Daniel Plainview ile Charles Foster Kane gücün bedelini sinemada gösteriyor
Sinema, hırsın insandaki karanlık damarını belki de hiçbir sanat dalının yapamadığı kadar derinlemesine göstermiştir. Bu damar, kimi zaman sessiz bir kazma sesiyle, kimi zaman bir gazete manşetiyle yankılanır. Paul Thomas Anderson’ın Kan Dökülecek (There Will Be Blood, 2007) filmindeki Daniel Plainview ve Orson Welles’in başyapıtı Yurttaş Kane’deki (Citizen Kane, 1941) Charles Foster Kane, bu yankının iki ayrı yüzüdür. Her ikisi de gücün cezbedici vaatlerine kapılan, başarıyı bir inanç gibi benimseyen karakterlerdir. Fakat ne kadar yükselecek olsalar da o yükselişin içinde kendi çöküşlerinin tohumunu taşırlar. Daniel’in toprağa kazdığı kuyular ve Kane’in görkemli malikaneleri, aslında aynı boşluğu gizler: İnsan, ne kadar kazanırsa kazansın, kendinden kaçamaz.
Daniel Plainview: Toprağın altındaki karanlık
Daniel Plainview, petrolün kokusunu yalnızca topraktan değil, insanın zaaflarından da duyan bir adamdır. There Will Be Blood’daki hikâyesi, Amerikan rüyasının en karanlık yorumlarından biridir; çalışkanlıkla başlayıp yıkıcı bir hırsa dönüşen bir varoluş hikâyesi. Plainview, yalnızca petrol aramaz, insanın özündeki rekabeti ve açgözlülüğü kazır. Oğluna duyduğu sevgi bile koşullu bir sahiplenmeye dönüşür; sevgiyi bile kontrol edilebilir bir güç biçiminde yaşamaya çalışır. Yüzündeki her ifade, içinde bastırdığı nefretin yankısı gibidir. Daniel, her kazıda biraz daha yalnızlaşır, her zaferde biraz daha tükenir. Nihayetinde elinde kalan şey ne zenginlik ne kudret olur; sadece kendi sesinin yankılandığı boş bir malikane. O an söylediği “I’m finished.”, bir tükenişten öte, kendi insanlığını toprağa gömen bir adamın son fısıltısıdır.
Charles Foster Kane: Gücün gürültüsü
Orson Welles’in Citizen Kane’inde Charles Foster Kane, sesiyle dünyayı inşa eden bir adamdır. Basın imparatorluğu, politik gücü ve ihtişamı; hepsi, içindeki eksikliği susturmak için kurulmuş dev bir sahnedir. Kane, başkalarının bakışında var olmayı seçer, çünkü kendi iç sesine dayanamaz. Gazeteleriyle dünyayı biçimlendirirken, her manşetle kendi kimliğini yeniden yazar. Gücü, başkalarını etkileme biçimi kadar, kendi yalnızlığını gizlemenin de aracıdır. Ama “Rosebud” kelimesiyle başlayan gizem, onun hikâyesinin özünü açık eder: Çocukluğunda yitirdiği sıcaklığın, masumiyetin telafi edilemezliği… Xanadu’daki yalnızlığı, servetin ve ihtişamın duvarları arasında yankılanan bir sessizliktir. Kane, her şeyi kontrol etmeye çalışırken, en sonunda hiçbir şeye sahip olmadığını fark eder. Onun trajedisi, gücün zirvesinde bile sevgisizliğin dondurucu soğuğundan kaçamamaktır.
Gücün yankısında kaybolan adamlar
Daniel Plainview ve Charles Foster Kane, farklı yüzyılların ama aynı hastalığın taşıyıcılarıdır: Gücü, sevginin yerine koymak. Plainview’in hırsı sessizdir; toprağın altında büyür, yavaş yavaş insanın ruhunu kemiren bir maden gibi. Kane’inki ise gürültülüdür; kelimelerle, manşetlerle, ışıltılı salonlarla örtülür. Biri gücü içe yönelterek kendi iç karanlığında boğulur, diğeri dışa fışkırarak dünyayı kendi yankısına dönüştürür. Fakat her ikisi de sonunda aynı kaderi paylaşır: İnsanları kendine çekerken, kendilerinden uzaklaşmak. Gücün vaat ettiği kudret, onları yalnızlaştırır; iktidar bir zırha dönüşür, ama o zırhın altında çürüyen bir kalp vardır. Plainview’in çamura bulanmış elleriyle Kane’in kalem tutan parmakları arasında görünmez bir bağ vardır: İkisi de kendi yaratımlarının mahkûmudur. Ve en sonunda, kazandıkları her şey, kaybettikleri insanlık duygusunun yankısı olarak kalır.
*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.