“Ben kimim?” sorusu film ve edebiyatta Nora ile Cléo’yu özgürlük ekseninde buluşturuyo

HALİL KİRAZLI
Abone Ol

Edebiyat ve sinema, kadının kendi varlığını keşfetme yolculuğuna kimi zaman bir evin kapısını, kimi zaman bir şehrin kalabalık sokaklarını mekân kılıyor ve zamanı da aşarak farklı karakterleri aynı konunun etrafında şekillendirebiliyor. Nora ve Cléo, yani biri 19. yüzyılın ataerkil aile yapısına sıkışmış bir kadın, diğeri 20. yüzyıl Paris’inde ölüm korkusuyla yüzleşen genç bir sanatçı. Farklı çağların kadınları olsalar da ortak bir sorunun etrafında buluşuyorlar: “Ben kimim?” Bu soru, kimi zaman bir erkeğin gölgesinden sıyrılmak, kimi zaman da ölümün soğuk ihtimaliyle yüzleşmek biçiminde kendini gösteriyor. Keza onların hikâyeleri, yalnızca bireysel arayışların değil, aynı zamanda bir dönemin kadınlara biçtiği rollerin kırılma anları.

Nora: Bir evin içinde yankılanan çığlık

Henrik Ibsen’in Bir Bebek Evi eserinden beyaz perdeye taşınan Nora, dışarıdan bakıldığında evcimen, itaatkâr ve güler yüzlü bir eş gibi görünür. Oysa bu yüzey, derinlerde zincirlerle örülüdür. Kocası tarafından “oyuncak bebek” gibi görülen Nora, varlığının küçültülüşünü her gün biraz daha ağır hisseder. En sonunda, evin duvarlarının ardında sessizce büyüyen huzursuzluk, tek bir karara dönüşür: Gitmek. Çocuklarını, kocasını, “mutlu aile” yanılsamasını geride bırakıp kendi yolunu açmak. Nora’nın kapıyı sertçe çarpışı, yalnızca kişisel bir isyan değil; bir dönemin kadınları tarafından atılmış cesur bir adımdır aynı zamanda.

Cléo: Paris sokaklarında aranan bir benlik

Agnès Varda’nın Cléo Beşten Yediye (Cléo de 5 à 7, 1962) filmindeki Cléo ise şöhretin ışıkları altında parlayan ama içeride derin bir boşluk taşıyan genç bir şarkıcıdır. Bir sağlık raporunun sonucunu beklerken geçirdiği iki saat, onun tüm hayatını dönüştüren bir yolculuğa evrilir. Aynaların, vitrinlerin ve bakışların arasında yaşayan Cléo, önce başkalarının gözünde bir imge, bir yüz, bir beden gibidir; fakat Paris sokaklarında attığı her adım, onu kendi içine biraz daha yaklaştırır. Ölüm ihtimalinin soğukluğu, bir tür aydınlanmaya dönüşür; korkunun içinden kabulleniş, kabullenişin içinden ise hayatı daha gerçek bir yerden kavrayış çıkar. Cléo, dışarıdan bakıldığında aynı kalır belki, ama içsel olarak bambaşka bir insana dönüşmüştür.

Özgürlüğün iki yankısı

Nora ve Cléo, birbirinden uzak yüzyıllarda, farklı coğrafyalarda doğmuş karakterlerdir; ama her ikisinin hikâyesi de kadının “kendi olma” çabasının yankısıdır. Nora, evin kapısını arkasından sertçe kapatarak özgürlüğe adım atar; onun özgürleşmesi bir kopuş, haykırıştır. Cléo ise kentin kalabalığında yürüyerek, sessizce kendi benliğinin kapısını aralar; onun özgürlüğü bir iç aydınlanmadır, bir dinginliktir. Nora dışarıya, topluma meydan okur; Cléo içeriye, kendine yönelir. Farklı biçimlerde de olsa her ikisi de aynı gerçeği dile getirir: Kadın, başkalarının bakışlarından sıyrıldığında, kendi hakikatine kavuşur.

*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.