Emil Michel Cioran: Mutluluk başarmamakta ve hiçbir şey yapmamakta gizlidir

ZEYNEP KANTARCI
Abone Ol

Bir kısmı Los Angeles Times, tammetni Grand Street dergisindeve bazı kitaplarda da yayınlanmışEmil Michel Cioran ile yapılanbu söyleşi, 1983 yılının Ağustosayında gerçekleşmiştir.

İlgilendiğiniz ilk alan felsefe miydi?

17 yaşından 21 yaşına kadar neredeyse sadece felsefe ve büyük felsefe dizgelerini çalıştım, şiiri ve diğer edebi türleri önemsemedim. Kısa bir süre sonra üniversiteyi mutlu bir şekilde bıraktım, ama bunu büyük bir entelektüel talihsizlik ve hatta tehlike olarak görüyorum şimdilerde.

O zamanlar Nietzsche okur muydunuz?

Eserlerinin bir bölümünü Fransızca bir bölümünü ise Rumence kaleme almıştır.

Felsefe okurken Nietzsche okumazdım. "Ciddi" filozofları okurdum. Okulu bitirip felsefeye olan inancımı yitirme noktasına gelince Nietzsche okumaya başladım. Onun bir filozof olmadığını fark ettim, çok daha fazlasıydı: bir huydu, yaratılıştı o. Dolayısıyla Nietzsche okudum, ama hiçbir zaman sistematik bir biçimde değil. Arada bir okurdum, ama artık gerçekten okumuyorum. En özgün eserinin mektupları olduğunu düşünüyorum çünkü orada oldukça içten, diğerlerinde ise âdeta kendi bakışının esiri. Mektuplarında perişan, hasta bir adam olduğu görülüyor, yani iddia ettiklerinin tam tersi gibi.

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’de onu "fazla toy" bulduğunuz için okumayı bıraktığınızı yazmıştınız.

Bu biraz iddialı, evet. Tüm tasavvurunu, hükmetme arzusunu falan, tüm bu görkemli bakış açısını acınası bir hasta olduğu için kendine dayatması nedeniyle öyle demiştim. Tüm temeli yanlıştı, hatta temeli yoktu. Eserleri tarifsiz bir büyüklük hezeyanından ibaret. Aynı dönemde yazdığı mektupları okuyunca ne kadar acınası bir durumda olduğu görülüyor, bu çok acıklı, Çehov öykülerinden fırlamış biri gibi aynı. Gençliğimde ona çok bağlıydım ama sonrasında bunu yitirdim. Nietzsche harika bir yazar yine de, çok iyi bir biçemci.

Eleştirmenler yine de sizi onunla kıyaslıyor, onun izinden gittiğinizi söylüyorlar.

Hayır, bu bir hata bence. Ama yazma şeklinin bende bir iz bıraktığı aşikâr. O, diğer Almanların sahip olmadığı bir şeye sahipti, çünkü Fransız yazarların çoğunu okumuştu. Bu çok önemli.

Sartre ve diğerlerinin Alman söylemini benimseyerek felsefe diline zarar verdiklerini söylediniz. Bunu açabilir misiniz?

Öncelikle şunu söylemeliyim ki gençken bu Alman jargonundan ben bile etkilenmiştim. Felsefenin başkalarınca erişilebilir olmaması gerektiğini, çemberin kapalı olduğunu ve kişinin bu akademik, karmaşık ve zahmetli dili her ne pahasına olursa olsun koruması gerektiğini düşünüyordum.

Felsefe dilinin ikiyüzlülüğünü ancak uzun sürede fark edebildim.

Bu farkındalıkta bana hayli yardımcı olan kişinin Valery olduğunu da belirtmeliyim. Çünkü bir filozof olmayan, buna karşın felsefeye her zaman ilgisi olan Valery, oldukça arınmış bir dil ile yazıyordu; felsefe diline karşı bir korkusu vardı. Felsefe jargonu, size herkese karşı bir üstünlük bahşeder. Felsefi gurur ise en kötüsüdür, fena bulaşıcıdır. Durum ne olursa olsun, Fransa’daki Alman etkisinin her anlamda feci olduğunu görüyorum. Fransızlar artık bir şeyleri basit şekilde söyleyemiyorlar.

