Haruki Murakami: Baş kahraman mutluysa ortada bir hikaye yoktur

RUMEYSA KABLAN
Abone Ol

Bu röportaj, Deborah Treisman tarafından Haruki Murakami ile 2008 ve 2018'de New Yorker Festivalinde yapılan sahne arkası sohbetlerinden uyarlandı.

Yeni kitabınızla başlamak istiyorum, yeni romanınız Kumandanı Öldürmek. Kitap eşi tarafından terk edilen bir adamla ilgili. Bu adam eski bir sanatçının, bir ressamın evinde yaşamaya başlıyor. Bu eve taşınır taşınmaz birçok garip olay meydana geliyor ve bu olayların bazıları yerde bulunan boş bir kuyuya benzeyen bir boşluktan geliyor gibi görünüyor. Roman için bu öncülü nasıl bulduğunuzu merak ediyorum.

Japonya’nın 20 ve 21. yüzyıldaki en önemli ve en popüler yazarlarından birisidir.

Biliyorsun ki bu büyük bir kitap, yazmak yaklaşık bir buçuk senemi aldı ama başlarken bir iki paragrafla başladım. Bu paragrafları yazıp çekmeceme koydum ve orada unuttum. Belki üç belki altı ay sonra bu paragrafları romana dönüştürebileceğimi düşündüm ve yazdım. Bir planım, programım veya kurgum yoktu. Bir iki paragraftan yazmaya başladım ve devam ettim. Hikâye beni kendi sonuna kadar getirdi. Eğer bir planınız varsa, başladığınızda sonunu biliyorsanız, o romanı yazmak pek eğlenceli olmaz. Yani, bir ressam tablosuna başlamadan önce birkaç taslak çizebilir ama ben bunu yapmam. Beyaz bir tuvalim, bir fırçam olur ve sadece resmi boyarım.

The New Yorker, Kumandanı Öldürmek’ten bir alıntı paylaştığında size çalışmanızdaki düşsel unsurlar hakkında sorular sormuştum. Siz de “Romanları yazarken gerçekler ve düşsel unsurlar doğal olarak birbirine giriyor. Planım bu olmuyor, yazdıkça akışı takip ediyorum ama gerçeklik hakkında daha gerçekçi yazmaya çalıştıkça düşsel dünya da daima ortaya çıkıyor. Bana göre roman bir parti gibi. Katılmak isteyen herkes katılabilir, ayrılmak isteyen de istediği zaman bunu gerçekleştirebilir.” demiştiniz. Öyleyse insanları veya herhangi bir şeyi bu partiye nasıl davet ediyorsunuz? Veya davetsiz bir şekilde dâhil olabildikleri noktaya nasıl ulaşıyorsunuz?

Okuyucular bana genelde yazılarımda düşsel bir dünya olduğunu, başkahramanın o dünyaya gidip gerçekliğe geri döndüğünü söyler. Ama ben gerçeklik ve düşsel dünya arasındaki sınırı her zaman göremeyebiliyorum. Yani çoğu durumda iç içe oluyorlar. Bence Japonya’da diğer dünya bizim gerçekliğimize çok yakın ve istediğimiz zaman oraya gidebiliriz, bu çok zor değil. Batı dünyasında diğer tarafa geçmenin çok da kolay olmadığı izlenimine kapıldım, bunun için birkaç deneme yapmak gerekebiliyor. Ama Japonya’da, gitmek isterseniz gidersiniz. Benim hikâyelerimde bir kuyunun dibine inerseniz orada başka bir dünya bulursunuz. Ve bu iki taraf arasındaki farkı her zaman anlayamazsınız.

1949 yılında Japonya'nın Kyoto kentinde dünyaya geldi.

Diğer taraf genelde karanlık bir yer mi?

Her zaman değil. Bence bu merakla daha bağlantılı. Eğer bir kapı varsa ve açtığında diğer tarafa geçebiliyorsan bunu yaparsın. Sadece meraktan. İçeride ne var? Orada ne var? Ben her gün bunu yapıyorum. Bir roman yazdığım zaman sabah dört civarında uyanır ve çalışmaya başlarım. Bu gerçekçi bir dünyada oluyor. Gerçek kahve içiyorum. Ama yazmaya başladığım zaman başka bir yere gidiyorum. Kapıyı açıyorum, içeri giriyorum, neler olduğuna bakıyorum. Oranın gerçek veya düşsel olup olmadığını bilemiyorum, umursamıyorum da. Yazmaya odaklandıkça yer altına iner gibi daha da derine iniyorum. Oradayken tuhaf şeylere şahit oluyorum. Ama görürken gözüme tuhaf değil aksine doğal geliyorlar. Eğer bir karanlık varsa bu karanlık bana doğru geliyor ve kim bilir, belki de bir mesaj taşıyor. Bu mesajı kavramaya çalışıyorum. Etrafıma bakıp gördüklerimi betimlemeye çalışıyorum, sonra geri dönüyorum. Geri dönmek önemli. Geri dönemiyorsanız işte bu korkunç. Ama ben bir profesyonelim, geri dönebiliyorum.

