Şah-ı Nakşibendi'nin huzurunda: Buhara

BAHTİYAR ASLAN
Abone Ol

Buhara’ya gitmek için sabah erkenden Semerkant’ın dış mahallelerinden birinde yer alan bir tür otogara gittik. Ben, seyahatimizin otobüsle gerçekleşeceğini sanıyordum. Nedense mihmandarlarıma da hiçbir şey sormamıştım. Ancak seyahat için taksi-dolmuşlar kullanmamız ve ücret için de sıkı bir pazarlık yapmamız gerekiyordu. Pazarlığı yapan yol arkadaşlarım, şoför makûl bir fiyata gelince parayı ödediler ve arabaya binebileceğimizi söylediler.

Yola çıkmadan önce şoförün bir kişi daha bulması gerekiyordu. Nihayet orta yaşlarda bir hanım da kafileye dâhil oldu ve yola çıkıldı. Bir müddet sonra şoför bizi ancak Nevai (Navii) şehrine kadar götüreceğini, orada başka bir taksiye transfer edeceğini anlattı. Bu bizi bir miktar huzursuz etse de ona güvenmekten başka seçeneğimiz yoktu. Bir süre sonra birbirimize bir takım olumlu telkinlerde bulunmaya başladık.

Geniş fakat hayli bozuk yolda bir buçuk saat kadar yol aldıktan sonra Nevai şehrine ulaştık. Şehrin girişinde bir petrol istasyonunda transferimiz gerçekleşti. Buhara’ya ulaşmak için bir o kadar daha gitmemiz gerekiyordu. Buhara’ya ancak öğle saatlerinde ulaştık. Burada bizi Buhara Üniversitesinden iki profesör hanım karşıladı. Önce üniversitedeki odalarında yeşil çay ve bir takım şirinlikler (tatlı) ikram ettiler. Ardından üniversitenin hocalarının, yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin doldurduğu bir salonda, Türk edebiyatının modernleşmesi ile ilgili bir konferans verdik.

Özbekistan, içinde yaşadığımız günlerde kademeli olarak alfabe değişikliğini gerçekleştiriyor. Yakın bir tarihte Kiril alfabesi tamamen terk edilecek.

Konferansta, Türkiye’de yaşanan alfabe değişikliğinden de söz ederek Kiril alfabesini unutmamaları gerektiğini anlattım. Orta Asya’daki bütün Türk devletleri aşağı yukarı yüz yıldır bu alfabeyi kullanıyorlar. Salondan önce bir takım itirazlar yükseldi, ancak ülkemizin tecrübelerini detaylandırınca itirazların sonu geldi. Özbekistan’da dini cemaatlerin yakın zamanda ülkede bir ihtilâle kalkışmış olmalarının bir neticesi olarak Arap alfabesinin öğrenilmesine pek sıcak bakılmıyor. Konferansta bu da söz konusu edildi. El yazması eserler bakımından son derece zengin bir ülke Özbekistan. Bağımsızlığın ilk zamanlarında Fransızların on binlerce el yazmasını yok pahasına alıp ülkelerine götürdüklerinden söz ediliyor. Devlet, geride kalan eserleri kanunlarla sıkı bir şekilde koruyor. Buna rağmen Buhara’da gezerken sokak başlarında el yazması eser satan insanlarla karşılaştığımı da söylemek isterim. Salondakilere bu el yazmalarından, (onlar kol yazması diyorlar) bu eserlerin tarihimiz ve kültürümüz açısından öneminden söz ettik. Onları okuyup yorumlayabilecek ilim adamlarına ihtiyaç olduğu konusunda fikir birliğine vardık.

  • Muhammed Bahaüddin Nakşibendi (1318-1389).
  • Muhammed Bahaüddin Nakşibendi 1318-1389
  • Nakşibendi tarikatının isim babası, büyük mutasavvıf, evliya. Şah-ı Nakşibend veya Bahaddin lâkapları ile anılır. Silsileyi sadat'te Muhammed Baba Semmasi ile Seyyid Emir Külâl'ın talebesidiydi.

Akşamüzeri üniversiteden ayrılırken bir dönem Konya’da okumuş bir profesörle, Hüsniddin Eshankul ile tanıştık. Hüsniddin Hoca, bizi akşam yemeğine davet etti. Ancak karanlık çökmeden Şah-ı Nakşibendi’nin türbesine gitmek istediğimi söyleyince biraz şaşkınlıkla; “Neden?” diye sordu. Dilim döndüğünce Anadolu’nun manevi hamurunu yoğuranlardan birinin Şah-ı Nakşibendi olduğunu, Türkiye’de hazretin çok sevildiğini anlatmaya çalıştım. Hüsniddin Hoca bunun böyle olduğunu biliyordu sanırım. Fakat galiba bizim hazretle alâkamızı öğrenmek istiyordu. Sonunda; “Ben Nakşibendi’yim. Müsaade edin sizi oraya ben götüreyim” dedi. Böylece bizi arabasıyla yaklaşık yarım saatlik bir yolculuktan sonra günbatımına yakın bir zamanda türbenin bulunduğu geniş alana ulaştırdı. Arabayı park ettikten sonra gidişli gelişli bir yoldan türbenin bulunduğu yere doğru bir hayli yürüdük.

