Dijital Matrix’te markalar için başarı ölçütü artık paylaşılabilirlik
90’ların sonunda çıkan “The Matrix” filmi gerçekle dijitali ayırt etmekte zorlananlar için düşündüren bir soruydu, bense bugünlerde tekrar bu soruları kendime sorar oldum. Los Angeles’ta bir yoga stüdyosu. Grup dersi başlamadan önce herkes matını seriyor, pozisyonlarını alıyor. Ama öğretmen “başladık” demeden önce telefonlar çıkarılıyor. 3-2-1... Downward dog pozu selfie’ye dönüyor. Öte yandan Paris’te bir çift, Eyfel Kulesi önünde evlilik teklifini paylaşıyor. Ama o sahne tam 17 kez tekrarlandı, çünkü ışık “o an” için yeterince dramatik değildi. İstanbul’da ise bir arkadaş grubu balık tutmaya çıkmış, oltayı denize atmadan önce “story”de filtre seçiliyor: Lo-Fi mi, Valencia mı? Bu sahneler tanıdık geliyorsa siz de dijital bir çağdaşsınız demektir. Çünkü artık gerçeklik, yaşadığımız şey değil; paylaştığımız şey. Ve bu durum, sadece bireylerin psikolojisini değil; markaların tüm pazarlama iletişimi stratejilerini de sil baştan yazdırıyor.
Sosyal medya Matrix’ine hoşgeldiniz
Eskiden “gördüğüne inan” denirdi. Şimdi ise “paylaşılana inan” dönemi başladı. Yeni nesil, doğduğu andan itibaren dijital bir dünyada büyüdü. İlk kelimelerinden önce ilk “story”si atıldı. İlk oyuncağını tanımadan önce YouTube Kids ile tanıştı. Bu jenerasyon için dijital, ikinci bir dünya değil; birincil yaşam alanı. Hâl böyle olunca, gerçek hayatla sosyal medya arasındaki sınırlar silikleşti. Mutlu olup paylaşmamak diye bir şey yok artık. Paylaşılmadıysa, “gerçekten mutlu muydun?” sorusu havada kalıyor. Yeni neslin yeni bir gerçekliği varsa, o hâlde yeni gerçeklik için yeni stratejiler zamanıdır.
“Varım” demek yetmiyor, “paylaşırım” demelisin
Markaların artık sadece görünür olması yetmiyor. Paylaşılır olması gerekiyor. Çünkü dijital nesil, gördüğü değil; paylaştığı markayla bağ kuruyor. Bu noktada “pazarlama iletişimi nasıl şekillenmeli?” sorusu akıllara geliyor? Gelin, dünyadan ve Türkiye’den örneklerle madde madde bakalım:
1. Deneyim Pazarlayın, Ürün Değil Bugün bir kahve zinciri, içeceği güzel yapmaktan çok, fotoğrafta güzel çıkan bardak tasarlamakla ilgileniyor. 3. nesil kahvecilerde isminizi yanlış yazması artık bir hata değil; bilerek yapılan bir sosyal medya stratejisi. Çünkü o bardağı paylaşınca insanlar, “Ben oradaydım” diyor.
Ders: Paylaşılabilir ol, hata bile olsan!
2. Katılımı Oyuna Çevirin Dünyaca ünlü spor markalarından biri, etkileyici bir kampanya ile gençlere kendi forma tasarımlarını yapma şansı verdi. Sadece tasarlamadılar, tasarımlarını Instagram’da etiketleyerek oylamaya açtılar. Sonuç? Hem etkileşim rekoru kırıldı hem de satışlar arttı. Çünkü artık genç tüketici sadece izlemek değil; oyunun parçası olmak istiyor.
Ders: Tüketiciyi oyuna kat, başarıyı garantile!