Ortodoks bir papazın oğlu olarak dünyaya gelen Cioran, Sibiu şehrinde Colegiul National Gheorghe Lazăr Lisesi’nde okumuş ve on yedi yaşından itibaren Bükreş’de felsefe ve estetik öğrenimi görmüştür.

Gençliğinizde çok şiir okuduğunuzu da söylemiştiniz.

O daha sonraydı. Beni edebiyata geri döndüren şey, felsefenin yarattığı hayal kırıklığıydı. Doğrusunu söylemek gerekirse o noktadan sonra Dostoyevski’nin büyük bir filozoftan çok daha fazla önem taşıdığını ve iyi bir şiirin olağanüstü bir şey olduğunu fark ettim.

O dönemde sahip olduğunuz ileri derece insomnia (uykusuzluk) bu tavrınızı nasıl etkiledi?

Felsefeyle aramın bozulmasının asıl nedeni buydu. Felsefenin büyük çaresizlik anlarında hiçbir fayda sağlamadığını, kesinlikle hiçbir cevabı barındırmadığını fark ettim. Böylelikle şiire ve edebiyata döndüm. Orada da hiçbir cevap bulamadım, ama kendiminkine benzer durumlar gördüm. Felsefeye tapınmayı bırakmama beyaz gecelerin, o uykusuz gecelerin neden olduğunu söyleyebilirim.

Uykusuz geceler ne zaman başladı?

Gençliğimde başladı, hemen hemen on dokuz yaşındayken. Uykusuzluk basit bir sağlık sorunu değildi, bundan çok daha fazlasıydı. Yaşamımın temel dönemi, en ciddi deneyimimdi. Geri kalan her şey ikinci plandaydı. Gözümü bu uykusuz geceler açtı, ondan sonra benim için her şey değişti.

Uykusuzluktan hâlâ mustarip misiniz?

1932′den itibaren düzenli olarak bazı dergilerde yazmaya başlamıştı.

Eskiye göre çok daha az. Ama dünyaya karşı tüm bakış açımın değiştiği altı ya da yedi yıllık belirgin bir dönemdi. Bunun çok ciddi bir sorun olduğunu düşünüyorum. Şu şekilde gerçekleşiyor: normalde yatıp tüm gece uyuyan birisi ertesi gün neredeyse yeni bir hayata başlar. Yalnızca farklı bir gün değil, farklı bir hayattır başladığı. Bir şeylere böylelikle katlanabilir, kendini ifade edebilir, bir şimdisi, geleceği falan filan vardır. Fakat uyumayan biri için yatağa gittiği vakitten sabah uyanıncaya dek hep süreğen bir hâl vardır, hiçbir kesinti olmaz. Bu da bilincin hiçbir zaman bastırılmadığı, sekteye uğramadığı anlamına geliyor. Her şey bunun etrafında döner. Yani sabah sekizde yeni bir hayata başlamak yerine dün akşam sekizde olduğun gibisindir. Kâbus aralıksız devam eder bir bakıma. Eğer önceki geceden bir farkı yoksa sabah olunca neye başlayacaksın? O yeni hayat senin için yoktur. Gün bir çileye, dünkü çilenin devamına dönüşür. Herkes geleceğe doğru koşarken sen dışarıda kalırsın. Dolayısıyla bu durum aylara ve yıllara yayılınca, bir şeylerin anlamlarının, yaşam mefhumunun mecburen değişmesine neden oluyor. Nasıl bir geleceği beklediğini bilmiyorsun, çünkü herhangi bir geleceğin olmuyor.

Neye yenik düşmemek, deliliğe mi?

Evet. İntiharın cazibesine. Bana kalırsa intiharların neredeyse tümü ya da yüzde doksanı diyelim, uykusuzluk nedeniyle gerçekleşiyor. Bunu kanıtlayamam ama bundan eminim.

