Ercan Kesal: 'Değişen ve dönüşen insan dünyayı değiştirme cesaretine sahip olabiliyor'

ERAY SARIÇAM
Abone Ol

Anlattığı hikâyeler ve rol aldığı filmlerle gerçeğin yerini bulmamıza yardım eden yazar ve oyuncu Ercan Kesal ile seyahat ve edebiyat ilişkisine, sinemaya ve insanın neden yazdığına dair bir söyleşi gerçekleştirdik.

Alain de Botton, seyahat fikrini ve doğrudan seyahati de sanat olarak tarif ediyor. Eugenio Borgna ise “Her kapalı kurumda can sıkıntısı tehlikesi gizlidir,” diyerek, seyahatin önemini vurguluyor yaratıcılık noktasında. Peki, sizin nezdinizde seyahat nedir? Seyahat ve sinema/edebiyat nerede buluşur; nereye varırlar birlikte?

Sanat yeryüzünü sahiplenme cesareti veriyor ve muktedirler bu yüzden sevmiyorlar galiba sanatı ve sanatçıyı.

Yapıp ettiğimiz her şey bir seyahat değil midir zaten? Sonunun ölümle nihayetleneceğini iyi bildiğimiz ömrümüzün yolculuğu da. Belki de yolun sonunu bilmenin getirdiği bir varoluşsal sıkıntı değil mi onca arayışın kaynağı. Ömür yolculuğunun içine doldurduğumuz mana arayışlarından başkası değil diğer yolculuklar da. Aşk, sanat, iş, bilim, politika... Sinema da edebiyat da derdi insan olan işlerdir. Hep bir anlam arayışı. Ne yaparsak yapalım asıl meselenin bizzat yolculuğun kendisi olduğu gerçeği her zaman baki!

Yürümek ve edebiyat üzerine ne der, ne düşünürsünüz acaba? Yani gezintinin entelektüel etkinlik üzerindeki etkileri nelerdir? Mesela, “Koşmasaydım Yazamazdım” diyor Murakami diyor. Nietzsche de sadece elimle yazmıyorum, aynı zamanda ayaklarımla da yazıyorum, demişti. Peki, sizin yürümek, gezmek ve yazmaya dair bir rutininiz var mı?

Epey önce fark ettiğim bir mevzudur bu. Tıbbiyede öğrenciyken en iyi ezberlerimi öğrenci yurdunun geniş bahçelerinde yürüyerek yapardım. İstanbul’da iken hayatımda önemli olduğunu zannettiğim tüm kararlarımı hafta sonu yapacağım Belgrad Ormanları'ndaki yürüyüşe saklardım. Epeydir Ataşehir’de oturuyorum. Özellikle gece yarısı okur ve yazarım. Bitiremediğim bir hikâyenin çaresizliğiyle sabahın köründe ıssız Ataşehir caddelerinde çok yürümüşlüğüm vardır. Mutlu sonla biten yürüyüşlerdir bunlar!

Sinema da edebiyat da derdi insan olan işlerdir. Hep bir anlam arayışı.

Sadece bizde değil, bütün bir dünya edebiyatı ve sinemasında yol, yolda olmak ve seyahat etmek sürekli karşımıza çıkıyor. Peki, neden bu kadar ilgimizi çekiyor yol üzerine düşünmek? Yoldan ne umuyoruz, ne tür bir beklentimiz var? Nasıl bir hikâye çıksın istiyoruz yoldan?

Yolda olmak hayatın içinde olmak, yaşıyor olmak demek! Bir şeylere karar verdiğinizi gösterir. İyi bir şeydir. İstikamet de demektir. Demek ki bir amacınız var artık. Ancak yolda olursanız ara sıra yolun dışına çıkabilirsiniz ki (buna rubato derler müzisyenler) bu da yeni ve şaşırtıcı dünyalar bağışlar size. Yeni ilham kapıları açar! Başka yolculara da ancak yolda rastlayabilirsiniz. Onlar size yeryüzünde yalnız olmadığınızı hatırlatırlar. Yeni hikâyeler biriktirmek istiyorsanız mutlaka yola çıkmanız gerekir. İyi bildiğim bir şey var ki o da hikâyesi olmayan bir hayat yaşanmaya değmez. Bu yüzden, yola çıkmak ve yolda olmak iyidir.

