Musulu bekleyen gelecek

HABER MASASI
Abone Ol

Irak’ı ABD-İran güdümünde yöneten Bağdat hükümetinin uyguladığı mezhepçi politikalar, 10 milyondan fazla Sünni Iraklı için bir bekâ sorununa dönüşürken, terör örgütü PKK’nın Suriye’den sonra Irak’ın kuzeyinde yeni bir koridor açmaya çalışması, Türkiye’nin tarihi haklarını seslendirmesini beraberinde getirdi. Bu yeni koşullarda, Ortadoğu’da yerleşik 30’dan fazla etnik ve dini grubu son 500 yılın 400’ünde sulh içinde yönetmiş bir siyasi akla ve tecrübeye sahip Türkiye’nin, Misak-ı Milli’den doğan haklarını tüm dünyaya ilan etmesi ne anlama geliyor?

ABD öncülüğündeki Batı askeri güçleri, Irak ordusu, Şii Haşdi Şabi milisleri ile Peşmerge kuvvetlerinin bir araya gelmesiyle kurulan 250 bin kişilik ordunun, Musul’u DAEŞ terör örgütünden kurtarmak üzere saldırı başlattığı günlerde, Irak ilginç bir konferansa ev sahipliği yaptı. Bağdat’ta, İran’ın dini otoritesi Ali Hamaney’in himayesinde, 22 Ekim’de düzenlenen ‘İslami Uyanış ve Radikalizmle’ mücadele konulu konferansın en önemli konuşmacısı, şüphesiz Irak’ın eski Başbakanı (2006-2014) Nuri El Maliki idi. Sözlerine Hamaney’e teşekkürle başlayan Maliki’nin şu cümleleri Türk medyasında yankı uyandırdı: “Irak ordusunun Musul’u kurtarmak için başlattığı ’Geliyoruz Ninova (Musul) operasyonu’ aynı zamanda ‘Geliyoruz Rakka’ veya ‘Geliyoruz Halep’ veya ‘Geliyoruz Yemen’ anlamına da gelmektedir..”

200 bin kişilik yeni ordu kim için ve ne yapmak için hazırlanıyordu?

Görünen o ki, Irak Başbakanı Haydar İbadi’yi son iki yıldır perde gerisinden yönettiği iddia edilen Maliki için Musul kuşatması, Irak dışında, Suriye’de ve Yemen’de başlatılması muhtemel yeni bir savaş zincirinin ilk halkasını ifade eden bir başlangıç. Belki de bu, sadece onun için değil, 2006’dan bu yana Maliki kanalıyla Irak üzerinde söz sahibi olan İran için bir başlangıç...

Saddam döneminde Irak’ta yasaklı durumdaki Şii temelli İslami Dava Partisi’ne mensup olan Nuri El Maliki, İran devriminin yaşandığı 1979’da, İran’a kaçmış, 8 yıl süren Irak-İran savaşı boyunca Irak içerisinde Saddam’a karşı gizlice faaliyet yürüten Dava partisinin askeri kanadına, İran üzerinden destek vermiş, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden 3 yıl sonra Bush yönetiminin Irak’ta Saddam döneminden kalan Sünni yapıya karşı Şii etkinliğini artırmak amacıyla Bağdat’ta hükümet kurmuş bir isim.

Terör örgütü DAEŞ Haziran 2014’te Musul, Tikrit ve Anbar şehirlerine 2-3 bin kişiyle dayanınca, Maliki yönetimindeki 30-40 bin kişilik Irak ordusu hiç karşılık vermemiş, onun emriyle üniformalarını sivil elbiseyle değiştirip silahlarını da bırakarak Bağdat’a çekilmişti. Türkiye ve dünya medyası Irak ordusunun korkup kaçtığına dair haberlerle dolup taşarken, birkaç gün sonra, Irak’ta en çok takipçisi olan Şii dini lider Sistani tarafından, Şii sivil halka hitaben yayınlanan ‘cihat’ fetvası, işin rengini değiştirdi. Sistani’nin çağrısıyla ülkenin değişik yerlerindeki Şii aşiretlerden gelen 76 farklı milis grup Haşdi Şabi (Halk Hareketi Güçleri) adı altında birleşti. Aslında, Bağdat’taki İran güdümlü yönetimin denediği şey, DAEŞ karşısında yetersiz gibi görünerek, 200 bin kişilik yeni bir milis ordunun teşkil edilmesine zemin hazırlamaktı. Peki 200 bin kişilik yeni ordu kim için ve ne yapmak için hazırlanıyordu, Irak ordusunun açıklamalarına göre sayıları en fazla 5-8 bin olan DAEŞ terör örgütü için mi?