Zamana Düşüş’te, "Başkaları zamana düşer; bense zamandan düştüm." demiştiniz. Uykusuzluk sebebiyle miydi bu?

Hayır, ama dolayılı bir etkisi de vardı. Yazdığım en iyi yazıların o kitapta zaman üzerine yazdığım birkaç sayfa olduğunu düşünüyorum. Yani insanlar zamana, zamanın da aşağısına düşerler. Bu konunun özgün meselelerimden biri olduğunu düşünüyorum, takdir edersiniz. Bu, zamanın bilincinde olduğunuzu gösterir. Normal insanlar bu bilince sahip değildirler. Hareket hâlinde olan, bir eylemin içerisinde bulunan bir insan zaman üzerine düşünmez, bu anlamsız bir şey.

Zamanın farkındalığı; zamanın dışında olduğunuzu, zamandan atıldığınızı gösterir. Bu durum felsefi, metafizik bir deneyim olarak da adlandırılabilir. Zamana dair ilk ilham anımı hatırlıyorum; çocuktum, beş yaşındaydım.Çok iyi hatırlıyorum, bir ikindi vaktiydi, Birinci Dünya Savaşı’nın gerçekleştiği zamanlardı. Saati bile söyleyebilirim, öğlen üç buçuktu. Birden, zamanın geçmesini izlediğimi fark ettim; zamanın bir parçası değildim, dışındaydım.

On dakika bile sürmeyen bu duyumsamayı ilk usanç, ilk can sıkıntısı tecrübem olarak değerlendiriyorum.

Usanç diğer bir yandan bir nevi zamanın, zamanın akmayışının bilincine varmak demek. Demem o ki zamanın bilincine varmaya mahkûmdum; uykusuzluk bunu hızlandırdı sadece.

Beş yaşındayken, o sırada yanınızda başka insanlar da var mıydı?

Hayır, kesinlikle yalnızdım. Bunu tanımlayabilecek güçte değildim belli ki ama böyle bir şey olduğunu biliyordum, çünkü hiç unutmadım. Neredeyse bir ömür önceydi ama dün gibi hatırımda. Hayvan olmayı orada bıraktım sanıyorum. İnsanlığa giriş yaptım, insan olma deneyimine adım attım. Dolayısıyla uykularım kaçmaya yazgılıydı, çünkü uyku nedir ki? Uyku bilinçsizliğe, hayvanlığa; yaşam öncesine, unutuşa dönüştür. Uykusuzluk en kötü hastalık.

1934'te Bükreş'te yayımlanan ilk kitabı

İleri uykusuzluk döneminde rüya düzleminizde neler oldu?

Uyku hapları nedeniyle iki-üç saat uyuyabiliyordum ama korkunç kâbuslar görüyordum, kesinlikle korkunç. Öyle şiddetlilerdi ki kalbim hızla çarparak uyanıyordum.

Kendinizi zamanın dışında hissetmenizle ilgili yazdıklarınız hakkında herhangi bir geri dönüş oldu mu?

Yazılarımda kendilerini gören insanlarla tanıştım, çok fazla mektup aldım. Bu hisleri tanımışlardı. Belki bir tanım getirememişlerdi ama, "Aynısını yaşadım." dediler, varoluşa dair aynı hisleri taşıyorlardı.

Uykusuzluğa dair anlattıklarınızda, çok mutlu bir çocukluk geçirdiğinizi söylediğinizi fark ettim.

Hem de harika bir çocukluk. Hayattaki mutsuzluğumun olağanüstü derecede mutlu bir çocukluk geçirmemin bir cezası olduğuna inanıyorum. Yedi-sekiz yaşlarına kadar olan erken çocukluk döneminden söz ediyorum, fazlasından değil. Ondan sonrası faciaydı. Bir dağ köyünde doğdum, ilkel bir ortamda. Her zaman dışarıda, açık havadaydım. Vahşi doğada yaşar gibi yaşadım. O döneme ait şahane anılarım var.

