Musul için referandum istenebilir

HABER MASASI
Abone Ol

Musul’un Türkiye için önemi Batılı ülkelerdeki gibi petrol menfaatleriyle ilgili olmadı hiçbir zaman. O bağ daha çok bölge halklarının yüzyıllar boyunca birbirine saygı ile bağlı olduğu sosyal, kültürel, coğrafi ve demografik bir kader birlikteliğiyle ilgiliydi. Türkiye, Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı'nda son çekildiği şehir olan Musul’a hangi şartlarla veda etti? Misak-ı Milli ne anlama geliyor? Lozan’da durum ne idi? Tüm bunları tarihçi Mustafa Armağan ile konuştuk.

Türkiye’nin Musul’da aldığı pozisyonu meşru kılan nokta neresi?

Osmanlı Devleti fiilen dışarıdan, hukuken de TBMM tarafından yıkıldı. 1 Kasım 1922 tarihli kanunla sadece saltanat kaldırılmadı onunla birlikte Osmanlı devleti de tarihe karıştırılmış oldu. Bu, bizim Lozan öncesinde elimizi kuvvetlendirir gibi görünüp aslında çok zayıflatan bir adımdı. Çünkü Lozan’a devlet olarak gidemedik. Devletimizi yıktık, hükümet olarak gittik. Ne için, devlet olabilmek için. Lozan’da zafer olması mümkün mü? Değildi. Devlet olabilme iznini verebilmeleri için gidiyor, bunun için de bütün tavizleri veriyor. Şimdi böyle bir dönemde Musul meselesinin üç önemli belgesi var. Bir Misak-ı Milli, iki Lozan Barış Antlaşması, üç 5 Haziran 1926 Ankara Anlaşması.

Misakı milli nedir, birinci maddesi diyor ki, Osmanlı’nın işgal edilen topraklarının içerisinde Arapların yoğunlukta olduğu bölgeleri parantez içine alıyoruz, bunlar kaderlerine Araplar kendileri karar verecek, Arapların dışındaki Müslüman çoğunluğun yaşadığı topraklar ki bunlara da Osmanlı-İslam ekseriyeti deniliyor, Türk, Kürt ve diğer Müslümanlardan oluşuyor. Bunlar, Mondros mütarekesi sınırı içinde ve dışında bulunuyorlar. Yani Türkler ve Kürtler hem Mondros mütarekesi sınırı içinde hem de dışında bulunuyorlar. Bunların birbirinden ayrılmaz bir bütün olduğunu savunmak bizim görevimizdir, diyor. Meclis-i Mebusan’da 1920’de ilan edilen, sonra da TBMM tarafından kabul edilen, Mustafa Kemal Paşa’nın ve diğerlerinin, bu bizim kurtuluş programımızdır dediği metinde geçenler bunlar.

Hattın ‘içinde’ ve ‘dışında’ deniyor ki Musul da bunlardan biri. Oradaki Türkleri ve Kürtlerleri Türkiye’dekilerle bir bütün kabul ettiğimizi orada deklare etmişiz. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘niçin Musuldayız, niçin Suriyede’yiz bunun açıklaması Misak-ı Milli’dedir, orada ne işimiz var diyen bunu anlamak için Misak-ı Milliye baksın’ derken kastettiği budur. Birinci maddedeki ‘iç’ ve ‘dış’ meselesidir.

Burada problem olan, Mustafa Kemal ‘dışarıda’ demiyor, teklifi öyle sunuyor. Ama İstanbul’daki Meclis-i Mebusan buna ‘dışarıda’yı da ekliyor. Dolayısıyla Osmanlı perspektifi, evet biz bırakıyoruz ama dışarıda kalanlar da içeridekilerin bir bütünün parçasıdır mesajını vermiş oluyor.

