‘Başka alternatif yok’ ve ‘her şey yükselişte’

HABER MASASI
Abone Ol

Açılımı “Başka alternatif yok” (There is No Alternative) olan TINA söylemi, genel olarak finansal varlıkların mevcut fahiş fiyatlarına gerekçe olarak gösteriliyor.

Zira son zamanlardaki sarsıntılara rağmen borsada işlem gören finansal varlıkların neredeyse tamamı ve tahviller, hisse senetleri, emtialar, bitcoin ve hatta karbon kredileri tarihi zirvelerini görmüş ya da bu seviyelere yaklaşmış durumda. Ancak reel sektörün benzeri görülmemiş bir salgının pençesinde olduğu bir dönemde finans piyasalarının böylesine geniş tabanlı bir yükseliş kaydetmesi oldukça garip. Hem hakim eğilimden kopuş, hem de finansal varlıkların fiyatlarında yaşanan büyük yükseliş merkez bankası politikalarının doğrudan sonucudur. Özellikle gelişmiş dünyada yıllardır süren parasal gevşeklik ve faiz indirimleri faiz oranlarında tarihi düşüşlere yol açtı. Gelişmiş ülkelerin çoğunda faiz oranları ya sıfıra yakın ya da negatif seyrediyor. Sıfır ve negatif faiz oranlarını ilk deneyimleyen Japonya Merkez Bankası (BOJ), şirket tahvillerinin, hisse senetlerinin, gayrimenkul yatırım ortaklıklarının (GYO) ve borsa yatırım fonlarının (ETF) doğrudan (kesin) alımı, ve getiri eğrisi kontrolleri gibi alışılmışın dışında politikalarla trend belirleyici oldu. Sonuç olarak, Japonya’nın en büyük yatırım fonu ve en büyük şirket tahvil hamili olan Japonya Merkez Bankası’nın Japonya’nın 5 trilyon dolarlık ekonomisinden daha büyük bir bilançoya sahip olduğu düşünülüyor. İşin garip yanı, yıllardır süren bu “yenilikçi” merkez bankacılığına rağmen, Japonya’nın reel sektörü varlık balonu patlamasından yaklaşık 30 yıl sonra bile köşeyi dönmüş gibi görünmüyor. Hiç şüphesiz bu durum diğer merkez bankaları için bir uyarı niteliği taşıyor.

2007-2008 yüksek faiz krizini incelemek amacıyla kurulan Volker Komisyonu, krizin temel nedenlerinden birinin düşük risk fiyatlandırılması olduğu sonucuna varmıştı. Risk düşük fiyatlandırıldığında, risk primi olması gerekenden düşük olmakta ve bu nedenle riskli varlıklar yüksek fiyatlandırılmaktadır. Mevcut bağlamda, yatırımcıların düşük riskli varlıklar üzerinde makul (veya herhangi bir) getiri olmadığı durumlarda, riskli varlıklara yönelmek zorunda kalarak fiyatları artırdığında da risk düşük fiyatlandırılır. Riskli varlıklardaki mevcut geniş tabanlı yükseliş göz önüne alındığında, o zamanlar iş başında olan belli başlı güçlerin bir kez daha iş başında olduğu aşikar. Zira risk yine düşük fiyatlandırılıyor.

Ancak ne yazık ki tek çarpıklık bu değil. Bununla birlikte, ekonomide yüksek borç seviyelerinin ters teşviklere yol açtığı iyi bilinmektedir. Bastırılmış faiz oranları tüm işletmelere yardımcı olurken, aynı zamanda zombi şirketlerin de hayatta kalmasını sağlamakta ve bu tür şirketleri temizlemesi gereken piyasa disiplini bunu yapamaz hale gelmektedir. Zamanla bu tür zombi şirketlerin zarar eden kaynaklarının varlığı yetersiz genel tahsise yol açar. Firmaların özellikle hisse senetlerini borçla geri alması, ultra ucuz paranın sebep olduğu diğer bir kötü teşviktir. Fonlama maliyeti düşük olduğunda, yönetim şişirilmiş fiyatlarla da olsa hisse senetlerini geri almaya teşvik edilir. Borç özkaynaktan ucuz olduğu için, sermaye yapısının kaldıraçlı yeniden yapılandırılması, düşük toplam sermaye maliyetini ve dolayısıyla yüksek firma değerlemesini beraberinde getirir. Açıkçası burada “firma değeri” olması gerektiği gibi daha fazla mal ve hizmet üretmekten ziyade, sermayenin yeniden düzenlenmesi yoluyla sağlanmaktadır. Ancak temel çarpıklık, merkez bankalarının finans piyasası oyuncularına sağladığı örtük “satım” opsiyonundan kaynaklanıyor olabilir. Görünen o ki, kendi yarattığı balonu patlatmaktan korkan merkez bankaları açık bir şekilde piyasaları kullanıyor. Sözgelimi, Avrupa Merkez Bankası ekonomik gerilemeyi önlemek için “ne gerekiyorsa yapma” sözü verdi. Finansal piyasaların çöküşü ekonomik gerilemenin kesin bir alameti olduğundan, bu adımın anlamı aşikâr.

Kısacası, söz konusu “her şeyin yükselişte olması” (everything rally) durumu, “her şeyin altüst olması” durumuna dönüşebilir. Bununla birlikte, daha önce benzeri görülmemiş teşviklerin sağlanması ve daha da fazlasının gelecek olması partinin bir müddet daha devam etmesini sağlayacaktır. Bu durumun varlık fiyatlarını daha da şişirip reel sektörle olan kopukluğu büyütmenin yanı sıra, gelir ve servet eşitsizliğini de artıracağı kesindir. Koruma teşviklerinden kaynaklanan ekonomik çarpıklıklar da daha da kötüye giderek daha uzun vadeli sonuçlar doğuracaktır. En sonunda sermaye eski haline dönerek canlandırılmış bir partiye yeniden katılırken, gelişmekte olan ekonomiler sıkışabilir.