İlk filminiz 2002’deki Uzak… İlk kitap ise 2013’te yayımlanan Peri Gazozu. Ama sizin edebiyat geçmişiz Dönem dergisine, Era Yayınları’na kadar gidiyor. Peki sizinki edebiyattan sinemaya geçiş hikayesi mi yoksa tam tersi mi? Ya da bir bütün olarak mı ele alıyorsunuz hikâyenizi?

Dünyayla baş etmenin yolu edebiyattır. Sinemayı da onun mütemmim cüzü gibi kabul ediyorum.

Her şeyin başlangıcı, kaynağı ve sebebi kelimelerdir! Edebiyat yani. Onlar olmasa hiçbir şeye cesaret edemezdim. Edebiyat bana başka bir gerçeklik yokmuş gibi dayatılan şu lanet dünyanın dışında ondan daha gerçek ve yaşanılır bir dünya bağışladı. Edebiyatla gerçekliği yeniden icat ettim. Beni geçici de olsa çekip aldığı bu ilişkilerden ve iyileştirerek geri gönderdi. Edebiyat olmasaydı ne senaryo yazabilir, ne oyunculuk yapabilir ne de yönetmen olabilirdim. Hatta hekim bile olamazdım galiba. Dünyayla baş etmenin yolu edebiyattır. Sinemayı da onun mütemmim cüzü gibi kabul ediyorum.

İlk edebi ürünleriniz verdiğiniz yıllardan bugüne hem Türkiye’de hem de dünyada çok şey değişti. Peki edebiyata başladığınız yıllarda edebiyatçılardan ve şairlerden beklenen neydi bugünden farklı olarak? O yıllarda, Era’dan; Hilmi Yavuz, Oktay Taftalı, Abdülkadir Budak gibi isimlerin kitapları çıkmıştı bildiğim kadarıyla. Böyle bir ortamda Türkiye’yi, dünyayı ve edebiyatı nasıl algılıyordunuz?

O zamanlar çok daha önemli ve değiştirici bir gücü olduğuna inanıyordum. Dünyayı değiştirecek kadar! Hatırlarsın mutlaka, Atilla İlhan’ın “O sözler ki bir kere çıkmıştır ağzımızdan, uğrunda asılırız’’, Murathan Mungan’ın “Satırlarının arasında boş mermi kovanları dolaşmakta’’ dediği yıllardı. Abdülkadir Budak da kitabının arkasına “Üç ömrüm daha olsaydı bağışlardım şiire” diyen bir şair. Sonraları sakinleştim. Eh, yaşlılık da böyle bir şey galiba. Türkiye de yaşlandı, yeryüzü de. Değişen ve dönüşen şeylerin hızı karşısında çoğu zaman sadece savrulmadan ayakta kalmaya bile razı oluyor insan.

Roman, öykü ya da anlatılar hayatla ne kadar sıkı bağlara sahip olsalar da son tahlilde yazarının hayal gücünün bir ürünü. Düşsel bir dünya… Peki, yaşamın katı gerçekliğine karşı, kurgusal metinler bize yardımcı olabilir, yaşadığımız bu zorlu hayatla başa çıkabilmek için bize yol gösterici olabilirler mi?

Yol göstermekten daha çok yola çıkma cesaretinden söz edebiliriz. Kieslowski’nin dediği gibi, filmler, kitaplar ya da sanatın diğer dalları dünyayı değiştirmiyor. Bu kitapları okuyan ve bu filmleri seyreden insanların duyguları değişiyor ve dönüşüyor. Çünkü yaptığımız iş onların duygularına hitap etmek zaten! Ancak değişen ve dönüşen insan dünyayı değiştirme cesaretine sahip olabiliyor. Sanat yeryüzünü sahiplenme cesareti veriyor ve muktedirler bu yüzden sevmiyorlar galiba sanatı ve sanatçıyı.