Neticede, Lozan’da Musul meselesi çok büyük bir ağırlık kazanıyor. Çünkü zaman içinde 1918 ile 23 arasında Musul’da büyük bir petrol varlığını İngilizler keşfediyorlar ve burayı kesinlikle bırakmayacaklarını belirtiyorlar. Biz diyoruz ki Musul bizimdir. Şundan, Türkiye’deki Türkler ve Musul’daki Türkler, Türkiye’deki Kürtler ve Musul’daki Kürtler birbirinin devamıdır, kardeşidir. Dolayısıyla bu bölge demografik olarak Türkiye’ye bağlı olmalıdır. Coğrafi olarak da Türkiye’ye bağlı olmalıdır. Anadolu’nun uzantısıdır, tarihi olarak da bağlı olmalı çünkü burayı asırlardır Türkler yönetti.

Bugün Şii milis ordusunun ağır baskısını üzerinde hisseden Irak’lı Sünniler Irak’la ilgili bir gelecek hayali kurabiliyor mu, bu büyük bir soru işareti. Peki Musul’daki Araplar’ın bir seçim yapma imkânı doğabilir mi ileride?

Biz bunu savunabiliriz. Elimizde böyle bir belge var, Misak-ı Milli’yi dünyaya da duyurduk. İngilizler bunu geçerli kabul etmemiş olabilirler, işgal altındaki bir ülkede kabul edilmiş diyerek. Teknik tartışması olabilir ancak biz bunu kabul ettik ve bunun bir uygulaması da oldu Suriye’de. Daha Ankara’da meclis açılmadan, Suriye’de, 1919’da bir meclis açıldı ve bir seçim yapıldı. Halk sandığa gitti, kendi adaylarını seçti, bir parlamento kuruldu. Faysal vardı o zaman kral olarak onun denetiminde. Fakat Fransızlar gelip de burayı dağıtınca bu krallık yıkıldı, seçimler de iptal edildi. Dolayısıyla, biz ‘Araplar kendi kaderlerine kendileri karar verecek’ derken oradaki insanların önünü açmış olduk. Bırakıyoruz ama bu şartla bırakıyoruz demiş olduk. Dolayısıyla bugün de aynı şeyi savunabiliriz. İkincisi, orada, 2007 yılında Abdullah Gül’ün dışişleri döneminde savunduk ve dedik ki, eğer Irak’ta ikiye, üçe, beşe, bölünme olursa, bizim burada egemenlik haklarımız tekrar devreye girer. Çünkü biz Irak’ı tek parça bıraktık. Irakta bölünme olursa bizim tekrar hükümranlık haklarımız devreye girer, müdahale ederiz manasında.

Bu argüman Lozan’a mı, Ankara Anlaşmasına mı dayanıyor?

Ankara anlaşmasına. Lozan’da Musul meselesi konuşuldu. Aslında heyetimiz fena çalışmadı. Dedik ki coğrafi açıdan demografik ve tarihi açıdan, kültürel açıdan bu bölge Türkiye’nin devamıdır, koparılamaz, halka soralım. Halk, Irakta İngiliz mandasında kalmak istiyorsa kalsın, yok bize katılmak istiyorsa da buna müsaade edelim. Lord Curzon dedi ki, bu kültür seviyesindeki insanlara mı soracağız nerede kalacaklarını. Biliyordu ki, referandum yapıldığında yüzde 60-70 Türkiye’yi seçecekti. Bu açıktı. Irak’ta isyanlar oldu, Şii’ler bile Osmanlı tarafını tuttular. Berzenci isyanı. Bizim Özdemir Bey’in harekatı, Kürtlerle beraber yapıldı. İngilizler, Kürtler ve Araplar’ın İngilizlerin tahakkümündense Türklerle beraber olacaklarını görünce plebisit (halk oyu) meselesine girmediler.

