yürüyüp geçebilsem şu denizi. Çaydan bir yudum alıyorum, sanki çaydan değil de Boğaz'dan alıyormuşum gibi suyu çekilmeye başlıyor. Bu da ne ola ki, deyip bir yudum daha alıyorum, su biraz daha çekiliyor. Bardağın dibine geldiğimde tek bir damla su kalmıyor koca Boğaz'da. Duamın böyle kabul olacağını hiç düşünememiştim. Kıyamet gibi karşımda duruyor bomboş koca Boğaz. İlkin bakmaya korkuyorum, sonra her şeye alıştığı gibi insanın, ben de alışıyorum bu dev vadiye. Hemen aklıma, on yedi sene önce gecenin bir yarısı karısını yatakta bırakarak arabasına atlayıp Boğaz Köprüsü'ne intihar etmeye giden komşumuz geliyor. Acaba görebilir miyim onu, diye geçiriyorum içimden. Çöpleri ve irili ufaklı yüzlerce deniz canlısının cesetlerini ayaklarımla sağa sola ite ite yürümeye başlıyorum. Denizin altıyla ilgili hiçbir fikir yürütmemişim bugüne kadar, neyle karşılaşacağıma dair en ufak bir fikrim yok. Ama birden hınçla fırlatılmış yüzükler göreceğimi sanıyorum.

Mesela dokuz sene önce eniştem vapura binerken telefonunu suya düşürmüştü, bu veya benzeri sebepten bir sürü telefon, bilgisayar, fotoğraf makinesine tesadüf edeceğimi sanıyorum. Belki yürüdükçe insana ait herhangi bir uzuvla bile karşılaşabilirim. Bırak uzvu kim bilir yüzlerce yıldır kaç insan düştü veya atladı bu sulara ya da atıldı, kaçının etleri lime lime edilmiş kemikleriyle karşılaşacağım acaba? Suların çekildiği o son anda kimse intihar etmeye kalkıştı mı acaba, kendini aşağı bırakırken suların gittikçe uzaklaştığını derin bir karanlığın onu kendisine çektiğini mi gördü acaba? İlerledikçe büyük küçük bir sürü kara ve deniz aracına rastlıyorum, yosunlar leş gibi sarmış her yanlarını. Sular çekilirken tepetaklak olmuş Şehirhatları, Turyollar, devasa gemiler ve onların dili, dini bin mürettebatları. Turyolun üst katında sidik gibi çaylara taze diye yalanlar satan Anadolulu kısa kol kirli beyaz önlüklü rengi soluk ihtiyarlar nerede acaba? Peki ya hiç kimsenin görmediği ve yokluğunu fark etmediği yalnızlar, çareyi soğuk suyun dibinde bulan çileli yalnızlar nerede? Lise üçteyken kaybolan siyah kalemim peki, yoksa o da mı burada? Denize bakıp bakıp, Avrupa'dan Asya'ya Asya'dan Avrupa'ya bakıp bakıp, İstanbul'un görebildiği her yanına bakıp bakıp onu yenmeye dair söylemlerde bulunan yaşı belli belirsiz o milyonlarca insan nerede? Karun'un hazineleri, Yusuf'un rüyaları, Musa'nın asasının izleri, Firavun'un secdesi nerede? Kabil'in kalbindeki hınç peki, avucundaki kan; Bush'un tırnaklarındaki mazlumlar? Ferhat'ın kazması, Kays'ın ateşin kumlarda yanmış ayakları?

Peki Ya Sen?

  • "Canım, güzelim, kederlim felaket zamanları gelip çattı, gel bana nerede olursan ol gel, ister sigara dumanıyla dolu bir yazıhanede, ister çamaşır kokan bir evin soğanlı mutfağında, ister dağınık mavi bir yatak odasında, nerede olursan ol gel, vakit tamam, gel bana; yaklaşan korkunç felaketi unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi."
  • Kara Kitap, Orhan Pamuk

Boğazın sularını çeken ne Karadeniz'in ısınması ne de Akdeniz'in soğuması. Beni bu koca denizin ortasına gömen şey, tüm gün seni aradığım bu şehirde değil de Bursa'da olman. Akşama kadar dolanıp durduğum bu şehirden meğer sen sabahın erken saatlerinde ayrılmışsın. Biliyordum, ama biliyordum yani aslında anlamıştım çünkü bugün sana tesadüf edebileceğim en nadide gündü. Karşılaşmamız için her bahanenin yerle bir olabileceği bir cumartesiydi. Karşılaşmamıza tek engel, başka bir şehirde olmandı zaten, başka türlüsü mümkün bile olamazdı. İşte seni gördüğüm, 12 numarayı beklediğim o Üsküdar akşamında, eğer ki karşına çıkabilseydim her şeyi bir bir anlatacaktım sana. Senin karşına çıkamadım, 12 numaranın son seferine binemedim, yine yürüdüm. Üsküdar'dan Selimiye'ye kadar yürüdüm. Becerebilsem karşı kıyıdaki her şeyi avuçlarıma alıp kum taneleri gibi dağıtırdım.