Yarım asırdır süren sıla yolculuk

SKYROAD
Abone Ol

Yarım asırdan fazladır, yılın bu vakitlerinde Avrupa’nın farklı farklı şehirlerinde, birbirinden uzak ama birbirine benzer telaşlar yaşanır. Temmuz ayının gelmesiyle birlikte Türklerin oturduğu mahallelerde yaşanan koşuşturma çok uzaklardan bile fark edilir.

Okullar tatile girmiş, fabrikalarda, madenlerde çalışan Türk işçiler 4 haftalık yıllık izinlerini kullanmak için işyerlerine başvurularını yapmışlardır. Evlerin kapısı sürekli açılıp kapanır, hemen her gün koştur koştur çarşıya, pazara gidilir. Kime ne hediye alınacağı tek tek düşünülmüştür.

Oyuncaklar, radyolar, pikaplar, süslü kıyafetler, spor ayakkabılar, çeşit çeşit çikolatalar…

Üzerinde “Aldi” yazan dolu dolu poşetler taşınır eve. Ama illa ki bir şeyler hep unutulur, ertesi gün bir alışveriş daha… Bavullar çıkarılır, temizlenir, içerisine konulacak eşyalar bir altın ustasının ince işçiliği gibi titiz bir şekilde yerleştirilir. Bu vakitlerde komşu komşunun kapısını daha çok çalar. Merak ederler. Ne zaman yola çıkılacak, ne zaman dönülecek, kime ne hediye alındı, mektup yazıp haber verildi mi, yoksa habersiz gidip tatlı bir sürpriz mi yapılacak?

Bavullar çıkarılır, temizlenir, içerisine konulacak eşyalar bir altın ustasının ince işçiliği gibi titiz bir şekilde yerleştirilir.

Kimler bekliyordur onların yolunu?

Anne babası Köln’de çalıştığı için iki yıldır anneannesinde kalan, her gece onların fotoğrafıyla uyuyan köy okulunun en çalışkan öğrencisi Fatma mı? Yoksa daha çok para biriktirip dönüş yolunu kısaltmak için geçen yıl izne bile gelemeyen Gülizar’ın eşi Artvinli Bayram mı?

Hani eşinin banta çekip gönderdiği ses kaydını günde bilmem kaç kez dinleyen bağrı yanık Bayram… Yoksa biri Essen madenlerinde, bir diğeri Mannheim çelik fırınlarında çalışan Fikriye teyze ve Çelebi amcanın daha 20’li yaşlara yeni basan işçi çocukları mı?

Sıla yolunun elbet bir bekleyeni vardı.

Hazırlıklar olanca hızıyla sürmektedir. Akşam yemeğinden sonra mahallenin en gediklisinin kapısı çalınır. Öyle ya bunca yıldır kaç kez arabasıyla gidip geldi o yolları. Hangi yolu takip etmeli, nerede mola vermeli, nerelerde dikkat etmeli hepsini en iyi o bilir. Yolculuk bu, hiç şakaya gelmez. Her bir detay tek tek konuşulmalı.

Kaptan derler ona, başkaca bir isme ihtiyaç duymaz. Kapısına gelenleri hiç geri çevirmez.

Emektar defterini çıkartıp başlar anlatmaya. Almanya’nın en kuzeyinden Kapıkule’ye kadar olan yolu, kilometre kilometre nakış gibi işlemiştir defterine.

Öyle ya bunca yıldır kaç kez arabasıyla gidip geldi o yolları.

Şehirlerarası yollar, otobanlar, paralı yollar, ülke sınır kapıları, gümrük parası, rüşvet tarifesi, ihtiyaç molası…

Hepsini bir öğretmen edasıyla anlatır Kaptan onlara. Peş peşe gidecekler varsa, oturup aralarında anlaşırlar. Yalnızca kendilerinin anlayacağı bir dilde haberleşme düzeneği kurarlar hemen. Kodlar, işaretler belirlenir.

