“Zabıta”yı İhbar Etmek

HANDAN ACAR YILDIZ
Abone Ol

Beş tane kocaman adamın, temiz pak, mavi, ütülü gömlekli zabıtanın, üstü başı ter, toz içinde bir çocuğu kovalamalarına Eminönü’nde şahit olduğumda, içim acımış, şaşırmış, hiçbir şeyi değiştiremediğim için kendimi çaresiz hissetmiştim. O anda, bu olayın öyküsünü yazmak aklımdan bile geçmemişti.

Hafızamızda kalanı ya da kalabilecek olanı yazdığımıza inanıyorum. O an meydana gelmiş bir hadiseyi yazsak bile, onu o an kayıt altına almadığımız takdirde de hatırlardık. Kolay unutmayacaklarımızı yazarak, belki de onları rüyalaşmaktan alıkoyuyoruz. Unutulmamış ya da unutulmayacak olanı yazarak, onu, rüyalaşmaktan alıkoyma çizgisine itiyorsak eğer, ancak o hadiseyi bir rüya kadar çağrışımlı hâle getirerek, o hadiseye haksızlık etmekten beri durmuş oluruz. Bu, yazımsal boyut. Ama ben, yazılmadan önceki evreye de temas etmek istiyorum. Bir olayı, bizim için unutulmayan veya unutulmayacak olan çizgisine çeken ise; ister bizzat yaşayalım, ister başkası yaşasın veya hayal edelim, yazılacak olanın bizde uyandırdığı duygudur. Bu duygu merak, acı, çaresizlik, şaşkınlık vesaire olabilir.

İşte bu nedenle hikayesini anlatacağım öykünün ilk önce bendeki duygusal karşılığı ne olmuş, bundan bahsetmek istiyorum. İnsan zihni öyle ilginç işliyor ki; yukarıda rast gele örnek verdiğim “merak”, “acı”, “çaresizlik” ve “şaşkınlık” duygularından üçünün bu öykü için bende karşılığı var. Bunu da şimdi yazarken fark ediyorum. Öykünün hikayesinin hikayesi gibi oldu(!) Konuya tekrar dönecek olursak, İnatçı Leke’de yer alan “Zabıta” isimli öykünün bendeki duygu karşılığı; “çaresizlik”, “şaşkınlık” ve “acı”ydı. Öykünün öznesi bensem, acımı kutsama, farkında olmadan acımı putlaştırma tehlikesiyle yüz yüzeyimdir.

Öykünün öznesi başkası olduğunda ise, onun acısını pazara çıkarma, bir porno çirkinliğiyle (başkasının acısını teşhir etmenin pornoyla aynı şey olduğunu düşünüyorum) başkasının acısını teşhir etme ve nihayetinde, zaten haksızlığa uğramış bir insana bir de benim vicdan gösterisi sahtekarlığıyla haksızlık etme tehlikem vardır. “Zabıta”yı ve bütün öyküleri yazarken hem öznel hem nesnel anlamda bu iki hatayı yapmama savaşımındayım. Beş tane kocaman adamın, temiz pak, mavi, ütülü gömlekli zabıtanın, üstü başı ter, toz içinde bir çocuğu kovalamalarına Eminönü’nde şahit olduğumda, içim acımış, şaşırmış, hiçbir şeyi değiştiremediğim için kendimi çaresiz hissetmiştim. O anda, bu olayın öyküsünü yazmak aklımdan bile geçmemişti. Ama olay şaşkınlığa, çaresizliğe ve acıya karşılık geldiği için asla unutmayacağımı, unutamayacağımı biliyordum.

Olaydan tam bir yıl sonra yine İstanbul’da bulunduğum sırada, bilgisayarımda başka bir öyküyü yazarken o çocuk gözlerimin önüne geldi. Elindeki leğeni taşırken zorlandığı için çarpılan bacakları, sıyrılmış tişörtü, yere savrulan sular gözlerimin önünden silinecek gibi değildi. Yazıyor olduğum diğer öykü dünyamın dışında kaldı. Sanki televizyon ekranından seyreder gibi bütün netliğiyle her şey karşımdaydı. Yazdım. Öykü, kendini dayatmıştı.

Böylece başkasının acısını tezgaha serme ve sahte bir vicdan yükünden kurtulma olgusundan beriydim. Çünkü çok üzülmeme rağmen öyküyü yazmayı düşünmemiş, öykü gelip kendini yazdırmıştı. Geriye tek endişem kalıyordu; olayı arabesk hâle getirmemek. Bunun için elimden geleni yaptım. Şimdi bu satırları yazarken de o çocuğun nerede ne yaptığını merak ediyorum. Hep merak ediyor olacağım. Ah, “merak” da sonunda işin içine girdi. Artık hiç unutamam. Belki o çocukla rüyamda karşılaşırım. Acım hâlâ taze olduğu için belki onu rüyamda görürüm ve hiçbir şey yapamadığım için ondan özür dilerim. Onu yazmakla ondan özür dilemiş olmadım çünkü.