Birlikte ama uzakta: Dublin ve James Joyce

GÜVEN ADIGÜZEL
Abone Ol

Bir yazar ve bir şehir. Bir kalem ve bir mekân. Bir nehir vebir uçurum. Joyce ve Dublin. Eşanlamlı bu iki imgeyi engüzel şöyle tarif edebiliriz: Birlikte ama uzakta. Joyce buşehirde doğdu, 1882’de. Orta sınıf bir Katolik ailenin çocuğuolarak gözlerini açtığı Dublin, yazarlık hayatının en talihsizyıllarını yaşadığı bir dönemin simgesiydi. Talihsizdi, çünkü1880'lerden itibaren İrlanda milliyetçilerinin "home rule" adınıverdikleri özerk yönetim taleplerine bağlı olarak harlananbağımsızlık ateşi Dublin sokaklarını sarmaya başlamıştı

  • "Dublin’in binlerce yıl başkent olduğunu ve Britanya İmparatorluğu’nun ‘ikinci’ büyük kenti olduğunu anımsarsan, hiçbir sanatçının onu dünyaya sunmaması garip görünüyor." James Joyce

Joyce yazarlık macerasının ilk durağına denk gelen bu mevcut tansiyonlu ortamdan hiç hoşnut değildi. Her geçen gün sokak eylemleriyle büyüyen gerilimli atmosfer, doğduğu şehri bırakıp gitmesine yol açacak kadar etkilemişti onu. Huzur aramıyordu aslında, belki biraz sakinlik.

1902’de özgürce okuyup yazabilmek için Paris’e göçtüğünde yalnızca 20 yaşındaydı. Terk ettiği Dublin, kendi tabiriyle "kişisel ve siyasal hüsranların" birbirine bağlı olduğu bir şehirdi ve terk edilmeyi hak ediyordu. Kolonyal baskıya direnerek bağımsızlığını kazanabilmek konusunda sürekli başarısız oluyordu Dublinliler. Daimî bir mücadele ve hep aynı siyasal hüsran. Burası modern bir Avrupa başkenti değildi Joyce’a göre, üzerinde hissettiği baskının ve yazar olmasına engel bir huzursuzluğun şifresiydi yalnızca. Şu sözler elvedasına bir dipnot yerine geçebilir: "İrlandalı, İrlanda’nın dışında farklı bir yerde bulunduğunda çoğunlukla saygıdeğer biri olur. Kendi ülkesinde geçerli olan ekonomik ve entelektüel durumlar bireyselliğin gelişmesine izin vermez. Kendine saygısı olan hiç kimse İrlanda’da kalmaz. Kızgın Jove’un ziyaretine maruz kalan bir ülkeden uçar gibi uzaklaşır." Dublin ve Joyce adlı, uzun, kırık ve puslu hikâyenin ilk kısmı böyle başlamıştı.

James Joyce, 1882 yılında Dublin’de doğdu

Joyce artık Paris’teydi. Bu gönüllü sürgünlüğü sonrasında Dublin’e ilk zorunlu dönüşü, annesinin hastalığı sebebiyle ve doğal olarak kısa süreli bir ikameti kapsayacak şekilde planlanmıştı. Bu şehirde kalmaya niyeti yoktu. Annesinin ölümüyle gelen büyük sarsıntıya katlanmayı başarsa da bu acının izleri geçmeyecek kadar derindir. Joyce’un, annesinin yüzünde gördüğü ve kurban olmakla ilişkilendirdiği o ifade nihayetinde Dublin’i de temsil eder. Annesi, kilisenin ve devletin kurbanıdır. Çalınmış bir iradenin temsilidir annesinin yüzü. Hem kendisine hem de kilise-devlete karşı zihnen bayrak açmıştır artık.

1905’te yeniden terk eder Dublin’i.

Bu kez rotasını İtalya’ya doğru çevirecektir. Joyce bu kaçışlarını fazlasıyla benimser. Kendi kavgasına ruhunu ortak etmiştir. Bir erdem sayılmaz belki ama, haklı bir vazgeçiştir bu. İtiraf ettiği üzere, Dublin’i terk edebilme cesaretini göstermiştir aslında. Öykülerindeki Dublin imgesi, Dublin’i terk etmeyi göze alamayanları da kapsayacak şekilde genişler. Kişisel macerası İtalya’nın ardından gelen Zürih seferi ve nihayetinde Paris’teki ölümüyle son bulduğunda, geriye dört şehirde yaşayıp tek bir şehri yazarak inşa ettiği o bulmacalı külliyatı kalacaktır sadece. Dublin’den seslendiği dünya, dünyadan Dublin’e seslenişi ya da.

Joyce’un Dertli Evi: Dublin

Joyce, Cizvit okullarında eğitim gördü; Dublin'deki University College'de felsefe ve modern diller okudu.

Joyce, her gün ve her saat İrlanda’yı düşünüyordu gittiği şehirlerde. İrlandalı olmaktan başka bir işi yoktu sanki. Dublin’den uzakta ama hep Dublin’le birlikte. Bu yaşamak onun iradi tercihidir. Hayatının önemli bir kısmını Dublin dışında geçirmesine rağmen, zihin dünyasının odağında, dert edindiği meselelerin arka fonunda, içine düştüğü karanlıkların şafağında ve bir yazar olarak anlatısının merkezinde hep Dublin vardır. Gizli özne ve açık mekân.