“Peş peşe iki kere selektör yaparsam yavaşla demek, üç korna çaldıysam mola vereceğimiz yere geliyoruz demektir.

Herkes soracağını sorup, öğreneceğini öğrendikten sonra artık bavullar otomobillere yerleştirilebilir. Bavulların bir kısmı arka bagaja sığdırılır, bir kısmı da otomobillerin üstüne iple sıkıca bağlanır. Bu öylesine bir ritüeldir ki, her şeyin bir mantığı, bir matematiği vardır. Memlekette açılacak bavullar en arkaya, kırılacaklar en az darbe alacak korunaklı yerlere, gümrükte sorun olacaklar zulalara, yolda lazım olacaklar en önlere, mola verildiğinde yenecekler, içilecekler, soğuk kalması gerekenler de arabanın üstüne özenle yerleştirilir.Ve tüm ipler denizci düğümleriyle bağlandıktan sonra o tılsımlı söz edilir:

Nasıl sığdırdım ama!

Söz edilir: ''Nasıl sığdırdım ama!''

Yola önden çıkanlar kalanlarla helalleşir. Sözleşirler, “Gelince ara muhakkak, bana çok yakınsın, şurada şu gün buluşalım, dönüş yoluna birlikte koyulalım.” diye.

Arkası uzun, yeşil Ford Granadalar, sarı Opel Recordlar, kırmızı Mercedesler, mavi Transit minibüsler 2500 kilometrelik vatan yolculuğuna çıkmaya hazırdır. İşte sıla yolu başlıyor!

Bu uzun yol her şeyden önce bir göç yoludur. Şehirleri, ülkeleri birbirlerine bağlayan sıradan bir yol değildir. Üzerinden geçen yüz binlerce göçmenin gam yükünü taşır sıla yolu. Göçmen işçilerin sayısı zamanla öyle artacak ki, geçtikleri şehirler ve yollar onların sürükleyip getirdiği kalabalığa ve hareketliliğe ayak uydurmaya çalışacak. Yol üstü tesislerin sayısı artacak, içerisinde domuz eti satılmayan lokantalar ile bahçesine küçük mescitler yapılan tesisleryolcu çekmeyi başaracak.

Yollara Türkçe, Yunanca ve Yugoslavca tabelalar asılacak. Kontrol noktaları, polisler, gümrük memurları sıla yolculuğu zamanında tam kapasiteyle çalışacak. Ve hatta yol üstü mezarlar. Trafik kazalarının çokça yaşadığı bölgelerde, hemen her milletten insanın mezar taşına rastlanılacak.

Ambulans yok, cenaze nakil aracı yok, Yugoslavların, Bulgarların umurunda mı? Göçmen işçiler ne yapacaklardı?

Yoldan durdukları arabalardan inenlerle hemen oracıkta bir cenaze namazı kılıp, yol kenarında uygun bir yere defnedeceklerdi. Öyle de oldu. Bir zaman sonra sıla yolu mezar taşlarıyla doldu. Yolculuk şenlikli başlıyor. Memlekette neler yapacaklarını konuşuyorlar. Şu az zamanda her şeye doymanın peşindeler.

Sıla yolunun tek yolcusu Türkler değil.

Daha Almanya sınırından çıkmadan Kaptan’ın söylediklerini geçirmeye başlıyorlar zihinlerinden. Tek bir tanesi atlanmamalı. O hangi yolu dediyse oradan gitmeli. Oysa önlerinde uzayıp giden, üstüne bavullar, koliler bağlanmış araçlardan oluşan şu kuyruk, denizcilerin kutup yıldızıyla yönünü bulması gibi onların da yolunu bulmasına yetmez miydi? Yolda olanlar yalnızca onlar değil elbette. Sıla yolunun tek yolcusu Türkler değil. Yugoslav, Yunan ve başkaca milletlerden göçmenler de bu yolun yolcusu.

