Rüzgara şarkılar söyleyen adam: Bob Dylan

ŞAHKURT EMİRDAĞLI
Abone Ol

18 yaşındayken, huzurevine oranla her zaman daha fazla kişinin öldüğü yerden (üniversite) atılarak, kendisine ve dünyaya bir iyilik yapmasına ve bu zorunlu eğitim macerasından sonra kaçınılmaz bir rüya olan New York’a doğru ıslıklar çalarak gidebilmesine dair anlatılanlar, asi-yalnız bir çocuğun zamansızca yaşanmış fırtınalı hikâyesine götürür bizi. Robert Allen Zimmerman’ın hikâyesine. Aşırı acıklı değil belki ama çok protest, çok yalnız… Rüzgâra savurduğu saçlarına aldırmadan, omzunda gitarı, ağzında mızıkasıyla umudun şehri New York’un tüm sokaklarına meydan okumaya gelmiş zımpara sesli bir çocuğun rüzgâra şarkılar söylemesinin hikâyesidir bu. Dylan efsanesinin hikâyesi…

  • “Hayat kendini bulmak ya da bir şey bulmakla ilgili değil. Hayat, kendini yaratmaktan ibaret.”

Kanada sınırındaki küçük bir madenci kasabasından New York caddeler ine kadar uzanan engebeli, yorucu, uzun ve her şeye rağmen umutlu bir yol. Suskun ve yalnız zamanlar. Ağzından düşürmediği mızıkasıyla hiç durmadan kendisiyle söyleşen bir çocuğun dertli ezgilerinin dinlemeye değer bulunmasının eksik kehaneti. Dünyaya şarkılar söylemeye karar veren Robert Allen Zimmerman’ın Bob Dylan namıyla anılmaya başlandığı yıllar ve 1960’ların Amerika’sı. Neden Bob Dylan olduğunu, neden Robert’ın kırık dökük hikâyesine kısa bir ara vererek yeni bir sahne adıyla gitarını dünyaya doğrultmak istediğini anlamak çok zor değildi aslında. Kırılmamış yeni bir hikâyeye ihtiyacı vardı çünkü. Yeni ismini, Robert Zimmerman’ın ikinci kez doğduğu şehirde (New York) hayatını kaybetmiş (henüz 39’unda) bir şair olan Dylan Thomas’dan esinlendiği efsanesi daha heyecan verici olsa da, bu yeni adının amcası Dillion’dan -hecelenişini değiştirerek- ödünç aldığı artık herkesin bildiği bir gerçekti.

13 Ekim 2016'da Nobel Vakfı tarafından 2016 Nobel Edebiyat Ödülüne layık görüldü.

Bob Dylan, ilk gençlik yıllarında, gizemli Türkleri ve gökyüzündeki uzak yıldızları anlatan ve melodisiyle sakin bir ninni gibi akıp giden Ritchie Valens’in Bir Türk Kasabasında (In a Turkish Town) şarkısını dilinden hiç düşürmemesinin ve annesinin Nellie isimli Türk arkadaşıyla birlikte bu ilginç şarkıyı çok sevmesinin nedenini kesinlikle açıklayamayacağını çünkü bunu kendisinin de bilmediğini, yalnızca içinden geldiği için mırıldandığını söylemiştir. Dylan’ın, o dönem herkesin dilindeki La Bamba şarkısının değil de, Bir Türk Kasabasında isimli ninni kıvamındaki az bilinen bir şarkının diline dolanmasını köklerine doğru hissi bir istikamet olarak görmek mümkün olsa da, Amerika’nın ilk Latin rock yıldızı sayılan, henüz 18 yaşındayken geçirdiği talihsiz bir uçak kazasıyla hayatını kaybeden Meksikalı asıllı rock yıldızı Ritchie Vales’in (eleştirmelerin, eğer yaşasaydı Elvis diye biri yoktu dedikleri parlak bir isim) hiç Türkiye'ye gelmemesine, hiç Türk arkadaşı-tanıdığı olmamasına rağmen nasıl böyle bir şarkı yapabildiği ve bu şarkıyı hangi duygularla söylediği hâlâ bir muamma...

İnsana huzur veren bir ses Dylan. Her şeyi unutturan sonsuz bir huzur değil ama; bir yanı hep eksik ve rahatsız edici bir huzur. Yalnız, çok protest ve her daim isyana meyyal. Zımpara gibi bir ses. Tüm hatıraların tozunu alan, kederlerin ortasından geçen, kendi yakasına yapışan adamlara yoldaşlık eden bir ses. Şeker kamışı tarlalarında yoksulluk içinde çalışan Afro-Amerikalıların hüznü değmiş belli ki sesine, okuldan atılan öğrenciler, evine hep geç giden işçiler, yüzüne bir beyaz tokadı patlamış siyahlar, asker kaçakları, yağmur kaçakları, aşk kaçakları, dünya kaçakları… Bob Dylan’ın sesindeki yağmura yakalanan herkesin bir hikâyesi vardır mutlaka. Hakkında yapılmış üç sıkı belgeselin isimlerini anarak bir virgül koyalım o hâlde bu “hâl”e ve mızıkanın sesini der inlemesine duymak için biraz daha yüksek sesle dinleyelim Sara’yı. Eve Dönüş Yok! (2006), Beni Orada Arama! (2007), Rüzgârın Dili (2008).

Hem Oscar'ı hem de Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmış olan iki yazardan biridir.

Dylan’ın 60’lı yıllarla birlikte ortaya çıkışını, yaptığı müziğe bir karşılık bulması açısından oldukça önemli bir şans olarak değerlendirebiliriz. Şarkılarını cephanelik gibi kullanarak yaşadığı dönemdeki tüm sosyo-politik meselelere karşı muhalif bir tavır göstermesi ve bu tavrın kitlelerce benimsenmesi, dünyaca ünlü bir folk yıldızı olabilmesinin önünü açtığı yadsınamaz bir gerçektir. Kendi adıyla yayınladığı ilk albümünden sonra gelen sessizliğe aldırmadan devam ettiği müzikal yaşantısında ikinci albümü The Freewheelin ile fırtınalar koparmayı başaran Dylan’ın, bir ozan olarak müziğe nasıl devam edeceğinin ipucunu da veriyordu bu albüm.

Bütün bunların yanında, şarkılarında savaşın efendilerine kılıç çeken Dylan’ın, aynı efendilerden sürekli alkış, madalya, tebrik, reklam teklifi, takdir, ödül ve aferin almasını yadırgamamak da pop muhalifliğin ilk kuralı olsun o hâlde. Kafasında kipasıyla Hava Nagila söylerken de görebilirsiniz Dylan’ı, beat kuşağına mensupmuş gibi yaparken de. Amerikanizm ile hiçbir sorunu yoktur artık Dylan’ın ve elbette modern dünyanın ürettiği sahici trajedilerle de. Evangelistlere, Clintonl ara, Peres’e, Obama’ya ve dahi tüm merkez odaklara göz kırptığı için hep genç kalmıştır. Pink Floyd'un kurucusu Roger Waters yaşlanmakta olan bir yıldız, Bob Dylan ise her daim gençtir bu yüzden. Serinin birinci adamı, protest folk’un babası Woody Guthr ie 1967 yılında 55 yaşındayken hayata veda etmeseydi, yine de manevi öğrencisi Bob Dylan kadar “genç” kalamazdı herhâlde. O gençlik iksiri bir başka kapıda asılı duruyor çünkü.