Bankacılıkta nereden nereye…

HABER MASASI
Abone Ol

Türk bankacılık sektörü dünya standartlarının çok üzerinde, parmakla gösterilen, karlı, katılım bankaları ile konvansiyonelin dışına çıkarak çeşitlendirilmiş, basel kriterleri gibi uluslararası geçerliliği bulunan bankacılık kriterlerine uyum konusunda hassas, sağlam ve itibarlı bir bankacılık sektörüne sahip. Türkiye; 2008 krizinden bile sapasağlam çıkan, dünya standartlarının çok üzerinde, parmakla gösterilen, karlı, katılım bankaları ile konvansiyonelin dışına çıkarak çeşitlendirilmiş, basel kriterleri gibi uluslararası geçerliliği bulunan bankacılık kriterlerine uyum konusunda hassas, sağlam ve itibarlı bir bankacılık sektörüne sahiptir.

2001 krizinin ardından bankacılık sektörü, zorlu bir 3 yıllık mücadelenin ardından ancak 2006 yılında nefes alabilir duruma gelmiş ve yeniden yapılanma sürecinin meyvelerini vermesi ile günümüz itibariyle, 20 yıllık sürecin sonunda dünyanın sayılı sistemlerinden biri olmayı başardı. Türkiye’nin bankacılık macerasını anlamak ve nasıl bir enkazı devralındığını kavramak için takvimlerimizi 1980’lı yıllara kadar geriye götürmemiz gerekiyor. Rahmetli Özal’a kadar siyasi sebepler ve askeri darbelerden ötürü dünyaya ve dolayısıyla finansal gelişmelere kapalı yaşayan

  • (Özal zamanına kadar ülkemizde bırakın elinizde tuttuğunuz bu dergiler gibi ekonomi dergilerini, gazetelerin ekonomi sayfaları bile yoktu.)

Türkiye ancak ANAP Hükümetleri döneminde dünya ile bankacılık alanında entegrasyonlara başlayabilmiş fakat gerek sermayeyi elinde tutan ve ülkenin kaderine yön veren sınıfın ekonomik aktiviteleri sadece kendi ellerinde tutma güdüsü gerekse finansal okuryazarlığımızın çok düşük olmasından ötürü beklenen gelişimler sağlanamadı. Hatta bu dönemdeki hassasiyetlerden ötürü yastık altında kalan yatırımların özel finans kurumları ile ekonomiye sokulması planları Özal hükümetleri sonrası aynı güdülerle boğulmaya çalışıldı. Anadolu insanının sermaye ile ilişki ve ilişiğinin kurulmaması adına bir takım güç odakları tarafından bankacılık sadece belli bir kesime hizmet eden, belli bir kesimin kendi finansal manevraları için halkın tasarruflarını da kullanmaya yarayan, gerektiğinde içi boşaltılıp sorumsuzca terk edilen, istikrarsız ve ciddi problemler barındıran bir alan haline geldi.

Turgut Özal ve Mesut Yılmaz.