Lord Curzon Musul meselesini Lozan’ın içinden çıkartmayı, Lozan’ın yürürlüğe girmesinden sonraki 9 ay süresince karşılıklı görüşmeler halinde halletmeyi, olmazsa da Cemiyet-i Akvam’a götürmeyi, kararı onların vermesini teklif etti. Bu bir tuzaktı. Çünkü Cemiyet-i Akvam İngilizlerin kontrolünde bir cemiyetti. Oraya gittiği zaman ne olacağı belliydi. Neticede, Musul meselesi Lozan’dan çıkartıldı. Lozan anlaşmasının üçüncü maddesini kendince bu şekilde halletti. Fakat ikinci fıkrada, Milletler Cemiyetinin hakemiyetinin ‘kesin’ bir karar olacağı yazıldı. Bizim diplomatlar buradaki ‘kesin’ ifadesini anlayamadılar. 1925’te anlayacaklar, fakat iş işten geçmiş olacaktı. Lozan yürürlüğe girmiş olduğu için İngilizler, ‘kabul etmeseydiniz, oraya yazdık görseydiniz’ diyecekler.

Musul meselesinde gafletler, hatalar, beceriksizler, adeta bir ihanet boyutuna varacak kadar büyük bir netice doğurmuştur. Ben ihanet demiyorum ama Musul Türk’tür Türk kalacaktır söyleminin tam tersi bir sonuç ortaya çıkmıştır.

1924’te İngilizler o dokuz ay süresince, Haliç Konferansı’nda anlaşmayıp sürüncemeye bıraktılar. 1925’te Milletler Cemiyetine gidildi. Komisyon kuruldu, Irak’a gitti. Halkla görüşmeler yaptı birtakım tespitlerde bulundu. Raporu bizim lehimize olabilecek şeyler içermesine rağmen Milletler Cemiyeti burada Irak’ı, İngilizler’in tarafını tutarak Musul’un Irakta kalması noktasında bir karar açıkladı. Fakat bu karar bağlayıcı bir karar değildir bugünkü Birleşmiş Milletler kararı gibi. Cemiyeti Akvam’ın yapısı sadece uzlaştırıcı bir fonksiyondu. Hakemlik görevi yoktu. Fakat Lozan’a sokulan o ‘kesin’ ifadesi onlara bir nevi hakemlik vermiş oldu.

Bu arada, Şubat-Nisan 1925’te Şeyh Sait Ayaklanmasının geçtiğini unutmayalım. Bu ayaklanmayı açık bir şekilde İngilizlerin desteklediğine dair bir bilgi elimizde yok ama neticede bu ayaklanmadan kim yararlandı. İngilizler yararlandı. Hani Kürtler sizinle beraber diyordunuz, bakın ayaklandılar noktasında güçlü bir argüman ellerine geçti.

Bu dönemde Musul’da petrol üretimi başladı. Turkish Petroleum Company kuruldu. Amerika buradan bir pay almadan anlaşmayı imzalamadı. TPC’den Amerika’nın 7 şirketine bir hisse verilince o zaman Türkiye’nin eli daha da zayıfladı çünkü Amerika da onların tarafına geçmiş oldu.

1926’da artık petrolün değil de güneyimizde bir Kürt bölgesi kurulmasın noktasına geldik. Madem alamıyoruz hiç olmazsa orada bir Kürt devleti kurulmasın. Irak bir Arap devleti olsun, eğer orada bir Kürt devleti kurulursa içerideki Kürtleri zapt etmekte zorlanacağız denildi ve bir mutabakata varıldı. İngilizler dedi ki ‘onlara biz böyle bir şey vadetmiştik, Kürdistan fikrimizden vazgeçtik. Bir Arap devleti, Krallık kuracağız, başına Arap Kral getireceğiz.’ Nisan ya da Mayıs ayında Irak anayasası ilan edildi. Anayasasına baktık ki Irak bir Arap devleti. O zaman Türkiye Musul’un iadesi ısrarından vazgeçti.