Maliki’nin, 30-40 bin askerden oluşan ana Irak ordusu şuan Musul’da konuşlu 5-8 bin kişilik DAEŞ militanlarıyla pekala mücadele edebilirdi. Ancak daha büyük hedefler söz konusuysa kuşkusuz yetersiz kalırdı. Nitekim, Maliki’nin Hamaney’in himayesinde gerçekleşen konferansta açık ettiği ‘Geliyoruz Musul, Geliyoruz Rakka, Halep ve Yemen’ sözü, 200 bin Şii milis kuvvetin esasında Irak dışında savaştırılmak üzere oluşturulduğuna işaret ediyor.

Uluslararası kamuoyu ise Musul operasyonunun DAEŞ için acı bir son anlamına geleceği hakkında hemfikir, artık DAEŞ sonrası Musul’u konuşuyor. Çünkü, geçtiğimiz aylarda Irak ordusu tarafından DAEŞ’ten geri alınan Irak’ın Sünni şehirleri Tikrit, Anbar ve Felluce’ye yasadışı şekilde girerek katliam gerçekleştiren, halkı göçe zorlayan Şii Haşdi Şabi milis kuvvetleri, şimdi, Musul kapılarına dayanmış durumda. Irak ordusu içinde hiçbir yasal statüsü bulunmayan Haşdi Şabi’nin tüm dünyadan yükselen itiraz seslerine rağmen Sünni şehirlere girerek işlediği savaş suçlarının bir benzerini şimdi 2 milyon nüfuslu Sünni kenti Musul’da tekrar edebileceği yönündeki yaygın kanaat herkesi ürkütüyor. Bu nedenle yüzbinlerce kişinin Türkiye’ye ve Kuzey Irak’a göç etme ihtimali yüksek. Musul’un hemen dışında, Türkiye’nin askeri üssünün bulunduğu Başika kampına uzak olmayan bir mesafede Birleşmiş Milletler tarafından kurulan 60 bin kişilik göçmen kampının yetersiz kalacağı konuşuluyor. Kızılhaç yetkililerine göre Musul’dan göç edenlerin sayısı 270 bin kişiye ulaşabilir. Tahminler beklentileri yansıtıyor: Musul’da bir insanlık dramı kapıda.

Tüm dünyanın ilgisini Musul’a toplayan şey sadece 5-8 bin kişilik DAEŞ örgütü mü? İngiltere, ABD, Fransa, Rusya, İsrail ve İran’ın müdahil olduğu, Türkiye’nin Misak-ı Milli’den kaynaklanan haklarının gündeme geldiği Musul denkleminde hikaye ne zaman ve nasıl başladı?

Osmanlı barışı nasıl bozuldu?

Uluslararası kamuoyu Musul operasyonunun DAEŞ için acı bir son anlamına geleceği hakkında hemfikir.

İngiltere, 1860’lardan itibaren Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki varlığını görünür şekilde çembere alıyordu. En büyük iki arzusunun biri, sanayinin kullanımı giderek artan petrol yataklarıyla dolu olan Osmanlı topraklarını ele geçirmek, diğeri de daha önceki iki yüzyıl boyunca sömürgeleştirdiği Hindistan merkezli Asya alt kıtasıyla Doğu Afrika’daki kolonilerinden elde ettiği zenginliği en kısa yoldan Avrupa’ya aktarabilmekti. Bunu başarabilmek gayesiyle, politik hedefi Osmanlı’yı parçalamak üzerine kurgulanmış, yerli ve yabancı tarihçilerin sonradan ‘400 yıl süren Osmanlı Barışı’ olarak tarif ettiği Pax Ottomana’yı bozacak bir savaş başlattı.

Oyunu iki cepheden yürüten İngiltere, bir taraftan, Hint kıtasının Ortadoğu’ya açılan kapısı konumundaki Basra körfezi etrafındaki aşiretleri silahlandırarak onları hem birbirlerine karşı kışkırtıyor, hem de Saray’a karşı isyan etmeye teşvik ediyordu. Bir taraftan da bu sömürge ülkeleri Avrupa’ya bağlayan Kızıldeniz-Akdeniz arasında kalan kara parçasında Afrika yolunu 9 bin km kısaltacak bir su yolu açmak istiyordu. Nitekim, Napolyon Bonapart’tan bu yana Osmanlı mülkünde gözü olan Fransa ile birlik olan İngiltere 1869’da, Osmanlı’nın da onayıyla Süveyş Kanalı’nı inşa etti, ancak 7 yıl sonra Kanalın tüm hisselerini Hidiv İsmail Paşa’dan baskıyla satın aldılar.