Kaç yaşına kadar o köyde kaldınız?

1937'de, dini bir krizin ürünü olan ve tartışmalar yaratan kitabı

On yaşına kadar. Orada mezarlığın yanında bir bahçemiz vardı, hayatımda büyük rol oynayan şeylerden biri de buydu, çünkü mezarcıyla arkadaştım. Her zaman mezarlığın etrafındaydım, sürekli mezardan çıkarılanları, iskeletleri, cesetleri görüyordum. Ölüm, hayatımın belirgin bir parçası olacak kadar aşikâr bir şeydi benim için. Hamlet gibi davranmaya başlamadım ama sonrasında iskeletlere ve hatta ölüm olgusuna kafayı taktığım bir gerçek. Hâliyle bunun da uykusuzluğuma etkisi oldu. Bu da şu demek oluyor; kişinin ölümle kafayı bozması için hayatın yapaylığını çoktan fark etmiş olması gerekir. Süreç bu şekilde işliyor. Ölüm üzerine kafa yormak hayatın gerçek dışı olduğunu görmeye sebep olmaz; hayatın bir esaslılığı, bir değeri bulunmadığını, aslında bir hiç olduğunu, illüzyon olduğunu keşfedince ölüm takıntısı kişinin içine yerleşir.

Hayatıma büyük etkisi olan bir anekdot anlatacağım size. Takriben yirmi iki yaşındaydım. Bir gün korkunç bir vaziyetteydim. O zamanlar taşrada bir şehirde, tüm gençliğimi geçirdiğim Sibiua’da yaşıyorduk; babam şehrin rahibiydi. O gün evde yalnızca annemle ben vardık -anılarımı kusursuz bir şekilde hatırlıyorum, saatlerini bile, çok tuhaf- ve öğlen iki gibiydi, diğer herkes dışarı çıkmıştı. Birden akıl almaz bir umutsuzluk nöbeti geçirdim, kendimi koltuğa atıp "Artık daha fazla dayanamıyorum!" dedim. Annem de şöyle dedi: "Bilseydim seni aldırırdım." Bu beni olağanüstü şekilde etkiledi. Söylediği şey beni incitmedi, hiç hem de. Sonrasında kendime dedim ki: "Bu çok önemliydi. Kısacası ben bir kazayım. Öyleyse ne diye her şeyi bu kadar ciddiye alayım?" Çünkü aslına bakılırsa hiçbir şey önem taşımıyor.

Babanızın bir rahip olduğu düşünülürse bu da ilginç.

Evet, ama bunu annem söylemişti! O zamanlar kürtaj yoktu. Ama bu, bireyin hayatının bir kaza olduğunu kanıtlıyor, öyle de. "Ama herkes bunu bilir." de diyebilirsiniz. Evet, bunu herkes bilir, fakat zaman zaman idrak ederler. Bu gerçeğin sürekli farkında olmak başka bir şey, işte bu yüzden çıldırtıcı. Bu nedenle böyle şeyler hakkında konuşurken sıklıklarından ve sürelerinden de kesinlikle söz etmemiz gerekiyor. Bu hissi daimi bir şekilde hissetmekle alâkalı mevzu.

Drawn and Quartered’da pek çok kez söylemiştiniz, "Her önemli deneyimden sonra ismimizi değiştirmemiz gerekiyor."

Belirli deneyimlerden sonra. İsimlerimizi bir an önce değiştirmemiz gerek, sonrasında bir anlam taşımıyorlar. Çünkü başka birisi olduğunuzu hissediyorsunuz, en sonunda olağandışı bir şeye dokunduğunuzu, artık kendiniz olmadığınızı… Dolayısıyla farklı bir hayatın başlaması gerekiyor. Ama bu da bir yanılsama işte, anın yarattığı bir etki.

Cioran; insanlığın trajedisini değil fakat kendisi gibi hem düşünen hem hisseden bir ontolojik vatanından sürgüne gönderilmişliğin kolay kolay kimsenin hesabını yapmadığı iç çekişleriyle , bir yurtsuz kimliğiyle yaşamış ve yazmıştır.

