Yann Tiersenn: Müzik, nerede yaşadığınızla ilgilidir

GİZEM ERTÜRK
Abone Ol

Enstrümantal film müziği deyince aklımıza ilk gelenisimlerden biri Yann Tiersen. Amelie filminin müziklerinde sahibi olan sanatçı ile 7 parçadan oluşanve ismini yaşadığı kasabadaki bir şapelden alanKerber albümünü ve müziğe bakışını konuştuk.

Merhaba, öncelikle albümününüz adını ve bu adın hikâyesini merak ediyorum…

Albümün adı Kerber ve odak noktası ise Ouessant Adası’nın çok küçük bir bölümünü kapsıyor. Sanırım buraya 500 metre uzaklıkta. Bütün şarkılar adadaki köylerden alıyor adlarını ve doğal olarak onlarla ilgili… Burada, birkaç ev geçtikten sonra Kerber’de buluyorsunuz kendinizi. Bu bölgenin merkezinde bir şapel var. Şapelin mimarisinin temelini ise çok derin bir düşünce ve muhayyile oluşturuyor. Aynı zamanda bu adada standart bir hayat sürüyorsanız kışın her sabah sadece kapınızı açarsınız. Daha doğrusu her sabah değil, her gece açarsınız kapıyı ve Orion'u ve Nebula'yı görürsünüz. Buna yıldızların doğuşu diyebiliriz. Böylece büyük ve önemli şeye sahip olursunuz. Ayrıca bu olay, küçücük ayrıntılarla da birbirine bağlı bir şeydir.

Albümün kapak tasarımı Katie Ann Gilmore ait. Gilmore’u tercih etmenizin sebebi nedir?

Evet. Katie Ann Gilmore’un sanatını gerçekten çok beğeniyorum ve ayrıca soyut bir şeyler olsun istedim. Çizgilerle kıyı, Kerber ve şapel gibi parametreler üzerine çalıştı. Bence çok da güzel oldu. Çünkü doğrudan albümde neler yapmak istediğimi gösteriyor

Albümdeki şarkıları besteleme sürecinizden bahseder misiniz?

Eserlerinde genellikle piyano, akordeon, keman ve ailesi, gitar kullanır.

İlk başta piyanoyla başlamak istedim albüme ve şarkıların merkezinde de yine piyanonun olmasını arzu ettim. Bu tarz bir yol ile kendi müzikal sistemimi yaratabileceğimi düşünüyorum çünkü. Ve dediğim gibi, önemli olan ortaya bir harmoni çıkarabilmek, tamamen buna odaklanıyorum. Yani şu an aklımda olan şey, EUSA’ya ve piyano parçaları yapmaya devam etmek. Tabii aslında piyano her zaman sanatımın merkezinde olacak, ama başka bir şeyler yapmak için de bahaneler arıyorum çoğu kez. Açıkçası bir piyano albümü yapmak düşüncesi yoktu aklımda, sıkıcı olduğunu düşünüyordum hatta piyano albümünün. Piyanonun melodilerini beğeniyordum, ama benim için melodiler vızıltı gibi geliyordu hep, bir nevi soyut da diyebiliriz buna. Bu yüzden bir müddet uzak durdum piyanodan. Tabii bu söylediklerim hep başka bir şeyler yapmak için bahane. Tüm bunlara rağmen bu albüm için başlangıçta bir takım piyano parçaları yaptım. Sonra sayıları arttı bu çalışmaların ve gittikçe çeşitlendi. Kendimi daha özgür hissettim, epey ilginçti. Bu yüzden albümün tümünde piyanoyu kullandığım için sevinçliyim. Akor yürüyüşleri kullandım albümde ve diğer enstrümanlarda örnekler çalışmalar yaptım. Ve sonunda piyano dışında herhangi bir enstrümandan yararlanmamaya ve çıkış noktası olarak sadece piyanoyu kullanmaya karar verdim. Başarılı ve güzel çalışmalar hazırlamak için çok zaman harcadım. Sonra bunları çeşitli tür ve tekniklerle sentezleyerek ortaya orijinal işler ve parçalar çıkardım. Piyano kayıtları için toplamda iki hafta harcadık. Çünkü tüm parçalar üzerinde ayrıntılı bir biçimde tek tek uğraşmak için ayrıca zaman harcıyorum. Albümün miksini ve kaydını Gareth Jones yaptı ve her şeyin tempo haritasını çıkardı adeta. Bu çok büyük bir emekti gerçekten! Jones’un yaptığı, sabit bir tempoyla ilerleyen bir piyano çalışması değildi. Tempo sürekli gelişiyordu. Böylece sekansları rahatlıkla programlayabildik ve bu işimize gerçekten çok yaradı. Örneğin, “Ker al Loche”da sadece piyanoyla başlayıp ardından elektronik tınılar ve sekanslar ekledik parçaya. Önce eski bir Roland davul kullanıyoruz, sonra tempo düzenli aralıklarla iniyor ve çıkıyor. Epey güzel oldu bu hâliyle.

