Sakın beni unutma

SKYROAD
Abone Ol

Eskiler "suret" dermiş fotoğrafa… Arapçada "görünüş, biçim" anlamına geliyor. O zamanlar fotoğraf çektirmek ve biryerlere kart ya da fotoğraf postalamak lüks sayılabilecek birşeydi. Uzaklardan gelen bir kartpostal, bir fotoğraf başınabir şey gelmesin diye özenle saklanırdı. Peki, bu denlikıymetli bir şeyin arkasına neden sürekli "sakın unutmayın,yırtıp atmayın" notları düşülüyordu?

  • "Kendim uzaktayım hayâlım yakın
  • Resmimi saklayın atmayın sakın.
  • Cismim uzak ise hayâlım yakın
  • Resmime baktıkça ağlama sakın."

Sanki hep bildiğimiz, hissettiğimiz, fakat zamanla unuttuğumuz bir duyguyu ansızın hatırlatıyor bu cümle. Uzun yıllar gurbetten sevdiklerimize yolladığımız her fotoğrafın ve kartpostalın arkasına buna benzer cümleler yazıldı durdu. Unutulmaktan ve binbir zahmetle gönderilen fotoğrafların bir kenara atılmasından duyulan korku dile getirilirdi. Oysa unutmak, bir kenara atmak şöyle dursun, günde sayısız kez okunurdu kartpostallar, akla gelen her an bakılırdı o fotoğraflara…

Hayata iz bıraktığı gibi fotoğrafın kelime anlamı, ışık yardımı ile iz bırakmaktır.

  • "Ömrüm rüzgar önünde sallanan bir yapraktır, insan fanidir, en son olacağı kara topraktır. Resmim hatıradır bakın, kıymetimi bilmeyene vermeyin sakın."
  • (İbrahim Germeç, Bochum, 1964)
  • "Emine... Resmim bir hayaldir. Eğer ben ölürsem resmim ebedi sizlere hatıra olur. Resmimi saklayın, sakın yırtıp atmayın." (Niyazi Koçak’tan eşine, Stuttgart, 1971)
  • "Yazı yazdım satıra. Ölüm gelmez hatıra. Eğer ben ölürsem, bu fotoğrafım kalsın size hatıra. Kıymetim varsa cebinizde saklayın. Kıymetim yoksa sakın Hollanda topraklarına atmayın. Türkiye sınırına gelince yırtın atın." (Yeğenlerinden Hollanda’daki amcalarına, Betül Uzun, 1970).

İletişim imkânlarının bu kadar fazla olmadığı yıllarda belki de "gözden ırak olan gönülden de ırak olur" düşüncesiyle, "unutulma" korkusu dile getiriliyordu. Fotoğraf kimi zaman vesikalık, kimi zaman uzaklarda yaşanılan hayatı arka planda gösteren, işyerinden, yurttan ya da her gün geçip gidilen sokaklardan enstantaneler barındırıyordu. Kartpostallar da aynı şekilde o şehrin en güzel yerlerinden manzaraların olduğu ve gönderen kişiye bir nevi "bak ben burada yaşıyorum" deme hakkı tanıyan bir objeye dönüşüyordu.

Fotoğraf, cisimlerden yansıyan elektromanyetik radyasyonun toplanıp odaklanmasıyla oluşturulur.

Uzakları yakın etmenin en kısa yollarından biri hiç şüphesiz "görselin" gücünden yararlanmaktı. Onlar da öyle yapıyordu. Fotoğraf ve kartpostallar "gönderen ve alıcı" arasında yalnızca onların bildiği bir dilde bağ kurmaya yaran hususi bir imgeye dönüşüyordu. Bunu ilk kez yapan onlar mı? Ortaçağ Avrupa’sında kraliyet mensuplarının ve "soylu" ailelerin dönemin ünlü ressamlarına portrelerini çizdirip yaşadıkları mekânlara astırmaları ve birbirlerine hediye etmeleri… Ve hatta daha geriye gidecek olursak binlerce yıl önce yapılıp eski medeniyetlerin başkentlerinde en yüksek tepelere dikilen kral heykelleri ve Firavun lahitlerine çizilen resimler de "hatırlanma" ve "unutulmama" içgüdüsünün yansımalarından sayılabilir.