Ankara Anlaşması görüşmelerinde İngilizler Petrol meselesinde anlaşmaya hazırım dedi. İngiltere, diplomatı Lindsay’e petrol gelirinden pay vermek üzere yüzde 25’e kadar yetki vermişti. Fakat adam çok sıkı pazarlıkçı biriydi, yüzde 10 dedi, bizimkiler de yüzde 10’a razı oldular. Yüzde 25’e kadar çıkabilirdi payımız, maalesef. Zaten bu şirketin ilk yılları yatırımla geçeceği, hiç kârı olmayacaktı. Asıl kâr etmeye başlaması 25 yıl sonra oldu. 1950’li yıllarda oldu ondan önce çok düşük bir gelir sağlıyordu.

Kaç yıl boyunca gelirden pay alacaktık?

25 yıl boyunca gelirinden yüzde 10 pay alacaktık. Bu 25 yıl 1926’dan 1951’e kadar sürdü. Birkaç yıl verilemedi 1945’lerde. Sonra 1951’de de ödenmedi. Normalde 1952’de de ödeme alabilecektik fakat Menderes yönetimi Irakla iyi ilişkiler geliştirmek için 1951’de ödeme işi bitmiş oldu. Belki orada hala bir alacağımız olabilir. 1926 yılında Irak resmen bizden ayrılınca TPC’nin adı Anglo-Iraq Oil Conmpany olarak değiştirildi.

Mustafa Kemal’in Hatay’ı alması, bu defterin aslında kapanmadığını, Misak-ı Milli’nin canlı bir şekilde devam ettiğini göstermiyor mu?

8 Ocak 1920 tarihinde İstanbul’da Meclis-i Mebusan’da (Osmanlı Parlamentosu) ilan edildikten bir süre sonra TBMM tarafından da aynen kabul edilen Misak-ı Milli belgesi.

İçinde bir ukde kalmış olduğunu ben de görüyorum. Misak-ı Milli’de kaybedilen yerler Mustafa Kemal açısından bir başarısızlıktır. Hastalığı döneminde olmasına rağmen Antakya meselesine bu kadar asılması, bunların telafisi yönüyle birtakım fikirler geliştirmesi hala bazı toprakların alınabileceğine dair göstergedir. Benim kanaatim, İkinci dünya savaşı sırasında Mustafa Kemal sağ olsaydı 12 Ada’yı geri almak için bir atakta bulunurdu. İnönü hiçbir şekilde riske girmeyen biriydi.

Hatay’ı aldığındaki pozisyona dayanarak söylüyorsunuz bunu değil mi?

Evet. 12 Ada meselesinde hala hukuki boşluklar var. Hukuken bize ait olabilir bugün bile. İtalyanlar 1943’te ‘burayı sizden geçici olarak almıştık, Uşi Antlaşmasıyla devretmek üzereyken Balkan savaşı çıktı o yüzden burada kaldık, biz gidiyoruz, gelin devralın, buranın sahibi sizsiniz’ dediler. Hukuken on iki adanın sahibi biziz Uşi Anlaşması gereği. Selim Sarper, o zaman dışişleri müsteşarı, hatıralarında yazıyor, bildirdik diyor, fakat ‘bizim bir alakamız yoktur, bizden uzak olsun’ cevabı geldi diyor. Hitler orayı işgal ettiriyor İtalyanlardan, 1945’te Hitler yeniliyor, giderken yine bize bir mesaj geliyor, ‘gelin alın burası sizin, İtalyanlardan biz aldık gidiyoruz’ yine aynı şekilde İnönü almıyor. 12 adanın tamamını alamasan da iki adayı, Sisam ve Sakızı alabilirsin yani o pazarlık sürecinde. Çağlayangil’in 1972 yılında Tercüman gazetesinde yayınlanan hatıratında diyor ki, ‘ben dış işleri bakanı olduğum zaman bir dosya buldum bu dosyanın içerisinde 1946 yılında İngiltere ve Amerika bizi on iki ada meselesini görüşmek üzere çağırdığına dair bir mektup duruyordu. Sordum bu mektuba cevap verilmiş mi diye herhangi bir cevap verilmemiş.’ Yani bizi ilgilendirmez karışmıyoruz ne yaparsanız yapın.

