Giorgio de Chirico’nun metafizik resimlerinde zaman ve mekân yeniden yorumlanıyor

CELINE SYMBIOSIS
Abone Ol

Metafizik resmin öncülerinden, sürrealizminse erken habercilerinden biri olan Giorgio de Chirico, düşle gerçeğin sınırlarını silikleştirerek modern sanatın yönünü değiştirir. Boş meydanlar, uzayıp giden gölgeler ve ifadesiz mankenlerle kurduğu dünyasında rüya, düşünceyle iç içe geçer. Bu tablolar yalnızca yeni bir tarzın değil, bambaşka bir bakış biçiminin de başlangıcını işaret eder. De Chirico’nun resimlerinde zaman donar, mekân sessizleşir; nesnelerse kendi anlamlarından emin olamaz hâle gelir.

İlk yıllar (1888-1915)

Giorgio de Chirico, 10 Temmuz 1888’de Yunanistan’ın Volos kentinde doğar.Babası Evaristo, Sicilya asıllı bir demiryolu mühendisidir; annesi Gemma Cervetto ise Cenova kökenli, kültürlü bir kadındır. Babasının işi gereği aile sık sık taşınır. Atina, Selanik ve Volos arasında geçen bu hareketli yıllar, küçük Giorgio’nun içine erken yaşta bir yabancılık duygusu yerleştirir; hiçbir yer tam anlamıyla evi gibi hissettirmez.

Yunanistan’ın çeşitli kentlerinde, antik kalıntıların arasında büyüyen de Chirico, çocuk yaşta resme ve mitolojiye ilgi duyar.1900’de Atina Politeknik Enstitüsü’nde resim eğitimi görür. Beş yıl sonra babasını aniden kaybedince ailesiyle birlikte Münih’e taşınır ve ertesi yıl Güzel Sanatlar Akademisi’ne kabul edilir. Burada klasik resim tekniklerini öğrenir ama onu asıl etkileyen, Alman sembolistleri Arnold Böcklin ve Max Klinger’in hayal gücüyle örülü melankolik dünyası olur. Antik mimariyi düşsel sahnelerle buluşturan bu sanatçılar, genç de Chirico’nun zihninde silinmeyecek bir iz bırakır.

Münih’te geçirdiği yıllarda Friedrich Nietzsche ve Arthur Schopenhauer’in fikirleriyle tanışır. Özellikle Nietzsche’nin Böyle Buyurdu Zerdüşt kitabı, onun sanat anlayışını kökten değiştirir. Nietzsche’nin “ebedi dönüş” düşüncesi -yani her şeyin sonsuz biçimde yeniden yaşanacağı fikri- de Chirico’nun resimlerinde sık sık karşılaşılan o zamansızlık ve varoluş duygusunun temelini oluşturur.1909’da önce Milano’ya, ardından Floransa’ya gider. Burada ilk metafizik tablolarını yapar. Sessiz meydanlar, Rönesans mimarisinin ağırlığı, uzun gölgeler ve tekinsiz bir ışık, ona bitmeyen bir esin kaynağı hâline gelir.

  • The Enigma of an Autumn Afternoon, 1910.
  • Floransa’daki Piazza Santa Croce meydanını izlerken yakaladığı o kısa ama yoğun ilham anı, de Chirico’nun metafizik dönemini başlatır. Nietzsche’nin metinlerinden etkilenerek, görünen dünyanın ardında gizli bir düzenin var olduğuna inanır. Tabloda abartılı perspektifler ve uzayıp giden gölgeler, gündelik bir mekânı tekinsiz bir düşe dönüştürür. O zamansız ışık ise bu sessizliğin hem nedeni hem de gizli kahramanıdır.
  • The Enigma of the Oracle, 1910.
  • Antik sütunların ardındaki o tek başına duran figür, de Chirico’nun çocukluğunu geçirdiği Yunan topraklarını çağrıştırır. Sanki küçük bir çocuğun tapınaklar arasında duyduğu sessizlik, yıllar sonra yetişkin bir adamın içindeki boşluğa dönüşür. Eski kehanet artık geleceği değil, belirsizliği fısıldar. Bu tabloyla birlikte de Chirico, mitolojiyi kendi hafızasının bir parçasına, sembolleri ise zihninin haritasına dönüştürür. Artık mekân dış dünyaya değil, zihnin derinliklerine aittir.