Analog ve dijitali hemen her zaman çok başarılı bir şekilde harmanlayabiliyorsunuz…

Bu albüm özelinde konuşuyorsak, evet doğru söylüyorsunuz. Aslında çok fazla dijital iş şey var. Parçacıklı şeyleri seviyorum. Bir pikselle bir soundun içine dalabilmek harika bir duygu ve dijitalin iyi tarafı da bu herhâlde. Ve elbette analoğu da seviyorum aynı zamanda, çünkü analog gerçek bir dünya sanki. Bu da onu harika yapıyor. Yani organik diyebiliriz analog için.

Özellikle bu albüm açısından, dinleyenlerin nerede ve hangi coğrafyada yaşadıklarının bir önemi var mı?

Sanırım genel olarak var… Kabul ediyorum, bu kulağa çok hippice geliyor. Ama bence yaşadığınız yerle ve toprakla olan bağımız aslında çok önemli. Nerede olursanız olun bu böyle. Müzik ve coğrafya ilişkisini biraz daha derinleştirmeniz gerekiyor tabii. Hatta “biraz” değil, daha da çok derinleştirmeniz gerekiyor. Bu gerçekten çok önemli çünkü. Açıkçası bence her şey derinlikte yatıyor çünkü. Her şeyin cevabını bulabiliyorsunuz bu derinlikte. Eğer eyleminiz müzik yapmaksa; coğrafya, yaşadığımız yer ve bunlar arasındaki ilişki epey önemli bir yer tutuyor. Doğrusunu söylemek gerekirse benim için en önemli şey, yaşadığımız yer ile müzik arasındaki bağdır. Bu yüzden çoğu zaman buna odaklanıyorum. En basitinden şarkılarıma etrafımı saran yerlerin adını veriyorum. Ben küçük bir adada yaşıyorum. Bence bu, yani bu küçük adayı hissetmek, doğayı hissetmek ve dünyaya karşı hoşgörülü olmak başka şeyleri anlayabilmek için büyük bir şans. Bu benim yaşam tarzım kısacası…

Adadan bu kadar ilham almanızın nedeni nedir?

Bilmiyorum, ama bana ilham veriyor ada. Sadece her şeyin “basit” olmasını seviyorum. Adadaki doğal süreç çok hoşuma gidiyor.

Çiftçilerimiz var mesela, sütümüzü sağıyorlar. İneklerse hemen kapımızın önünde. Kısacası her şey bu küçük adanın üzerinde olup bitiyor ve bunu seviyorum. Bir şey yerken oğlum “Bunu kim yaptı?” ya da yumurtaysa “Tavuğun adı ne?” diye soruyor. Ve bu harika bir şey. Aynı şey burada yaşayan halk için de geçerli, her şey basit ve birbirimizi tanıyoruz. Bilemiyorum. Bence bu hippice yine ve harika! Ayrıca son derece ilham verici. Özellikle bugünlerde hayati önem taşıyor. Mesela bu albüm karantina sırasında yapıldı, tabii ki burada da karantina söz konusu. Ouessant’ta hiç bar yok, bu önemli bir şey. Yani insanlar burayı sıkıcı ve rutin bir yer sanabilirler ama burayla derin bağlarımız var bizim. Ve Tanrı’ya şükür ki doğal ürünlerimiz var. Gerçekten çok şanslıyız. Sanırım müziğim de şanslı.