ANAP hükümetlerinin yerini seksen darbesi öncesindeki aktörlerin oluşturduğu hükümetlerin almasıyla; yeniden eski istikamet rayına oturan Türkiye, geçmiş dönemlerde olduğu gibi vizyon sahibi atılımcı kimliğini bir yana bırakıp, ekonomide yine devleti fonlayıp faiz geliri elde eden, bu vesile ile güç odaklarını besleyip semirten, kapalı devre sermaye kastını yaşatan kılığına tekrar bürünüp, reel ekonomiyi, büyümeyi, kaynakların tüm topluma dağılmasını umursamadan kriz üretmekten ve soyguna sebebiyet vermekten başka bir çıktısı olmayan kötü ekonomi ve bankacılık modeline geri dönmüş oluyordu. Kamu borçlanma ihtiyacının faizlere baskısından ötürü ülke içindeki faizlerle yurtdışı borçlanma faizleri arasındaki muazzam fark yurtdışından düşük faizlerle kaynak sağlayıp bu kaynakları devlet iç borçlanma senetlerine yatıranları kelimenin tam anlamıyla “Karun” gibi zengin ediyor, ülkenin büyümesi, gelişmesi ve toplumun refahının artması için kullanılması gereken paralar, halkın cebinden çıkan vergilerin banka sahiplerinin kasalarına akması için kurulan bu düzenekle hortumlanıyordu. Hiçbir şey üretmeyen bu arbitraj bankacılığı ile milyarlarca dolar, koalisyon hükümetlerince adeta yoldan geçene verilen bankacılık lisansları sayesinde patronların ve tabi ki bu işlere ön ayak olanların kasalarına doluyordu. 1993 yılı sonunda hükümet, o güne kadar takip ettiği düşük kur-yüksek faiz politikasını terk edip, ikisini birden aşağı çekmek isteyip hazine bonosu ve devlet tahvili ihalelerini iptal etmeye başlayınca Hazine’nin finansman gereksinimi hususunda tek kaynak TCMB’nin kısa vadeli avansları kaldı. Hazine bonosu reel getirilerinin 1994 yılı başlarına negatife dönmesi ve sık sık ihale iptallerinin gerçekleşmesi nedeniyle oluşan tedirginlikle likidite fazlasının döviz alımlarına yönelmesine bankalardaki döviz hesaplarının TL’ye çevrileceği söylentisinin eklenmesi Nisan 1994’e gelindiğinde ciddi bir krize neden oldu. Bir nevi “bankalara hücum” operasyonuna dönen bu olay neticesinde yılbaşında 15 bin TL seviyesinde olan dolar kuru, 5 Nisan’da 23 bin 032 TL’ye, 6 Nisan’da 31 bin 989 TL’ye ve 7 Nisan’da da 39 bin 853 TL’ye yükseldi. Fakat tarihleri buraya kadar geri getirmemize neden olan asıl mesele yani mevduat sigortası üst sınırının değişimi de bu dönemde gerçekleşti. 50 milyon TL’den, 100 milyon TL’ye, bir süre sonra da 100 milyon TL’den de 150 milyon TL’ye çıkarıldı. Marmarabank, TYT Bank ve İmpexbank ile Türk Invest, Çarmen ve Pasifik gibi kurumların iflası üzere 1994 yılında bankacılık sisteminin toplam aktifleri 68.6 milyar dolardan 51.6 milyar dolara, özkaynakları ise 6.6 milyar dolardan 4.3 milyar dolara gerileyince ortaya çıkan bu devasa kriz ancak 1995’te mevduat sigortasının yüzde 100’e çıkartılması ve bu sayede güven bunalımının sonlandırılması önlenebildi ki bu olay aslında bir sonraki krizin çok daha büyük olmasına sebebiyet verdi. (Bugün ABD’deki bankacılık sisteminde ortaya çıkan iflasları durdurmak için aynı yöntemin uygulanması tartışılmakta. İlerleyen paragraflarda bunun ne denli büyük bir tehlike içerdiğini hep beraber göreceğiz.)

Türkbank.

Evet, yüzde 100 garantiyi kapan ve birkaçı haricinde reel ekonomiye hiçbir katkıları olmadan kurucu patronlarının açık-gizli firmalarını halkın birikimleri ile fonlamanın yanında iç borçlanma senetleriyle servetlerine servet katan, herhangi bir kamu yararı gözetmeyi bırakın çevirdikleri operasyonlar ortaya çıkınca devlete ve millete akıl almaz zararlar verdikleri ortaya çıkan bankalar devlet garantisi ile karşılayamayacakları kadar yüksek faizlerle döviz ve TL toplamaya başladılar. Yani eğer batarlarsa “bankalardaki her şeyin sigortacısı devlet, batana kadar ortaya çıkacak her türlü karın sahibi patron” denkleminde sürdürülemez ve istismar edilmemesi imkansız olan bir sistem oluşturuldu. Arka arkaya kurulup yıkılan hükümetler, istikrarsızlık, toplumsal problemler, terör Asya ve Rusya Krizi gibi etkenlerle olumsuz etkilenen ekonomi, hayata geçirilemeyen yapısal düzenlemeler, gittikçe büyüyen kamu açıkları, açıkların tahvil ihracı ile bankalarca finansmanını ve bankaların açık pozisyonlarında muazzam artışların meydana gelmesi tam olarak fasit bir daire oluşturdu, bankacılık sistemi son derece hassaslaştı.