Dublin, Joyce’un dertli evi.

Şöyle yazar eşi Nora’ya: "Sevgili aşkım, Dublin beni hasta, hasta, hasta ediyor. Başarısızlık, hınç ve mutsuzluk kenti. Ondan kurtulmaya can atıyorum."

1904 yılına ait bir Haziran’ın 16’sında Perşembe günü evinden çıkan Leopold Bloom’un Dublin sokaklarında geçirdiği bir günü anlatan kült eseri Ulysses, şehrin somut mimarisini soyut ruhuyla birlikte görebilmenin mümkün olduğu, kelimenin tam anlamıyla Dublin’i sokak sokak anlatan bir ulu ses romanıdır. Hayır şehir rehberi değil, Joyce’un rehberliğinde yazılmış çok bulmacalı bir şehir defteri. Dublinlilerin günlük hayat pratiklerinden, şehrin kültürel karakteristiğine ve hatta mekanların ritmine kadar derinlemesine bir şehir anlatısı olarak tebarüz eder Ulysses. Şehrin kılcal damarlarında gezinip, en ayrıntılı tasvirlerle süslenmiş modern bir Dublin destanı çıkmıştır ortaya. Joyce’un deyişiyle bir gün Dublin yıkılırsa bu romana bakıp yeniden yapılsın diye yazılmıştır sanki.

Dublin, İrlanda’nın başkenti ve aynı zamanda en büyük şehridir.

Joyce Dublinliler’i İtalya’da, Ulysses’i Zürih’te yazar. Londra ve Paris’te yayımlanır kitapları. Yine de kaleminden dökülen hep Dublin’dir. Yalnızca mekânsal bir idiyet değildir bu. Joyce aslında şehrinden hiç ayrılmamıştır. Şöyle der: "Dublin’den hiç ayrıldım mı sanki. Öldüğümde, yüreğimin ortasına kazılmış bulacaklar Dublin’i" Joyce dünyaya Dublin’den bakar.

Haksız sürgünüdür Dublin’in, aynı Dante gibi.

Eserlerinin başrolünde Dublin, ruhunun derinliklerinde ise "Dublinli olma" hâli mevcuttur, bitimsiz bir mevcudiyettir bu. Bir zamanların en meşhur koloni başkenti sayılan bu kadim Kelt şehri, hem "felcin merkezi’" hem de bir "umut arayışı"dır aslında.

Getirdiği anlatım yenilikleri ile 20. yüzyıl edebiyatını derinden etkilemiştir.

İrlanda ahlâkına karşı kalemini sütre yaparak hiç durmadan ateş eder Joyce. Yayıncısı Grant Richards’a gönderdiği mektupta, "Amacım, ülkenin ahlâk tarihiyle ilgili bir bölüm yaratmaktı ve Dublin’i seçtim, çünkü bu kent bana felcin merkezi gibi geldi" diyecektir mesela. Bir Dublin güzellemesi yapmaz elbette. Burası onun zihninde kötücül bir şehir değilse bile, karamsarlığın her daim tahkim edildiği bir mekândır. Nefret etmez şehrinden, onunla hesaplaşmak ister. Aklı ve kalbi buradadır. Dublin’in ruhunu büsbütün kuşatan kilise otoritesinin, toplumsal bağnazlığın, sert milliyetçiliğin ve katı-geleneksel aile yapısının ortaya çıkardığı "kültürel zeminin"gereğinden fazla boğucu olduğunu düşünür Joyce. Hatta yaşamaya engeldir bu zemin. Modernitenin tüm açmazlarıyla birlikte bu boğucu iklim üzerinden hesaplaşacaktır şehriyle. Joyce’un Dublin’i bir imge olarak hedefe koyup onu en sert eleştirilerle hırpalamasını, yeislerle örülmüş bu ölüler şehrinin ayağa kalkıp kendini yeniden doğurması ihtimaline duyduğu inançla da açıklayabiliriz. Çürümüşlüğü görmüş ve kalemiyle dalmıştır bu cinnetin ortasına.

Viking yerleşimlerinin merkezi olarak kurulan şehir, Orta Çağ’dan beri İrlanda’nın başkentidir.

Dublin ve Joyce. İki yabancı. İki sırdaş. İki ebedi dost. İki muarız.

Joyce felsefemodern diller eğitimi aldığı üniversiteye bu şehirde gitti, ilerde Oda Müziği ismiyle kitaplaşacak olan ilk şiirlerini bu şehirde yazdı, annesinin yüzünü son kez bu şehirde gördü, bu şehirde âşık oldu, bu şehirde hüsrana uğradı, bu şehirde kırıldı ilk kez. Hiçbir zaman kaçamadı Dublin’den, hıncı, öfkesi ve mutsuzluğu oldu bu şehir. En çok bu şehre kızdı, en çok bu şehri sevdi. En çok bu şehirden ayrı kaldı ama bu şehre mühürledi kalbini yine de. Bir yazar ve bir şehir. Bir kalem ve bir mekân. Bir nehir ve bir uçurum. Joyce ve Dublin.