Bu deneyimlerinizi göz önünde bulundurunca, Baudelaire gibi mukayese edilebilir durumlardan söz eden Fransız yazarları ne kadar okudunuz?

Baudelaire’e bir nevi tapıyordum. Büyük bir şair, gerçi Mallarme ondan da büyük, Rimbaud da aynı şekilde; ondan daha özgünler. Ama derin hislerle alakalı bir şey bu. Bir yerde üzerlerine çok düşündüğüm fakat pek sık okumadığım iki yazar olduğunu yazmıştım, bunlar Pascal ve Baudelaire’di. Hep yoldaşım oldular. Bu bir övünç konusu değil, sadece içsel bir yakınlık, benzeşme; sanki aynı ailedenmişiz gibi. Gençliğini konu alan bir kitapta, Pascal’ın kız kardeşi Madam Perier -Pascal’ın tüm yaşamını hasta geçirdiğini, görece genç bir yaşta, 39’unda öldüğünü biliyorsunuz demişti ki, bir gün kardeşi ona 17 yaşından beri acı çekmediği tek bir günün bile olmadığını söylemiş.

Romanya’da, Bükreş’te halka açık bir kütüphanedeydim bunu okuduğumda, öyle etkilendim ki bağırarak ağlamak istedim, kendimi durdurmak için ağzımı kapatmak zorunda kaldım. Hayatımdaki şeyin bir tür felaket önsezisi olduğunu söyledim kendime, ama bunun dışında, o ölümcül can sıkıntısı tecrübesi hakkında en derinlemesine söz etmiş olanlar Pascal ve Baudelaire’di. Hayatım can sıkıntısı olmadan tasavvur edilemez. Artık eskisinden daha az sıkılıyorum gerçi.

O neden?

Yaşlılıktan ötürü. Yaş aldıkça yoğunluk azalıyor. Takdir edersiniz ki böylelikle iyi ve kötü her şey bir derinlik kazanıyor, ama yüzeyde değil.

Yaşlandıkça yoğunluğu artan şeylere rastladığınız da olmuyor mu?

Hayır. Kişi, yaşlandıkça ahlaki düzlemde illaki iyiye gitmez veya yaşlandıkça daha akıllı birine dönüşmez. İnsanların düşündüğünün aksine, hiçbir şey kazandırmaz yaşlılık. Kişi yorgun düştükçe "bilge" izlenimini edinir sadece.

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’de: "Altmışıma kadar bildiğim şeyler zaten yirmimde öğrendiğim şeylerdi. Bir ömrün, bir arayışın boşuna geçen kırk yılı..." yazmıştınız. Bu beni biraz şaşırttı, belki de buna inanmayı istemediğim için.

Hayatta ilerleme yoktur. Küçük değişimler olur, ama dediğim gibi her şey bir yoğunluk meselesidir.

Uykusuzluğu, derin düşüncelere ulaşma yolunda bir faydaya dönüştürebildiniz mi?

Kesinlikle. Düşündüğüm şeyler uykusuzlukla bağlantılı olsun ya da olmasın, o olmadan coşkunluktan yoksun olurlardı; bu yadsınamaz. Uykusuzlukla birlikte tüm bunlar farklı bir boyut kazandı.

O uykusuz gecelerde çok yazdınız mı?

1947'de Fransızca yazdığı ve Fransa'da yayınlanan ilk kitabı olan Çürümenin Kitabı oldu.

Evet, ama çok fazla değil. Biliyorsunuz, ben az yazı yazdım. Yazıyı bir uzmanlık alanı olarak görmedim hiç. Bir yazar değilim. Bu küçük kitapları yazıyorum, ama bunlar hiçbir şey; bir külliyat değiller. Hayatımda hiçbir şey yapmadım. Yalnızca bir yıl bir işte çalıştım, Romanya’da bir lise öğretmeniydim. Fakat o zamandan beri hiç çalışmadım. Bir öğrenci gibi öylece yaşadım. Ve bunu hayatımın en büyük başarısı olarak görüyorum. Hayatım başarısız olmadı, çünkü hiçbir şey yapmamayı başardım.