İstanbul’da iken hayatımda önemli olduğunu zannettiğim tüm kararlarımı hafta sonu yapacağım Belgrad Ormanları'ndaki yürüyüşe saklardım.

Bir mekân olarak taşra, sık sık anlatının merkezine konuyor. Sizce bu durumun bir kolaycılığı var mı günümüzde? Neden üretimlerde şehir merkezi çok daha az bir yer kaplıyor? Örneğin neden bir motokuryenin hikâyesi değil de puslu karanlık taşranın yorgun bakışlı insanları?

Esasında taşra ve merkez kavramları da eskisi gibi kolayca tarif edilebilme imkânlarını kaybettiler. 1950‘lerde başlayan ve hâlâ bir biçimde devam eden iç göç her yeri taşra, her yeri merkez yaptı. 25 yıl Okmeydanı’nda hekimlik ve hastane işletmeciliği yaptım. Sözünü ettiğin motokuryelerden çok hastam oldu. Orada yaşıyorlardı çünkü, İstanbul’un taşrasında. Okmeydanı’da yapmaya çalıştığım hekimliğin Anadolu’nun kasaba ve köylerinde yaptığım hekimlikten zerre farkı yoktu. İnsanlar aynı, dertleri, tepkileri, çözüm çabaları, çare ve çaresizlikleri... Aynı! Taşranın bize sunduğu bir olanak var ama: Taşra arayüz yerlerdir ve bu yüzden galiba insan denen canlının içindeki karanlık en çok buralarda açığa çıkar, yüzünü gösterir. “Karanlık taşranın yorgun bakışlı insanları’’ cümlesinden neyi murat ettiğini tahmin edebiliyorum. Yazar, senarist ya da yönetmen önünde sonunda bildiği sularda yüzer, gördüğünü, duyduğunu, bildiğini işler, başkası gelmez elinden.

Türk izleyicisinin beğenileri üzerine, geçmişle günümüz arasında bir karşılaştırma yapmak mümkün mü? 15-20 yıl önce beklentileri, öncelikleri ve hatta amaçları nelerdi izleyicilerin bugünden farklı olarak?

Buraya bazı atasözleri bırakacağım müsaadenle: “Balık baştan kokar’’, “Ne ekersen onu biçersin’’, ve bir de “At sahibine göre kişner!’’

Peki, şehirlerin oyuncular, yazarlar veya sanatçılar üzerinde nasıl bir etkisi bulunur sizce. Sizin üzerinizde hangi şehrin/şehirlerin ne gibi bir etkisi var? Ben Gebzeliyim mesela. Gebze arada kalmış bir yerdir, Türkiye gibi. O yüzden zihnimi hep parçalanmış hissederim.

Küçük bir Orta Anadolu kasabasında, Avanos’ta doğdum büyüdüm. İlk üniversitem Mülkiye. Ankara’nın politik bilincim ve okuma disiplinim konusunda müthiş bir katkısı olmuştur. Sonra Tıp Fakültesi ve İzmir. İlk gençliğimin, tüm aşklarımın masum başkenti. İlk şiir ve yazılarım İzmir’de tıp fakültesinde öğrenciyken yayımlandı. Canım İzmir. 30 yılı aşkın da İstanbul’dayız. Doyduğumuz yer, bu yüzden kopamıyoruz bir türlü. 1995-96 yılarında bir süre Paris’te yaşadım, Sorbon’daydım. Çok sever ve özlerim Paris’i.

Son olarak, hangi şehre geç kaldınız?

Son on yılda çok fazla ülke ve şehir gezdim. Beni en çok etkileyen ülke Meksika en çok etkileyen şehirse Roma oldu.