İşte ilk mola yerine gelindi bile! Birazdan Almanya topraklarına veda edecekler.

Avusturya sınırındaki Rosenheim şehrinin çıkışında bulunan, üzerinde Rasthaus yazan tesiste yer bulmak neredeyse imkânsız.

Sağlı sollu park eden araçların yanından geçiyorlar. Bazı araçların içerisinden tanıdık ezgiler yükseliyor. Yüksel Özkasap, Ruhi Su, Cem Karaca, Neşet Ertaş yolculuklarına yarenlik ediyor. Tanıdık kokular da yok değil.

Çimenliklerin üzerine örtüler, kilimler serilmiş, kırlentler yayılmış. Börekler, gözlemeler, sarmalar, dolmalar çeşit çeşit meyveler çıkarılmış, afiyetle yeniyor. Sanki bir panayır alanı gibi, çocuklar ağaçlıkta koşturuyor, şoförler yorgunluk çayı içip, trafikten dem vuruyor.

Bir yandan da, “biraz uyusak hiç fena olmaz” diyor gözleri.

İşte ilk mola yerine gelindi bile!Birazdan Almanya topraklarına veda edecekler.

Birazdan bir köşeye çekilip kestirmenin yollarına bakacaklar. Kadınlar muhabbete dalıyor, etraf şen şakrak.

Memlekete dönüş yolu hep böyledir, yüzlerden tebessüm hiç eksik olmaz. Yolcu yolunda gerek. Toparlanıp yola koyuluyorlar. Öyle ya izin süreleri sınırlı, memlekete ne kadar kısa zamanda varırlarsa, sevdikleriyle o kadar fazla vakit geçirecekler.

Almanya sınırlarında başlayan yolculukları, Avusturya’nın, Salzburg, Liezen, Graz şehirlerine doğru devam edecek, Yugoslavya topraklarına girecekleri Spielfeld hudut kapısından geçip, Zagreb, Belgrad ve Niş’i geride bırakacaklar, memleketten önceki son durak olan Bulgaristan’dan sonra Kapıkule’ye doğru yaklaşacaklar.

Türk bayrağının gördükleri o an hepsinde aynı hissiyat oluşacak: “İşte burası bizim evimiz.”

Yugoslavya ve Bulgaristan yolları onlar için çile demek. Daralan bozuk yollar, nerede ne zaman olacağı belli olmayan yol kontrolleri, kuyruklar, uzun süren beklemeler ve rüşvetler… Dua edip duruyorlar içlerinden, şu yollar bir bitse, Kapıkule bir görünse diye. İki gündür yoldalar, uykusuzluk, yorgunluk iyice bastırdı, üstleri başları kirlendi. Yolculuğun ilk anlarındaki neşe yerini sessizliğe bıraktı. Çocuklar arka koltukta sızıp kalmışlar. Şoför koltuğundaki baba bir yandan Kaptan’ın söylediklerine göre yol gitmeye çalışıyor, bir yandan da uykusuzluğa direniyor.Anne uyumasın diye eşinin en sevdiği şarkıları, türküleri açıyor teypten. Bazen de aklına gelen ilk konuyu ortaya atıp başlıyor koyu bir sohbete.

Yugoslavya ve Bulgaristan yolları onlar için çile demek.

Ne konuştukları önemli mi? Sıla yoluna katık olsun yeter.

Sınır kapılarına geldiklerinde uyuyanlar uyanıyor, herkes kendine çeki düzen veriyor. Çocuklar meraklı gözlerle olup bitene bakıyor. Kimsenin aşırılık yapmaya niyeti yok. Yanlarında bekçi köpekleriyle onlara yaklaşan gümrük polisleri kimseye şirin gelmiyor. Anne babaların içinde bir endişe, “acaba kazasız belasız şu kapıyı geçebilecek miyiz?” diyorlar içlerinden. Gümrük binasının önünde bütün bavullarını indirip gümrük memurlarına göstermek zorunda kalan aileye takılıyor gözleri. Bunu her aileye yapmıyorlar ama o esnada oradan geçen tüm yolcuların canını sıkıyor.