Bahâeddin Nakşibend adına yazılmış bir levha.

Yolların iki yanına ve ortasına reyhan ekilmişti. Hazretin huzuruna reyhan kokusuyla çıkılıyordu.

Hüsniddin Bey bizi önce Şah-ı Nakşibendi’nin annesinin türbesine götürdü. Bu, hazretin vasiyetiymiş; kendisinden önce annesinin ziyaret edilmesini istemiş.

Valide Hanım’ın türbesinin yanında içinde ördeklerin, kazların yüzdüğü küçük bir gölet var. Alandaki ağaçların altında insanlar kümelenmiş sohbet ediyorlar. Hüsniddin Bey, Şah-ı Nakşibendi’nin türbesine gelmeden önce ziyaret edilmesi gereken altı türbe daha olduğunu söyledi. Gelenek böyle imiş. Ancak bahsettiği türbelerin her biri coğrafyanın farklı bir bölgesinde. Dolayısıyla bu geleneğe uymak için en az birkaç güne ihtiyaç var. Bizimse ertesi gün dönmemiz gerekiyordu.

Şah-ı Nakşibendi’nin türbesinin bulunduğu alan Özbekistan’ın merhum kurucu Devlet Başkanı İslam Kerimov zamanında yeniden düzenlenmiş.

Türbenin hemen yanına ahşap işçiliğiyle göz kamaştıran harika bir cami yaptırmış Kerimov. Nakşibendi’nin Asya’nın farklı bölgelerinden, Anadolu’dan, Malezya’dan, Türkmenistan’dan, Kırgızistan’dan, Pakistan’dan ziyaretçileri var. Tabii Türkiye’den de. Nitekim ziyaret esnasında İstanbul’dan gelen bir kafileyle de karşılaştık.

Şah-ı Nakşibendi’nin türbesi üstü açık yani kubbesiz ve hayli büyük bir mermer mezardan ibaret. Ziyaretçilerin türbeye temasını engellemek için etrafına bir şerit çekilmiş. Avluda farklı coğrafyalardan gelmiş Yasin okuyan, dua eden, birbirleriyle kaynaşan, belki de hiç gidip görmediği coğrafyalarla ilgili sorular soran, uzak ülkelere selam gönderen yüzlerce insan var. Biz de dua edip Fatihalar okuduk. Bu sırada Türkiye’den gelen kafilenin lideri olduğunu anladığımız orta yaşın biraz üstünde bir adam, bütün kafileyi temsilen yüksek sesle dua etmeye başladı. Kafile başkanının gözyaşlarıyla ettiği bu hayli uzun duaya biz de el açıp “âmin” dedik.

Nakşibendi türbesinin bulunduğu avlunun çıkışına yakın bir yerde, sağ tarafta küçük bir kapı var. Bu kapı büyük bir mezarlığa açılıyor. Burada, tarikatın büyüklerine ve tarikata hizmeti geçen bir takım isimlere ait mezarlar var. Bütün mezarlar aynı ocaktan çıkmış taşlardan yapılmış gibi. Hepsi de gri, solgun ama mehabetli… Bu grilik, bu solgunluk onlara uhrevi bir hava katıyor. Sanki bize solgun bir sesle faniliği fısıldıyorlar. Nakşibendi’nin huzurunda duyduğumuz ve uzun bir cümle olarak beliren anlamın noktasını bu mezarlıktaki grilik koyuyor.

Ziyareti bitirip çıktığımızda güneş batmak üzereydi. Ufuktaki kızıllığa ve ovanın enginliğine dalmışken yanıma seyrek sakallı üç ihtiyar yaklaştı. Mavinin en solgun tonu, handiyse gri cüppelerinin içinde gülümseyerek gelip boynuma sarıldılar. Tek tek ellerini öptüm ve gayr-i ihtiyari sakallarını sevdim. Şivelerinden Türkmen olduklarını anladım. Benim Türkiye’den geldiğimi tahmin etmişler. Yaşlı gözlerle ülkemizi, ahvalimizi sual ediyorlardı. Onlar da Nakşibendi’yi ziyaret etmek için gelmişlerdi. Türkiye’ye ve milletimize selam gönderdiler. Bu kısa buluşma belki de bu ziyaretin mührü oldu.