  • 1997’de Türkbank, 1998’de de İnterbank ve Bank Ekspres bu yükü taşıyamayıp milyarlarca dolar zarara sebep olup TMSF’ye ilk devredilen bankalar oldu.

Rusya Krizi hem reel sektörü hem de finans sektörünü olumsuz etkiledi. 6 hafta gibi kısa bir sürede 6 milyar dolar tutarında yabancı finansal yatırım Türkiye’den çıktı. 1999 yılı başlarında Brezilya’da yaşanan kriz de zaten zorda olan bankaların yurtdışından borçlanma alanlarını daralttı. 1999 yılına gelindiğinde bu defa Yaşarbank, Esbank, Egebank, Sümerbank ve Yurtbank milyarlarca dolar zararla sahayı terk etti.

57. Hükümet tam da böyle kötü bir atmosferde 28 Mayıs 1999’da işbaşı yapıp IMF ile stand-by anlaşması imzaladı. Oluşan olumlu hava ile faizlerde etkili bir düşüş yaşandığı gibi bankacılık sektörüne kısa süreliğine güven yükseldi. Fakat ardı ardına yaşanan olaylar ve Türkbank ihalesi skandalı sonrası artık saklanamaz hale gelen bankalarda dönen dolaplar sektörün regülasyonu ve ayağa kaldırılması için çok güçlü bir iradeye ihtiyaç duyuyordu ve 57. Hükümet koalisyon ortaklarının uyumsuzluğundan ötürü böyle bir iradeye sahip değildi. Yönlendiren ve yol gösterenden ziyade olaylarla beraber sürüklenen bir yapıdaydı.

IMF ile yapılan anlaşma sonrası fazla düşen faizlerle beraber artan talebin, enflasyonun beklenenden az düşmesine neden olduğunu ve hükümetin bir türlü ipleri tam anlamıyla ele alamadığı gibi özellikle ekonomi alanında 28 Şubat’ı hazırlayan güçlerin çeşitli müdahale ve oyunlarıyla karşı karşıya kaldığını gören bankalar krizin kokusunu aldılar. Zaten problemli olan sistemin büyük bir dalga ile karşılaşması muhtemel olduğundan erken davrananın sahile ulaşabileceği ortadaydı. Açık pozisyonlarını erken kapatmaya çalışan bankalar, döviz alabilmek için likiditelerini arttırmaya gitti ve böylece TL’de faizler yükselince Hazine Bonosu taşıyan ve bunları repo işlemlerinde kullanan bankalar ciddi zorluklarla karşılaştı. Tahvil fiyatlarının düşmesi ve faizlerinin artması yabancı yatırımcının da çekilmesine neden olunca 22 Kasım günü gecelik repo faizleri yüzde 250’ye fırladı, borsa çöktü.

Haliyle dövize hücum başladı ve çok yüksek faizin yanında önemli döviz rezervi kayıplarına ek olarak 7.5 milyar dolarlık ek IMF kredisi süreci anca durdurmaya yetti. Fakat tüm savunma hattı ilk darbede kırıldığından sonraki gelecek dalgalar için ekonomi son derece kırılgan bir yapıya dönüştü.

  • Hemen arkasından birkaç ay sonra herkesin malumu olan Cumhurbaşkanı ile Başbakan arasındaki anayasa fırlatma krizi gerçekleşti. Şubat 2001 Krizi olarak adlandırılacak olan bu yeni kriz yine bir dövize hücum olayı başlattı ve gecelik faizin yüzde 6 bin 200’e fırlamasına, bir haftada Merkez Bankası’nın rezervinde yaklaşık 5.5 milyar dolarlık azalma yaşanmasına neden oldu.

Hücuma dayanamayan TCMB, kuru 21 Şubat tarihinde serbest bıraktı ve sırasıyla Ulusal Bank, İktisat Bankası, EGS Bank, Bayındırbank, Kentbank, Tarişbank, Sitebank ve Toprakbank gibi bankalar TMSF’ye devredildi.

Ayrıca Sümerbank çok sayıda TMSF bünyesindeki banka ile birleştirilip Oyak Grubu’na satıldı. Demirbank, HSBC Bank’a satıldı. Okan Yatırım Bankası ve Atlas Yatırım Bankası’nın faaliyet izinleri iptal edildi. Türkiye Emlak Bankası, T.C. Ziraat Bankası bünyesine dahil edildi ve Körfez Bank ile Osmanlı Bankası Garanti Bankası ile birleşmek zorunda kaldı. 2001 yılı sonuna gelindiğinde tüm sistemdeki banka sayısı bu gelişmeler neticesinde 79’dan 61’e geriledi.