Yazmak sizin için kırk yıl içerisinde nasıl bir değişime uğradı?

Üniversite öğrenimini Tokyo’daki Vaseda Üniversitesi'nde tamamlayıp 1975’te mezun oldu.

Ben çok değiştim. Yazmaya ilk başladığımda nasıl yazılacağını bilmiyordum, çok tuhaf bir üslubum vardı, ama bu insanların hoşuna gitti. Şimdi ilk kitabım Rüzgârın Şarkısını Dinle’yi pek ciddiye almıyorum, yayınlamak için çok erkendi. Seneler önce Tokyo’da metroda kitap okurken çok güzel bir kız yanıma gelip “Siz Haruki Murakami misiniz?” diye sordu. “Evet, benim.” Diye cevapladım. “Kitaplarınızın çok büyük bir hayranıyım.” dedi. Teşekkür ettim. Sonra “En çok ilk kitabınızı sevdim, bence en iyisi o.” dediğinde “Öyle mi?” diye sordum. “Evet, gittikçe kötüleşiyorsunuz.” dedi. Eleştiriye alışkınım. Ama aynı fikirde değilim. Bence daha iyileşiyorum. Kırk yıldır ilerlemeye çalışıyorum ve başardığımı düşünüyorum.

Metrodaki kız bana Gene Quill adında bir caz müzisyenini hatırlatıyor. 1950-60larda ünlü bir saksafoncuydu. Ve o günlerdeki her saksafoncu gibi o da Charlie Parker’dan etkilenmişti. Bir gece New York’ta bir caz kulübünde çalıyordu, sahneden ayrılacakken bir genç yanına gidip “Hey, tek yaptığın şey Charlie Parker gibi çalmak.” Dedi. Gene alto saksafonunu adama uzattı ve “Al, sen Charlie Parker gibi çal!” dedi.

Bu olayın üç çıktısı var: eleştirmek çok kolaydır, orijinal bir şey oluşturmak çok zordur; ama nihayetinde birisi bunu yapmalıdır.

Ben kırk yıldır bunu yapıyorum, işim bu. Birilerinin nihayetinde yapması gereken bir işi yapan kişi olduğumu düşünüyorum, olukları temizlemek veya vergi toplamak gibi. Yani biri bana sert çıkışırsa enstrümanımı ona uzatır ve “Al sen çal!” derim.

Koşmaya da neredeyse yazmakla aynı zamanda başladınız. Yürürken zihinlerinde yazı yazan insanlar tanıyorum, yürümenin ritmi yardımcı oluyormuş. Siz koşarken yazılar hakkında düşünüyor musunuz?

Hayır, koşarken sadece koşmaya odaklanırım. Zihnimi bomboştur. Koşarken ne düşündüğüm hakkında hiçbir fikrim yok. Belki de hiçbir şey düşünmüyorumdur. Ama uzun süre durmadan yazmak için istikrarlı olmak gerekir. Bir kitap yazmak zor değildir ama senelerce durmadan yazmak imkânsıza yakın. Konsantrasyon ve dayanıklılığa ihtiyacın var. Bazen çok sağlıksız şeyler yazıyorum. Tuhaf şeyler. Eğri büğrü. Sağlıksız şeyler yazabilmek için sağlıklı olmak gerekir. Bir paradoks ama doğru da. Bazen yazarlar çok sağlıksız şeylere yol açabilirler, Baudelaire gibi. Fakat bence o günler geride kaldı. Çok karmaşık bir dünyada yaşıyoruz ve kaosu atlatıp hayatta kalmak için güçlü olmak gerek. Ben otuz yaşındayken yazar oldum, koşmaya da otuz iki otuz üç yaşlarımda başladım. Sonunda ne olacağını merak ettiğim için her gün koşmaya karar verdim. Bana göre hayat içinde bir sürü şeyi deneyebileceğimiz bir çeşit laboratuvar. Sonuç olarak koşmak bana iyi geldi, çünkü kuvvetlendim.

1986 - 1995 yılları arasında ülkesinden uzakta Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadı.

Birkaç sene önce Paris Review röportajınızda hikâyelerinizi teşvik eden gücün “kaybetmek, aramak ve bulmak” olduğunu söylediniz. Hâlâ böyle mi düşünüyorsunuz?

Evet. Bu, bir şeyi kaybedip onu aramak ve bulmak, benim kurgumun çok büyük bir unsuru. Karakterlerim genelde kayıp olan bir şeyleri arar. Bu bazen bir kız olur, bazen bir sebep bazen de bir amaç. Karakter aradığını bulduğunda bir çeşit hayal kırıklığı yaşar. Bu benim kurgumun bir parçası. Aradığını bulmak ama mutlu sona ulaşamamak.