3. Mükemmeliyet Yerine Samimiyet Sunun İngiltere merkezli bir kozmetik markası, bir dönem sosyal medya hesapla rını kapatarak, “Biz size ürün satmıyoruz, birlikte değişim yapmak istiyoruz” mesajı verdi. Ardından kullanıcı hikâyelerine odaklanarak geri döndü. Gerçek ciltler, gerçek insanlar, gerçek problemler. Ve evet, filtre yoktu. Samimiyet bazen bir “blur” filtresinden çok daha etkili olabilir.
Ders: Dijitalde en yeni trend, sahicilik.
4. Mikro Influencer’lara Mikrofonu Verin Artık milyonluk takipçiler değil, 5 bin takipçili ama güvenilir kişiler daha etkili. Çünkü takipçiler, “Satıyor gibi yapanları” değil, kullanan ve memnun olanları önemsiyor. Türkiye’de küçük şehirlerdeki “anne blogger”lar, büyük kampanyalardan daha fazla dönüşüm sağladı. Çünkü hedef kitle “bize benzeyen insanlara” inanıyor.
Ders: Aidiyet bağları her zaman daha derindedir.
5. Hızlı Ol, Gündemi Kaçırma Bir fast food zinciri markası, İngiltere’de bir dönem “dalgın” çalışanlarının unutulan siparişlerini tiye alan TikTok videoları yayınladı. “Siparişin unutulduysa, bu da senin menün!” gibi eğlenceli tepkiler verdi. Sonuç? Gündem esprili bir şekilde sahiplenildi, kullanıcılar markaya kızmak yerine gülüp geçtiler.
Ders: Hızlı tepki, krizi fırsata çevirir.
Peki ya gelecek?
Gelecekte pazarlama sadece bir “iletişim” işi değil; bir ilişki kurma sanatı olacak. Z kuşağı, Alfa kuşağı ve sonrası; her biri daha fazla dijital içeriğin içinde büyüyor. Bu çocuklar, yapay zekâyla konuşup, VR gözlükle tarih öğreniyor. Onlara pazarlama yapmak için önce şunu anlamak gerek: “Satış için değil, sohbet için gel.” Konuşan, dinleyen, cevap veren markaları seviyorlar. Duygusal bağ kurmadan sadakat beklemek ise artık çok eskide kaldı, diyebiliriz.
Sosyal medya gerçekliği ve yeni neslin algı dönüşümü
2000’lerin başında doğan ve “dijital yerliler” olarak adlandırılan Z ve Alfa kuşakları için sosyal medya, gerçekliğin ta kendisi hâline geldi. Yapılan araştırmalar, gençlerin günlük yaşamlarının ortalama 7-8 saatini ekran karşısında geçirdiğini ortaya koyuyor. Dahası, bu gençlerin yarısından çoğu bir anının değerini, sosyal medyada paylaşılıp paylaşılmadığına göre ölçüyor. Bu durum, insan psikolojisinde derin bir değişime işaret ediyor: Paylaşılmamış anı, yaşanmamış sayılır. Neredeyse bir sonuç gibi beliren şu düşünceyi de artık hesaba katalım, bir marka için sosyal medyada var olmak yetmez, yaşanabilir bir hikâyeyi oluşturmak gerekir. Kullanıcı, o hikâyeyi paylaşmak isterse markanız da onunla birlikte büyür. Aksi takdirde, sadece görünür olursunuz ama dokunulmaz. Unutmayın: Yeni nesil için "an" demek, “story” demek. Markalar için de artık başarı, sadece akılda kalmak değil; müşterisi ile bağ kurmaktır.
Dijital gerçekliğin parçası
Yeni nesil için sosyal medya, bir iletişim aracından öte bir yaşam alanına dönüştü. Markalar, bu gerçekliği kabul ederek; samimiyet, kişiselleştirilmiş deneyim ve paylaşılabilir stratejiler geliştirmeli. O hâlde son söz olarak şunu söyleyebilirim, Paylaşılan her içerik, markanız için bir hikâye anlatır. Hikâyeyi belirleyecek olan ise stratejileriniz ve çağa ayak uydurma yeteneğinizdir.
Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.