Sprezzatura: Görünmeyen emekle dolu dört masalık hayat
Sahilde, küçük bir kafede, dört masalı bir işletmede hem garson hem kasiyer hem de baristaydı bu güzel kadın. Orta boylu, ela gözlü ve kumraldı. Sabah 8’den gece 11’e dek dört masası hep dolu olurdu ama kapıda boş yer bekleyen müşteri de hiç bulunmazdı. Ne çok ne de az para kazanan bu kadın ve işletmesi, kimsenin dikkatini çekmezdi.
İlk masada 50’li yaşlarda bir çift vardı. Başta bir çift gibi gözüken bu iki insanın aslında zoraki bir flörtte oldukları aşikârdı. Adam belli ki yalnız yaşamaktan sıkılmış biriydi. İnternette çokça bulunan “dayı” profiline tam uyuyordu. Patavatsız, fütursuz ve sapıkça bir yapısı vardı. Adam masada mum gibi oturuyordu. Bu oturuş, kadının güçlü yapısı hakkında fikir vermiyor değildi. Evet, kadın tam bir “Osmanlı”ydı ve dedi ki: “Sen, hep böyle edepsiz miydin?” Adam üç saniye güldü. İlk saniye; müstehcen ve gururluydu. İkinci saniye; kararsız ve heyecanlıydı. Üçüncü saniye ise hemen anlatmaya koyulacağı anısı ile bağlantılı ve çocukçaydı: “Üç buçuk yaşında anamın elinden tutmuş yürüyormuşum. Birden yağmur başlamış. Fırtına, kıyamet… İnsanlar sırılsıklam kaçışırken herkesin elbisesi ıslanmış, üzerine yapışmış. O zamanlardan beri ıslanan elbiseler vücuda yapışınca ben bir garip oluyorum demek ki. Neyse efendim, bembeyaz giyinmiş bir kadının ıslak bacağına yapışmış buluvermişim kendimi. Anam beni çekiyor, ben inatla kadının bacağını bırakmıyormuşum. Anam zaten yağmur, rüzgâr, fırtınadan bıkmış, bir de benle uğraşıyor, iyi mi? Bacağını bırakmadığım kadın da bu arada kahkahalar atıyormuş. Ben de durup demişim ki, ‘Anne bu kadını eve götürelim.’ İlahi ben…” Kadın bir kahkaha attı. Flört tam anlamıyla başlamıştı. Adam birden şöyle bir gerindi. Elini masaya sürtüp, “Masayı hiç silmediler yahu.” dedi. Kadın da elini masaya değdirdi ve sesi cilveye büründü: “Aman canım boş ver. Baksana masa tertemiz.”
İkinci masada 40’lı yaşlarda üç erkek otuyordu. Anlattıklarından bu üç erkeğin çok eski dost olduğu belliydi. Dağınık görünümlü bu üç kişinin içinden en düzgün giyimli olanı şöyle dedi: “Gördüğünüz gibi işte, buralar çok güzel de tek başına, bir garip. Mesela bir gün uyanıyorum, abdestimi alıyorum, o gün beş vakit namazımı kılıyorum. Sonraki gün bardan çıkmıyorum. Diğer gün o bardan asla tek başıma çıkmıyorum. Daha sonraki gün hatim indirmeye devam ediyorum. Ertesi gün (sesini alçaltıp) kimsesiz çocuklara yardım ediyorum. Peki cennetten bir köşe denilen bu güzel yerde ben, neden böyle şeyler yapıyorum?” Arkadaşlarından ses gelmeyince kendi kendine cevap verdi: “Yalnızlıktan.” Diğer biri şöyle karşılık verdi: “İstanbul’da böyle kahve yok vallahi. Yani standart bir tadı var ama farklı olan ne çözemedim. Yine de lezzetli kahve. Ha bahşişi hak edecek kadar ahım şahım yükseklikte değil.” Az önce yalnızlıktan dem vuran adam yine konuştu: “İstanbul’da yok diyorsun ama ahım şahım da değil diye geriniyorsun, bu da garip.”
Üçüncü masada şort ve atlet giymiş dört yaşlı, görünen tüm kırışıklarına aldırmadan domino oynuyorlardı. Sürekli bir şeyler içen bu ihtiyarlar hiç konuşmuyor, sipariş verirken garsonla sadece el hareketleri üzerinden anlaşıyorlardı.
Dördüncü masada tek başına oturan 30’lu yaşlarda bir adam bilgisayarına şu cümleleri yazıyordu: “Anlatılardaki mutlu sonların hiçbirinde yalnızlık yoktur. Bu çok büyük bir defo çünkü gerçek ve tek son; ölümdür. Ölüm; mutlu veya mutsuz olsa da en nihayetinde bir sondur. Yani anlatıların hepsi yalan. Mutlu sonların baş karakteri yalnızlıktır, mutsuz sonların da.”
Kafe, o kadın sayesinde hep belli bir standartta ve kalitedeydi. Ne bir eksiği ne bir fazlası olan bu kafede kimsenin sözü veya yazısı kesilmiyor, temizliğe özen gösteriliyor ve nitelikli ürünler sunuluyordu. Gözle görülmeyen bir hizmet vardı. Zaten bir şey, gözle görünmeden ve kimseyi rahatsız etmeden gerçekleşiyorsa onun niteliksiz olma ihtimali yoktu. Öte yandan insanın fıtratı değişmezdi. Dayı, çocukken o kadar insanın arasından en dikkat çeken kadının bacağına yapışmıştı. Yani, gözle görünmeyen kalite asla dikkat çekmez ve doğal olarak takdir edilmezdi. Kafedeki tek çalışan olan bu kadın, masayı müşterinin gözüne sokarak silseydi takdir görebilirdi ama buna gerek yoktu. Bu kör insanlara bile bir standart oluşturmuştu bu güzel kadın. Gelip giden sayısı belliydi ve başı ağrımıyordu. Ayrıca bir kalite sunduğu için de vicdanı rahattı.
Üç masada da yalnızlık üzerine farklı tarifler ve hikâyeler vardı. Oyun oynanan masada ise son günlerini yaşayan dört yaşlının konuşacak bir şeyi olmadığı halde yalnız kalmak yerine oyun oynamayı seçmesinin resmi vardı.
Dördüncü masadaki yalnız kişi bilgisayarına yeni bir not yazıyordu: “Sprezzatura” İtalyancada, zor bir şeyi kolaymış gibi yapma yeteneğini ifade ediyor, bir tür doğal zarafet gibi. Tıpkı bu kafede bir başına çalışan kadının zarafeti gibi. Kimsenin fark edemediği, o güzel kadından daha da güzel olan, kimsenin sözünü veya yazısını kesmeyen, gelip giden sayısı sıfırı geçemeyen ve vicdan rahatlatan zarif yalnızlığı gibi.