Bu zor bir şey.

Aşırı derecede zor, ama bunu muazzam bir başarı olarak değerlendiriyorum. Bununla gurur duyuyorum. Her zaman bir planım oldu. Burslar ve bunun gibi şeyler aldım.

Fakat kitaplarınız çok ilgi gördü, öyle değil mi?

Kitaplarım üzerine son üç yıldır konuşuluyor aslında. Basitçe söylemek gerekirse 1950’de Çürümenin Kitabı’na ilişkin benim hakkımda birkaç ay konuştular, sonraki otuz yıl boyunca ise adım neredeyse hiç anılmadı. Gerçekten. Tanınmıyordum, edebiyat çevrelerinde birkaç kişi tanıyordu beni. Her şey birkaç yıl önce kitaplarım karton kapak edisyonlarıyla basılınca değişti.

Evet, Burukluk karton kapakla çıktığında büyük bir başarı elde ettiğini anlatıyordunuz.

Evet bahsettiğim o. Yirmi yılı aşkın sürede yalnızca iki bin baskısı satıldı. Neredeyse otuz yılı bir tür unutuluş içerisinde geçirmem yararımaydı. Benim için yazarın trajedisi, genç yaşta ünlü olmasıdır. Çok kötü bir şey bu; her şeyi zorlar. Çünkü çoğu yazar, görece genç bir yaşta ünlü oldularsa okurları için yazarlar.

Bana kalırsa bir kitap başkalarını düşünmeden yazılmalıdır.

Kimse için değil, yalnızca kendin için yazmalısın. Ve kişi hiçbir zaman sadece kitap yazmış olmak için yazmamalı. Çünkü bu şekilde yazılanın bir gerçekliği olmaz, yalnızca bir kitap olur. Yazdığım her şeyi baskı ve boğulma hissinden kaçmak için yazdım. Dedikleri gibi "ilham"dan gelen şeyler değillerdi. Bir nevi özgürleşmek, nefes almak gibiydi.

Yazma eylemiyle olan ilişkiniz nasıldı? Düşünmek, belirli düşünceleri izlemek başka şey, yazmak başka.

Evet, ama görüyorsunuz, öyle olmasına rağmen benim hayatımda bunun farklı bir karşılığı var, çünkü dil değiştirdim. Bu benim için oldukça önemli bir hadiseydi Çünkü Fransızca yazmaya otuz altı yaşında başladım. İnsan on beş-yirmi yaşlarında dil değiştirebilir...

Dört kez yazıldığı göz önünde bulundurulunca, ilk kitap fazla değişime uğradı mı?

Evet, tarzı çok değişti. Fransızca bilen tüm bu heriflerden bir şekilde intikam almak istiyordum, ama bilinçli bir şekilde yapmıyordum bunu. Yabancı oluşumun yarattığı bir kompleks vardı bir de.

Jean-Paul Sartre ve Albert Camus gibi tanınmış varoluşçu yazarların eserlerindeki beşeri yabancılaşma teması henüz 1932'lerde genç Cioran'ın eserlerinde görülmektedir.

İlk görüşmemizde bir yazarın eğitiminin tamamlanmamış (yarım kalmış) olması gerektiğini söylemiştiniz.

Ah, evet. Yazar bir şeyleri derinlemesine bilmemeli. Sözünü ettiği şey hakkındaki her şeyi bilmemeli, yalnızca mizacına uyanları almalı ondan. Objektif olmamalı. Kişi bir konuda derinleşebilir, ama yalnızca belirli bir yolda ilerleyerek yapabilir bunu. Her şeye vakıf olmaya çalışarak değil. Üniversite, bir yazar için ölüm demektir.

Belirli yazma alışkanlıklarınız veya koşullarınız var mı?