Yaşanan tüm bu olaylardan sonra Mayıs 2001’de Bankacılık Sektörü Yeniden Yapılandırma Programı uygulamaya konulmak istendi. Fakat hükümetin bunları uygulama konusunda ne gücü ne de ortak iradesi vardı. Tam anlamıyla yıkılmak üzere olan bir binayı andıran bir fotoğraf veriliyordu. Program ancak 58. Hükümet tarafından uygulamaya konulabildi ve Temmuz 2003 itibariyle yeniden yapılandırmanın toplam maliyeti 47.2 milyar dolara ulaştı. 21.9 milyar doları kamu bankalarının, 17.3 milyar doları TMSF bünyesindeki bankaların ve 7.9 milyar dolarlık kısım da yeniden yapılandırmanın maliyeti olmuştur. Bu yazıda bahsi geçen milyar dolarlık zararların, henüz ABD’nin dünyayı likiditeye boğmadığı, Fed’in bilançosunun 800 milyar dolar ile 1,2 trilyon dolar arasında olduğu (günümüzde 8,7 trilyon dolar) bir dönemde ortaya çıktığı, yine ilgili dönemde ülkemizin GSYH’si 250 milyar dolar civarı gerçekleştiği düşünüldüğünde tablonun büyüklüğü daha da netleşecektir. Kriz sonrası “Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” adı verilen yeni bir ana program başlatıldı ve bu ana program altında açılan Bankacılık Yeniden Yapılandırma Programı sektörün düzen ve denetimi için detaylı bir yol haritası hazırladı.

Yazar kasa fırlatan kişi.

23 Haziran 1999’da kurulan ve 2001 krizi ile tam anlamıyla aktör haline gelen BDDK, yaşanan son büyük krizin nedenini makroekonomik istikrarsızlığa, yüksek kamu kesimi açıklarına, kamu bankalarının piyasa bozucu faaliyetlerine, banka yöneticilerinin risk algılarındaki düşüklüğe bağlayarak kök nedenler olarak da öz kaynakların yetersizliğini, sektör yapısının küçük ölçekli ve parçalı olmasını, aktif kalitesizliğini, kurulu sistemin aşırı duyarlı ve kırılgan yapıda olmasını, iç denetim faaliyetlerinin yetersizliğini işaret etti.

Program çerçevesinde sektörün mali ve operasyonel yönden güçlü bir yapıya sahip olması için gözetim ve denetimi etkinliğinin artırılması, etkin ve rekabet edebilir bir yapının oluşturulması, güçlü ve şeffaf bir düzenin kurulması için ciddi çalışmalar ancak Ak Parti hükümetleriyle gerçekleştirilebildi. AB üyelik sürecinde özellikle atılan adımlarla Türkiye’nin tüm dünyanın yatırım yapmak isteyeceği bir ülkeye dönüştürülmesi planlanırken meselenin bankacılık boyutu ciddiyetle ele alınarak dünyanın gelişmiş ülkeleriyle rekabet etmenin yanında iş birliği de gerçekleştirebilecek, küresel finans piyasalarına entegre, güçlü bir risk yönetimine sahip, tam donanımlı bir sistem inşa edildi. 2002-2007 yılları arasına denk gelen bu inşa döneminde enflasyon ve kamu açıkları gerilemiş ve istikrarlı bir büyüme sağlandı. 1991-2001 döneminde ortalama reel GSMH büyüme hızı yüzde 3,2 düzeyinde seyrederken 2002-2007 döneminde bu oran yüzde 7,2 seviyesine yükseldi. Aynı dönemde özel sektöre kullandırılan kredilerde ciddi artış meydana gelmesine rağmen, yani ülkenin sermayesi iç borçlanma senetlerinden kolayca elde edilen faizler yerine reel ekonomiye yönlendirilmesiyle takipteki kredilerin toplam kredilere oranı 1991-2001 döneminde yüzde 2,9’ dan 2002-2007 döneminde yüzde 1,9’ a geriledi. 1991-2001 arası bilanço kalitesinin zayıfladığı, öz kaynaklardaki artışın yetersiz olduğu bir dönemken 2002-2007 ise finansal istikrarın sağlandığı ve öz kaynakların toplam aktiflere oranının yüzde 13,4’ e yükseldiği bir dönem olarak kayda geçti. 1999-2002 yılları arasında zarar eden sektör 2002 sonrası kar etmeye ve toparlanmaya başladı.