Nedir bu, göz korkutma mı?

Ah’lar, vah’lar havaya karışıp gidiyor. Kendi başlarına böylesi gelmediği için bir dua postalıyorlar camdan dışarı. Sonrası yine sessizlik. Vize ücretleri, pullar, fazladan ödenen geçit ücretleri!HB sigaraları, Alman çikolataları camdan dışarıya uzatılıyor. Bu yolun tarifesi böyle, elden ne gelir?

Gümrük binasının önünde bütün bavullarını indirip gümrük memurlarına göstermek zorunda kalan aileye takılıyor gözleri.

Bulgaristan sınırında kuyruk uzayıp gidiyor. Her şey öyle yavaş ilerliyor ki, yıllık izinlerinden giden bu sürenin ardından kalabalık laflar yürütüyorlar. Evrak kontrolü ve gümrük işlemleri bittikten sonra her aracı yoğun klor kokusunun genizleri yaktığı bir su birikintisinin içerisinden geçiriyorlar.

Çocuklar hemen soruyor: “Neden tekerlerimiz yıkanıyor anne?” Cevabı üç aşağı beş yukarı aynı oluyor: “Memleketimize toz toprak götürmeyelim, temiz gidelim.” diye.

Oysa bilmiyorlar ki göçmen işçilerin gidiş ve gelişlerinde otomobiller hastalık taşımasın diye ilaçlı bir sudan geçmeye mecbur ediliyor. Anne babalar bilse de çocuklarına söylemeye dilleri varmıyor. Yollar azaldıkça içlerinde hafif bir kıpırdanma başlıyor. “Şu tepenin ardında mı memleket? Kaç saat kaldı? Ne zaman varacağız?”

  • “Yolculuğumuz 2-3 gün sürerdi. Biz arkada rahat ederdik ama babamız şoför koltuğunda perişan olurdu. Haline üzülür dikiz aynasına bir salkım üzüm asardık. Uykun gelirse kopar kopar ye derdik çocuk aklımızla. Uyandığımızda üzüm bitmiş olurdu. Ama o yol bitmezdi.”
  • ZEYNEP KARASU

Sabah güneşi kendini göstermeye başlayınca hepsinin yüzüne bir tebessüm yerleşiyor. Radyoyu kurcalıyorlar bir süre. İstanbul Radyosu çekmeye başladı mı memlekete iyice yaklaştıklarını anlıyorlar.

Şimdi artık keyiflerine diyecek yok. Camı aralayıp rüzgârın içeriye girmesine izin veriyorlar, memleket havası oralara kadar geliyor.

İşte oldu! “Burası İstanbul Radyosu, şimdi sabah haberleri…”

Arabanın içerisine yeniden şenlik havası doluyor. Haberleri dinleyen kim! Geldiler işte, şu tepenin ardındadır memleket. Haberlerin ardından bir Anadolu türküsü salınıyor onlara doğru.

Handan Tunca seslendiriyor, Niksar’ın fidanları…

Şimdi artık keyiflerine diyecek yok. Camı aralayıp rüzgârın içeriye girmesine izin veriyorlar, memleket havası oralara kadar geliyor. Çok geçmeden Kapıkule görünüyor.

Dalgalanan Türk bayrağı kendini gösteriyor uzaktan. Bir yanda sevinç, bir yanda gözyaşı…

Memleketlerine kavuştular sonunda. Çekilen çileler, yorgunluklar unutulup gitti. Sarılıp kucaklaşanlar, inip toprağı öpenler, memleket havasını doyasıya içerisine çekenler… Burası onların vatanı, sonunda evlerine döndüler.