Albümün kayıtlarını nerede tamamladınız?

Bu albümü adanın eski diskosu ve kendi stüdyom olan The Eskal’da kaydettim. Burası benim stüdyom aynı zamanda burada konserler ve İngilizce dersleri yapılıyor. En azından eşim dersler veriyor. Umarım güvenli olduğu zaman daha fazla etkinlik yaparız.

Mekânın müziğiniz üzerinde etkisi var mı peki?

Kesinlikle. Çünkü öncelikle burası büyük bir stüdyo ve her şeye yer var burada. Hayalim buydu. Analog, eski moda bir stüdyo. Hayatımda ilk kez böyle bir şansım oldu çünkü başka stüdyolarda çalışmak oldukça pahalı. Bu yüzden üzerinizde baskı oluyor, bu baskı kötü bir şey değil aslında. Ama şimdi baskıyla beraber müziğime bu stüdyo ortamını da katma imkânım var. Çünkü kayıtlarımı, bana farklı bir ruh hâli ve ilham veren bir stüdyoda yapıyorum. Bana göre bu çok önemli ve güzel. Aynı zamanda biraz önce dediğim gibi burası analog bir yer. Bu albümde çok fazla dijital işlem kullanılmış olsa da bunu B Stüdyosunda gerçekleştirerek A Stüdyosuyla büyük bir SSL ile miksaj yaptık.

  • Bu bakımdan her adımda kendinizi adamış olmanız gerekiyor yaptığınız işe. Ben bunu seviyorum. Sonuçta teknik olarak, tüm bu çabalar, albümün görünen yüzü ve sesi. The Eskal, inşa edildiğinden beri -sanıyorum İkinci Dünya Savaşı öncesi parti yapmak için yapılmış- asla başka bir şey için kullanılmamış. Sonra çok uzun süre disko olmuş. Yani gerçekten çok iyi duyguları barındırıyor. Ayrıca buranın büyük bir hafızaya sahip bir yaşam alanı olduğunu da hissedebiliyorum. Her şey bununla dolu.

Önceki albümlerinizle bu albüm arasında bir bağ var mı?

Evet, kesinlikle var.

Bütün albümlerim hâlâ süren bir evrimin parçası.

Aslında bir önceki albümüm olan Portrait, yeni bir albüm değil. Eski şarkıların yeniden yorumlanması diyebiliriz. Yani albüm yeniden yorumlanan şarkılar üzerinde birtakım çalışmalardan ibaret. Tabii hiçbir aşamaya dijital dahil değil, belki birkaç istisna dışında… Çünkü vokal konuklarla birlikte oluyor, ama geri kalan her şey analogdu ve benim için eski ürettiğim şeylerin bazılarına anlam kazandırmak adına çok önemliydi. Bu yeniden üretim duygusunu gerçekten güçlü bir şekilde yaşadım. Bu yüzden o albüm, yaptığım diğer şeylere yakın olsa bile, âdeta yepyeni bir ilk albüm gibiydi. Yine de bu, müzik coğrafyasında büyük bir değişiklik yaptığım anlamına gelmez. Çünkü bunun dışında daha önce büyük değişiklikler yaratan bazı albümler de yaptım. Sadece sekiz yıl var iki albüm arasında. Ama çılgınca geçen bu zamanı hatırlamıyorum. Çünkü başka şeyler yapıyordum. Shannon Wright’la bir albüm yaptım ve o dönem turneye çıktık. Ve plak şirketini değiştirip Mute'a geçtim. Yani kısacası; evet, bu iki albüm arasındaki karşıtlık ve farklılıklar daha net görünüyor, bunca zamanın ardından. Benim için bu yeni bir çıkış, sıfırdan başlayan bir şey yani.

Bir şeyler üretirken başka müzikler dinliyor musunuz?