En son konuştuğumuzda 11 Eylül olaylarının sadece dünyayı değil sizin kurgusal dünyanızı da değiştirdiğinden bahsetmiştiniz. Bu tür bir etkisi olan başka krizler de var mı? Mesela 2011’de Japonya’daki tsunami veya Fukushima’da gerçekleşen nükleer felâket kurgunuza etki etti mi?

Evet. 1995 Kobe depreminden sonra After the Quake (Depremden Sonra) başlığıyla bir kısa hikâye derlemesi yayınladım. Kobe benim memleketim ve ailemin evi dâhil tüm evler yıkılmıştı. O zaman Massachusetts’teydim. Dört senedir Amerika’daydım, bir nevi gurbetçiydim. Sahneleri televizyonda gördüm. Ve bir yazar olarak, bu depremle ilgili ben ne yapabilirim diye düşünüyordum. Sonra deprem sırasında neler olduğunu hayal edebileceğimi düşündüm. Ve bunu hayal ettim. Çoğu zaman roman yazarken araştırma yapmam çünkü hayal kurmak benim en değerli yeteneğim. Onu dibine kadar kullanmaya çalışırım.

Yazarın ilk kitabı olan “Rüzgârın Şarkısını Dinle (Kaze no uta o kike)” Gunzou Edebiyat Ödülü'nü aldı (1979).

Ama aynı sene iki ay sonra Tokyo’da bir metroda bir sarin gazı saldırısı oldu. O zaman da Japonya’da değildim. Tüm dergileri ve gazeteleri okumuştum ama aradığım şeyi bulamamıştım. O gün o metroda gerçekten ne olduğunu öğrenmek istiyordum. O sıkışık metroda gazın kokusunu almanın nasıl bir şey olduğunu bilmek istiyordum. Bunları kendi kendime bulmaya karar verdim. Sarin gazı saldırısının kurbanlarıyla görüştüm ve sorular sordum. O gün orada neler olduğunu ve nasıl insanlar bulunduğunu bana anlattılar. Ben de hepsini yazıp Underground isimli bir kitap olarak yayınladım.

Böyle bir şeyi başka kimse yapmadığı için ve kendi sorularımla merakımdan dolayı ben yaptım. Görüşmeler bir sene sürdü ve bence o bir sene beni çok değiştirdi. Farklı bir tecrübeydi. O sene hiçbir şey yazmadım. Sadece insanları dinledim. Sesleri hâlâ kafamın içinde. Bu gerçek seslere inanıyorum. O metrodaki insanlar özel değil, son derece sıradan insanlardı. Tokyo’da sıkışık bir trende işe gidiyorlardı, birisi sarin gazıyla dolu plastik bir poşet patlattı ve bazıları öldü. Çok olağanüstü bir durum, ama insanlar sıradan. Aum Shinrikyo tarikatının üyeleri sıradan insanlar değillerdi çünkü bir çeşit gerçeği arıyorlardı. Ama kurbanlar işe giden sıradan insanlardı. Tarikat üyeleriyle de görüştüm ama onların sesi beni etkilemedi.

Depreme kurguyla, gaz saldırısına ise gazetecilikle yaklaşmanızı sağlayan neydi?

Çünkü Kobe benim memleketim, benim için çok hassas bir konuydu. Orada arkadaşlarım var. Eğer onlarla görüşmeler yapsaydım çok depresif bir hâle gelirdim. Ama kurguda kendi dünyamı oluşturabiliyorum, benim için çok daha kolay oldu. Şiddet, zihninizde ve vücudunuzda bir boşluk bırakabilir. Çok önemli bir şeye yol açabilir. Depremden önce yeryüzünün katı ve sert olduğunu düşünürdüm, artık değil. Dengesiz, tahmin edilemez ve yumuşak olabiliyor. Yazmak istediğimin bu olduğunu düşünüyorum.

1980'lerin sonunda Türkiye'ye ve Yunanistan'a yaptığı seyahatleri 1990 yılında Uten Enten adıyla kitaplaştırmıştır.

Bundan sonra birçok afet daha gerçekleşti: 9 Eylül, tsunami ve diğerleri. Bu afetlerden olumsuz etkilenen insanlar için ne yapabilirim diye düşündüm, benim yapabildiğim şey iyi kurgu yazmak. Çünkü ben iyi bir hikaye yazarsam biz birbirimizi çok daha iyi anlayabiliriz. Eğer siz okuyucuysanız ben de yazarsam birbirimizi tanımıyor olabiliriz ama kurgunun yeraltı dünyasında bizim aramızda bir geçit oluşur. Bilinçaltımızla birbirimize mesajlar iletebiliriz. Böyle faydalı olabileceğimi düşünüyorum.