Oluşturulan yeni ve istikrarlı bankacılık sistemi yine bu dönemlerde ülkemize gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımı tutarını da derinden etkiledi.

  • 1950 – 2002 arasında Türkiye’ye doğrudan yabancı sermaye yatırımı girişi 15,1 milyar dolar oldu. Buna karşılık 2003 – 2014 arasında 148,2 milyar dolar yabancı sermaye girdi.

Her ne kadar bunda yukarıda ifade edilen ABD’nin oluşturduğu likidite bolluğu etkili olsa da ortaya çıkan ve bugün dünyanın en sağlam 10 bankacılık sisteminden biri olarak gösterilen yeni Türk bankacılık sisteminin etkisi çok daha güçlüdür.

Oluşturulan yeni ve istikrarlı bankacılık sistemi yine bu dönemlerde ülkemize gelen doğrudan yabancı sermaye yatırımı tutarını da derinden etkiledi.

  • Koalisyon hükümetleri dönemlerinde hortumlanan onlarca bankayla ilgili skandal haberlere benzer herhangi bir haberle 2002 sonrası karşılaşılmadığı gibi, Türkiye’de bu dönemden sonra tek bir banka dahi batmadı.

Banka lisansı almak zorlaştırıldı, kurulmak istenen her yeni banka için ciddi teminat ve faaliyet kalitesi şartları getirildi, faaliyete başlayan her banka gelişmiş dünya standartlarının üzerinde bir sınıflama ile yola çıktı.

58. ve sonraki hükümetler zamanında BDDK, TMSF ve Merkez Bankası tarafından devreye alınan çok sayıda regülasyon ve gerçekleştirilen yapısal reformlarla 2008 krizi gibi tüm dünyayı kasıp kavuran bir kriz bile ülkemiz ekonomisine görece büyük zararlar vermeden atlatıldı.

Ocak 2023 itibariyle Türk Bankacılık Sektörünün aktif büyüklüğü 14 trilyon 688 milyar 851 milyon TL ye ulaşmış durumda olup en büyük aktif kalemi olan krediler 7 trilyon 849 milyar 775 milyon TL, menkul değerler 2 trilyon 473 milyar 766 milyon TL’dir. Diğer yandan toplam mevduat 9 trilyon 147 milyar 151 milyon TL’ye ve özkaynak toplamı 1 trilyon 418 milyar 839 milyon TL’ye varmış durumda. Ocak 2023 döneminde sektörün dönem net kârı 39 milyar 320 milyon TL, sermaye yeterliliği standart oranı ise yüzde 16,99 seviyesinde.

TCMB.

Özetleyecek olursak; Türkiye, AK Parti tarafından kurulan 58. Hükümetle beraber banka hortumlamalarından, banka sahiplerinin şirketlerine aktarılan milyarlarca dolarlık ölü kredilerden, reel ekonomi yerine iç borçlanma senetlerine akan zararlı sermaye hareketlerinden, iki yılda bir kesin yaşanan bankacılık krizlerinden, banka alım satımlarında yaşanan hukuksuzluklardan, her önüne gelenin banka açıp sonunda zararı devletin sırtına yüklemesinden kurtulmuş, bunun yerine 2008 gibi muazzam büyüklükte bir krizden bile sapasağlam çıkan, dünya standartlarının çok üzerinde, parmakla gösterilen, karlı, katılım bankaları ile konvansiyonelin dışına çıkarak çeşitlendirilmiş, Basel Kriterleri gibi uluslararası geçerliliği bulunan bankacılık kriterlerine uyum konusunda hassas, sağlam ve itibarlı bir bankacılık sektörüne sahip olmuştur.

Tüm bu bilgiler ışığında, Türk bankacılık sektörü için son 30 yılımıza dönüp bakınca insan gayr-i ihtiyarı “nereden nereye…” demeden edemiyor…