Pek sayılmaz. Bu durum çok tuhaf esasen. Aslında bu albüm üzerinde çalışmayı planlarken COVID ortaya çıktı. İlk tepkim müziği tamamen bırakmak ve bahçe işleriyle uğraşmaya başlamak oldu. Başka bir şey yapmak zorunda hissettim kendimi. Bilemiyorum. O an müzikle uğraşmak istemedim. Müziğin gerçekten gereksiz, hayati değer taşımayan bir şey olduğunu hissettim. Böylece tuhaf bir şekilde durdum, bir süre müzik dinlemeyi de bıraktım. Başka bir şey üzerinde çalışıyordum ve bu uğraşım çok güzeldi. Gerçekten mutlu olduğumu hissettim. Bu durumda mutlu olabilirseniz tabii…

Ama ben gerçekten mutluydum. Bir süre sonra çalışmaya başladım, çünkü bunu yapmak zorundaydım, yani bunu istiyordum. Müziğe dönmek çok iyi ve özgürleştiriciydi bir şey çünkü. O zaman piyano çalmaya başladım, ama bir süre sonra kesildi içimdeki piyano çalma arzusu. “Çalmak istediğim piyano değil” dedim kendi kendime. O dönem çok fazla müzik dinlemiyordum. Bu günlerde durum değişkenlik gösteriyor elbet; bazen çok fazla müzik dinliyorum bazen de hiç dinlemiyorum. Ve bu albüm için hiç müzik dinlememiştim. Fakat bir süre sonra, soundlar ve örnekler üzerinde çalışırken dinlemeye başladım. Birkaç hafta sonra stüdyom darmadağın oldu, kafa karışıklığımın etkisiyle. Toparlamak ve elektrik bağlantılarını hâlletmek neredeyse iki haftamı aldı. İşte o zamanlar çok fazla müzik dinliyordum, elektronik müzik ağırlıklıydı dinlediklerim…

Karantina yaratıcılığınızı etkiledi mi?

Pek sayılmaz. Çok küçük bir alana yoğunlaştım ama bunun nedeni karantina mıydı, bilemiyorum. Çünkü başlangıçta olmasa da biz zaten Ouessant’daydık… Yaklaşık iki yıl önce akciğerlerimde sorun yaşadığım için yaklaşık iki ay boyunca evden hiç çıkmadım. Tam bir karantinaydı benim için. Ama evet, mutlaka etkiledi. Hem böylesine büyük bir şey nasıl etkilemez bir sanatçıyı!

Karantina süresince turneye çıkmayı özlediniz mi?

Turneye çıkmayı özlüyorum ve artık sabırsızlanıyorum da. Ama burada olmayı da seviyorum. Yani bir tür arada kalmışlık…

Ama “Turneye çıkmayı özledim mi?” sorusunun cevabı, son tahlilde “hayır” bende. Çünkü stüdyonun keyfini çıkarmanın ve burada bir şeyler yapmanın daha baskın olduğunu düşünüyorum. Ama tabii ki turnede olmayı insanlarla tanışmayı da özlüyorum, bu çok açık. Çünkü Tanrı’ya şükür güçlü bir topluluk içinde yaşıyorum. Karantinada bile birbirimizle iletişim hâlindeyiz.

  • Eleştirmenler kendisini Erik Satie, Nino Rota ve the Penguin Café Orchestra gibi isimlerle bir arada anarlar.
  • Herkesi, okulun önünde ya da alışverişe çıktığımızda görebiliyoruz. Ouessant’da zaten sürekli karantinadayız. O kadar küçük ki bazen turneye çıkmak da güzel bu yüzden. Karantina başladığından beri de epey bir süre geçti. Sabırsızlanıyorum turne için…
  • Turne tarihlerini planladınız mı peki?
  • Evet. Aslında bu yılın Amerika, Avrupa ve Avustralya ile dolu geçmesi gerekiyordu. Her şeyi gelecek yıla bıraktık ayrıca bir de 10 yılı aşkın süredir çıkmadığım Fransa turnesine çıkacaktım. Yani her şeyi gelecek yıla erteledik.