Metafizik dönem (1915-1930)

1911’de Paris’e taşınan Giorgio de Chirico, kısa sürede sanat çevrelerinin dikkatini çeker. Resimlerine hâkim olan o garip sessizlik, durgun hava ve rüya hissi dönemin sanatçılarını şaşkına çevirir. Şair Guillaume Apollinaire, bu tuhaf atmosferi fark eden ilk eleştirmenlerden biridir. Yazılarında genç ressamdan övgüyle söz eder, tablolarını “metafizik” olarak adlandırır ve Paris’te adının duyulmasına önayak olur.1914’te eserleri Salon d’Automne’da sergilendiğinde artık pek çok kişi onu yeni bir duyarlığın temsilcisi olarak görür. Ancak çok geçmeden Birinci Dünya Savaşı patlak verir ve bu yükseliş kesintiye uğrar. 1915’te de Chirico İtalya’ya dönerek askerlik için Ferrara’ya gönderilir.

Ferrara, onun sanatında gerçek bir kırılma noktası olur.Şehrin sessiz sokakları,uzun gölgeleri, vitrinlerdeki mankenler ve kapalı pencereleri kısa sürede tablolarına yerleşir; artık bu imgeler ondan ayrılmaz. Savaşın ortasında bile burada zaman donup kalmış gibidir. Bu yıllarda Giorgio Morandi ve Carlo Carrà ile tanışır. Üçü birlikte “Pittura Metafisica”, yani “Metafizik Resim” adını verdikleri bir anlayış geliştirir. Onlara göre sanat, yalnızca görüneni değil, görünmeyenin ardındaki anlamı da sezmelidir.De Chirico, bir eldiven ya da bir top gibi sıradan nesneleri alır, onları insanın bilinçaltına açılan sessiz simgelere dönüştürür. Perspektifleri kasıtlı biçimde çarpıtır, renkleri soldurur, figürleri ise zamanın dışına taşır. Onun tabloları, rüya ile gerçeğin sınırında, sessizliğin yankılandığı bir yerde asılı kalır.

Savaş bittiğinde, 1918’de Milano ve Roma’daki sergilere katılır. “Metafizik resim” artık Avrupa’nın sanat çevrelerinde konuşulan bir akım hâline gelmiştir. Ancak kısa süre sonra Carrà ile yolları ayrılır; de Chirico, bu anlayışın yavaş yavaş kendi gücünü yitirdiğini düşünür ve yeniden Paris’e döner.Buna rağmen 1920’lerde Fransa’da büyük bir ilgiyle karşılanır. André Breton, Salvador Dalí ve René Magritte gibi genç ressamlar, onun tablolarında rüya ile düşünce arasındaki o sessiz gerilimi fark eder ve bundan derin biçimde etkilenirler.

  • The Disquieting Muses, 1916-1918.
  • Ferrara döneminde yaptığı bu tablo, de Chirico’nun metafizik anlayışının en olgun örneklerinden biridir. Boş bir meydanda hareketsiz duran mankenler, savaşın insanda bıraktığı kimlik kaybını sessizce anlatır. Arka plandaki fabrika bacaları modern çağın soğuk yüzünü hatırlatırken, sahnedeki antik tiyatro izleri geçmişle bugünün birbirinden kopuşuna işaret eder.
  • The Song of Love, 1914.
  • De Chirico, bu tabloda antik Apollon büstünü, yeşil bir kauçuk topu ve cerrah eldivenini aynı sahnede yan yana getirir. Birbirine uzak bu nesnelerin garip uyumu, sanki bilinçaltının kendi dilinde kurulmuş gibidir. “Aşk Şarkısı”, onun rüya mantığına ilk kez açıkça yöneldiği eserdir v sürrealistlerin mantığı askıya alan dünyasına giden yolu açar.
  • The Great Metaphysician, 1917.
  • Carlo Carrà ile aynı dönemde çalışırken yaptığı bu tablo, Metafizik Resim anlayışının doruk noktasına işaret eder. Figür, mimari yapılarla neredeyse kaynaşmış gibidir; bedenin sınırlarını aşarak başka bir varlık hâline bürünür. De Chirico burada düşüncenin biçim aldığı, sessizliğin ise bir tür bilgiye dönüştüğü bir dünya kurar.