  • "Dedem 4 çocuk sahibi bir babayken, 1972’de ailesini bırakıp Almanya’ya tek başına işçi olarak gitmiş. Tabi o zamanlar şimdiki gibi sık gelip gitmek yok. Ailesi dedeme hatıra olsun diye hep beraber bir fotoğraf çektirip Almanya’ya göndermiş, orada özledikçe baksın diye. Dedem fotoğrafta bir tek kendinin eksik olmasına üzülmüş olacak ki orada bir fotoğrafçının kapısını çalmış. Kendi vesikalık fotoğrafına bir ceket ve kravat çizdirip kendisini anneciği ve babacığının tam ortasına ve eşinin hemen yanı başına ekletmiş. Böylece aile tamamlanmış." (Melike)

John Berger, "Görme Biçimleri" kitabında şöyle söylüyor:" Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir. Ne var ki başka bir anlamda da görme sözcüklerden önce gelmiştir. Bizi çevreleyen dünyada kendi yerimizi görerek buluruz. Bu dünyayı sözcüklerle anlatırız ama sözcükler dünyayla çevrelenmiş olmamızı hiçbir zaman değiştiremez."

Söz uçar yazı kalır misali yollanan fotoğraflar vardır, insanı hüzne boğar.

Melike’nin dedesi, hangi içgüdüyle bu fotoğrafın peşine düşmüş ve kendini fotoğrafın içerisine sonradan eklettirmek için 50 yıl öncesinin "photoshop" tekniklerini kullanmıştı. Ailesinden fiziki olarak uzak olmanın yanında, fotoğrafta dahi onların aralarında yer alamamak mı ağır gelmişti ona? Yoksa kendi suretini onların yanına ekleterek eski günlere dalıp gitmeye yarayacak bir hayalin peşine mi düşmüştü? Hayalindeki yakınlık yetmemişti belli ki, illa bir fotoğrafın içerisinde yan yana olmak istemiş, bir fotoğrafçının yardımıyla o kareye girmeyi başarmıştı. Ona bunu yaptıran şey "unutulma" korkusu olabilir miydi?

En yaygın rastlanan fotoğraflar insan gözünün görebileceği kalıcı görüntüler meydana getiren dalga boylarıyla olan fotoğraflardır.

"Baktıkça hatırlamak için değil, hatırladıkça her an bakmak için gönderiyoruz. Sakın bizi unutmayasın, bu resmimiz sana hatıra kalsın. Küçücük yavrular nasıl dayansın? Bizim yüreğimiz taş mı demir mi?" (Türkiye’den Almanya’ya, 1972)

1972 yılında Almanya’dan Türkiye’ye gönderilen bu fotoğrafın arkasında işte tam olarak böyle yazıyordu. Endişeli ve mahzun bakışların birbirine karıştığı bir suretti bu. Uzaklarda ekmek parası peşinde koşan "evin babasına" gönderiliyordu. Eşini ve çocuklarını her an hatırlaması ve hatırladıkça da fotoğrafa bakması isteniyordu. "Sakın bizi unutmayasın" cümlesi öylesine söylenmiş bir cümleden öte, o mahzun bakışların tamamlayıcısıydı.

Ve okuyanı olduğu yere çivileyen "Bizim yüreğimiz taş mı, demir mi?" cümlesi…

Aralanır geçmişin kapıları ve seni yanında hissettirir fotoğraflar.

Yazan kişi evin babasının gurbette zor şartlarda çalışıyor olmasını, bu cümleleri okuduktan sonra gurbetin ona iki kat daha ağır geleceğini bildiği halde yine de "unutulmamak" adına böyle demir gibi sözcüklerden oluşan bir yazı yazmayı tercih etmişti. Belli ki "unutulma" korkusu her şeyin önünde geliyordu. Giden için de kalan için de değişmeyen tek şey belki de "unutulmama" ve "hatırlanma" arzusuydu.

Fotoğraflar, kartpostallar ve onların arkasına düşülen ufak notlar bir dönemin sosyolojisine ışık tutuyor. Kim bilir, uzakta olmanın ve unutulma duygusunun dışavurumu olarak nice şarkılar, türküler, şiirler yazıldı gurbette. Mektuplar daha içli kelimelerin taşıyıcısı oldu. Uzayıp giden tren yollarına baktıkça içerilerinden derin bir of çekmelerinin nedeni de işte bu duygunun omuzlarında oluşturduğu ağır yüktü belki de… Sahi kim başlatmıştı bu geleneği? İlk kim söylemişti, ilk kim yazmıştı fotoğrafın arkasına o tılsımlı sözcükleri? Ne diyordu hani:

  • "Kendim uzaktayım hayâlım yakın
  • Resmimi saklayın atmayın sakın.
  • Cismim uzak ise hayâlım yakın
  • Resmime baktıkça ağlama sakın."