Sultan II. Abdülhamid’in Musul’a verdiği önem neydi, devletin imkânları dışında kendi hazinesinden okullar yaptırdığı, yabancılar petrolü ele geçirmesin diye toprak satın aldığı biliniyor?

Emlâk-ı Şahane diye bir uygulaması Sultan Abdülhamid’in, Hazineye Hassa’ya (özel hazinesine) bağlı. Filistin’de Musul’da Kerkük’te kullanıyor. Hazineyi Hassa’dan, yani özel hazinesinden bir parayla belirli toprakları satın alıyor. Musul petrollerinin varlığını biliyor, haritasını çıkartmış. Ayrıca arkeolog kılığına gelip orada araştırma yapan Gertrude Bell gibi adamların arasına kendi adamlarını sokuyor. Arkeolojik kazıların yanında başka şeyler yaptıklarını görünce o bölgeyi sahibinden satın alıp şahsi mülkü haline getiriyor. İki şeyi gözetiyor, birincisi, bu bölgelerde petrol olduğunu öğrenen yabancı ülkeler gelir sahibini ikna eder büyük paralar verip satın alırlar, ama devlet şahsi mülk olduğu için müdahale edemez. Bunun önüne geçmeye çalışıyor. İkincisi, savaş halinde el değiştirme hadisesi olursa o zaman ben buraya devlet olarak müdahale edemesem bile şahsi mülk olduğu için burada hak iddia etmek mümkün olur.

Sonra ne oluyor?

1909 ya da 1910 yılında, İttihak ve Terakki, Abdülhamid’in yaptığı her şey yanlıştır mantığıyla baktıkları için, ‘nedir bu hanedan üzerine tapulamış, alalım devletleştirelim’ diyerek tapular Maliye nezaretine aktarılıyor, devletleşiyor. 1918’de İngiliz işgali gerçekleştikten sonra Sultan Vahidüddin son bir atak yaparak onları tekrar hanedan üzerine aldırıyor. Ama İngilizler diyor ki bu işgalden sonra oldu. İşgalden döneminde yapılan uygulamalar hukuken geçersizdir ve bağlayıcılığı yoktur diyerek bu argümanımızı zayıflatmaya çalışıyorlar. Buna rağmen hala elinde tapusu olan hanedan mensupları var. Bunlar davalar açtılar ama burada hanedanın en büyük dezavantajı 1923 yılında hanedan üyelerinin vatandaşlıktan çıkarılması. Dava açacağız diyorlar İngiltere’de Fransa’da, kimsiniz kardeşim Ahmetoğlu Mehmet, hangi devlete mensupsunuz, yok. Arkasında devleti yoksa bir insanın dava açması mümkün değil. Bence, hanedanın vatandaşlıktan çıkarılmasının sebeplerinden bir tanesi de Musul petrollerinde hak iddia edememeleri, burada İngilizlerle Türkiye arasında varılan anlaşma var. Çünkü onlar ileride başlarını ağrıtacaktır. Bunlar vatandaşlıktan çıkarılınca petrole kimse dokunamaz hale geldi.

Pax Ottomana denilen, 400 yıl süren Osmanlı Barışı olarak ifade edilen kavram neyi ifade ediyor?

Bu realite olarak kabul ediliyor. Salgın olmuştur, isyan olmuştur, ama Bosna’daki gibi tarafların birbirini yok ettiği, birbirine taarruz ettiği bir örneğe Osmanlı müsaade etmedi. Her zaman, orada bir otorite olarak 4 asır boyunca sulhu devam ettirdi. Bu, 19. yüzyıldaki bütün milliyetçilik hareketlerine rağmen gerçekleşen bir barıştır.