Son yıllar (1930-1978)

1930’lara gelindiğinde de Chirico, sanatında bambaşka bir yola sapar. Metafizik dönemin sessiz meydanlarını ardında bırakır; bu kez gözünü geçmişin büyük ustalarına çevirir. Michelangelo, Rubens ve Titian’ın tablolarını yeniden inceleyerek onların güçlü figür anlayışını ve renk yoğunluğunu kendi resimlerinde denemeye koyulur.Eleştirmenler bu değişimi “geri adım” olarak değerlendirir, ama de Chirico için bu, geçmişle hesaplaşmanın bir biçimidir. Sanatın çizgisel değil, döngüsel ilerlediğine inanır. “Yeni Barok” adını verdiği tarzında klasik biçimleri canlı renklerle buluşturur; geçmişin disiplinine hafif bir ironi katar.

1940’larda savaş Avrupa’yı sarsarken, de Chirico Roma ile Paris arasında gidip gelir. Bu dönemde yaptığı otoportrelerde kendini kimi zaman bir şövalye, kimi zaman bir filozof, kimi zamansa sahnenin gerisinde kalmış bir ressam olarak resmeder. Bu tablolar, kimliğini sürekli sorgulayan doğasını açıkça ele verir.

1942’de Venedik Bienali’nde kendisine özel bir salon ayrılır. Eserleri ilgi toplasa da eleştirmenler hâlâ eski de Chirico’yu özler. Oysa o, bu seslere kulak asmaz; kendi yolunda yürümeyi sürdürür. 1950’lerden sonra erken dönem tablolarını yeniden yapmaya başlar. Bu tutum “kendi kendini kopyalayan ressam” tartışmalarını beraberinde getirir.

Fakat onun için bu, zamanın döngüselliğini görünür kılmanın bir yoludur.

1960’larda Avrupa’nın önemli müzelerinde retrospektif sergileri açılır; 1970’te New York Modern Sanat Müzesi tarafından onurlandırılır. Son yıllarını Roma’daki evinde geçirir; resim yapar, yazar, geçmişiyle hesaplaşmayı sürdürür. 1978’de hayata veda ettiğinde ardında yalnızca tablolar değil, modern sanatı derinden etkilemiş bir miras bırakır. Onun kurduğu o sessiz, düşsel dünya, sürrealistlerden postmodern sanatçılara kadar uzanan kuşaklar için hâlâ bir ilham kaynağıdır.

  • The Return of the Prodigal Son, 1922.
  • Metafizik resimlerden uzaklaşıp klasik tarza yönelmesi, dönemin avangart çevrelerinde büyük bir şaşkınlık yaratır. İncil’deki “Müsrif Oğul” hikâyesini konu alan bu tablo, aslında de Chirico’nun kendi geçmişiyle yüzleşmesinin bir yansımasıdır. Daha önce mankenlerle doldurduğu sahnelerde bu kez gerçek insan figürleri vardır; bu değişim, sanatında yeni bir dönemin başladığını gösterir. Baba evine dönen oğulun hikâyesi ise, sanatçının eski ustalara dönüşünü sessiz ama anlamlı bir metafora dönüştürür.
  • The Archaeologists, 1968.
  • Yaşamının son yıllarında yeniden yeniden işlediği bu tema, de Chirico’nun ölüm ve zaman üzerine düşüncelerini derinleştirir. Tabloda insan bedeniyle mermer parçaları neredeyse birbirine karışır; geçmişi kazmak, sanki insanın kendi içine doğru kazı yapması gibidir. Antik kalıntıların arasında duran bu sessiz figürler, sanatçının yıllar sonra kendi eserlerine bakan yaşlı bir usta hâline geldiğini düşündürür.

*Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.