Hiçbir zaman normal bir hâldeyken çalışamadım. Basmakalıp (sıradan) şeylerde bile, örneğin hiçbir zaman, "Şu anda yazmak istiyorum." diyemedim. Depresif veya öfkeli, gözü dönmüş ya da tiksinmiş olmam gerekti hep. Ve tercihen bir yarı-depresyon hâlinde yazıyorum. Yolunda gitmeyen bir şeylerin olması gerekiyor. Çünkü kişi nötr bir durumda ise neden yazsın ki?

Nihayet müziğe gelelim... Müzik sizin için felsefenin yerini tutabilir gibi görünüyor.

Müzik yalnızca felsefenin değil, her şeyin yerini tutabilir.

"Tares"te: "Müzik dışındaki her şey yalandır, yalnızlık ve hatta coşkunluk bile." demiştiniz.

Bu fikri oluşturan müzik anlayışımı size yeniden anlatayım. Eğer her şey yalandan ibaretse, yani bir yanılsamaysa bunların tümü; o zaman müzik de yalan demektir, fakat şahane bir yalan. Müziği böyle tanımlardım. Açıkçası bunun üzerine konuşmak çok zor. Müzik dinlerken onun evrenin kendisi olduğunu hissedersiniz, müzik dışında hiçbir şey yoktur dünyada, bir tek o vardır. Ama sonra kişi, müzik dinlemeyi bırakınca zamana geri döner ve "O da neydi? Az önce nasıl bir hâldeydim?" diye düşünüp hayrete düşer. Müziğin her şey olduğunu hissetmiştir ve sonra tüm bu hisler kaybolmuştur. Müziğin mükemmel bir yanılsama olduğunu işte bu yüzden söylüyorum.

Diğer bir yandan, sessizliğin kaybından de epey söz ediyorsunuz.

Bu bir takıntı bence. Sessizliğin kaybını son derece ciddi bir mesele olarak görüyorum. Yirmi beş yıl boyunca Paris’teki otellerde kaldım; gürültü yüzünden birini öldürebilirdim. Sessizliğin kayboluşunu insanlığın sonunun geldiğine dair bir alamet olarak görüyorum.

Doğmuş Olmanın Sakıncası Üstüne’de "Başından beri yalnızca tek bir fikrin peşinden gittim; insanın başardığı her şeyin eninde sonunda ona ister istemez yüz çevirdiği fikrinin…" Fakat sizin kitaplarınız da birer başarı; onlar size yüz çevirdiler mi?

1995 yılında Alzheimer hastalığından öldü.

Onu yazarken genel olarak insanlar üzerine, insanlığın yazgısı üzerine düşünüyordum. Yaptığımız her şey cezalandırılmak suretiyle son bulur. Şayet bulmak istiyorsak, mutluluk, hiçbir şey yapmamakta ve başarmamakta gizlidir. Yalnızca yaşamak ve başka hiçbir şey yapmamak… İnsanın kendini tarih denen bu harika maceraya atmaması gerekiyor gibime geliyor. İnsan bir şeyler yapmak için yaratılmadı, bu yüzden yaptığı her şey kendi aleyhine dönüyor. O, tıpkı hayvanların ve ağaçların yaptığı gibi yalnızca bakmak ve yaşamak için yaratıldı. Daha da ileriye gideyim, insan var olmamalıydı. Tüm diğerleri gibi bir tür olarak kalmalı ve yaratılışın bütününden ayrıştırılmamalıydı.

Yine aynı kitapta bir paragrafı sonlandıran, çok etkilendiğim bir cümle vardı: "Sevdiklerimden ricam, yaşlanma lütfunda bulunsunlar."

O söz, eski bir dostumun çocukça bir iyimserlikten mustarip oluşu ve kendi potansiyelimin farkına varmadığımı söyleyerek bana sitem etmesi üzerine ortaya çıkmıştı. Ama kimse potansiyelinin tümünün farkına varamaz ve bu başarısızlık da yalnızca kaçınılmaz değil, aynı zamanda caziptir de.