Almanya, İtalya ve Rusya gibi Batılı güçlerin de müdahalesiyle 7 düvel tarafından kuşatılan Osmanlı Payitahtı’nın karşılaştığı bu küresel meydan okuma, 1876’da göreve gelen Sultan II. Abdülhamid Han tarafından göğüslendi. Sultan’ın, halkını ve mülkünü korumak amacıyla ülkenin stratejik tercihlerini yeniden belirlediği bu dönemde, Musul’un Osmanlı için önemi daha da artmıştı.

Kerkük stratejik insan kaynağı demekti

Orta Anadolu ve Doğu Akdeniz hattını Basra Körfezine ve Hicaz’a bağlayan Musul, dört bölge arasında, gelişmiş kumaş dokumacılığı açısından sanayi imalatında, Dicle nehri kenarında olması nedeniyle tarımsal üretimde ve su yolu ticaretinde, bunlarla beraber Şam-Halep-Bağdat aksında askeri üs olmaya elverişlilik açısından emniyetli şehir olarak öne çıkıyordu. Öyle ki, Musul’da üretilen kaliteli kumaşların ve tarım ürünlerinin en büyük pazarı Diyarbakır, Erzurum ve Trabzon’du. Bu yönleriyle Musul Anadolu’nun devamıydı. O dönem nüfusu 250 bine yaklaşan Musul, bu gerekçelerle, sancak olarak bağlı olduğu Bağdat Vilayetinden 1878’de ayrılarak Vilayet yapıldı. Vilayetin idare merkezi Kerkük’teydi. Süleymaniye de Musul’a bağlıydı. Kerkük’ün Osmanlı sarayı için asıl önemi bugün sanıldığı gibi petrolden gelmiyordu. Entelektüel birikimi yüksek olan kent, İmparatorluğa, uçsuz bucaksız köşelerinde görev alacak emektar memurları ve bürokratları sağlayan stratejik bir insan kaynağı üssüydü.

19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında Osmanlı topraklarına arkeolog kılığında gönderdiği ticari istihbarat elemanları sayesinde Musul ve Kerkük’ün petrol denizinde yüzdüğünü tespit eden İngiltere ile durumdan haberdar olan Almanya ortaklığıyla Turkish Petroleum Company (TPC) isimli bir şirket kuruldu. Osmanlı İngiltere’yi dengelemek amacıyla Almanya’ya İstanbul-Bağdat arasında döşenecek tren hattı karşılığında hat boyunca petrol arama izni vermişti. İngiltere daha sonraki yıllarda, elini Osmanlı karşısında daha güçlü kılmak için oyuna Amerika’yı da davet etmişti. Nitekim Amerika, Lozan’da çözülemeyip 1926’da Cemiyet’i Akvam’a götürülen Musul meselesinin geleceğine karar veren komisyonda İngiltere lehine çalışarak TPC’den yüzde 20 pay almıştı. Almanya’nın birinci dünya savaşında yenilmesi nedeniyle onun hisseleri Fransızlara devredilmişti. Musul’un Irak’a devredilmesinden sonra TPC’nin adı Iraq Petroleoum olarak değiştirildi. Şirketin hisselerine ve faaliyetlerine 1972’de Saddam tarafından el konularak millileştirildi. Ancak bu ülkelerin petrol şirketleri, Saddam sonrasında, Irak’ın hem güneyinde hem de kuzeyindeki Kürt bölgesinde yeniden petrol arama ve üretim lisansına sahip oldu.

Rusya’nın Irak’a ilgisi 1944’te başladı. Ancak Irak Kralı Faysal, ABD’nin isteğiyle 1955’te kurulan, İngiltere ve Türkiye’nin de dahil olduğu Bağdat Paktı’na girince Sovyet yönetimi ilişkiyi kesti. Arap sosyalizmi rüzgarının en güçlü olduğu 1958’de Faysal’ı bir darbeyle deviren General Kasım’ın ilk işi Rusya’dan silah satın almaya başlamak olmuştu. Sovyet Rusya’sı Saddam dönemi de dahil olmak üzere 1990’a kadar Irak’a 37.4 milyar dolarlık silah sattı. Arap sosyalizminin öncü lideri Cemal Abdül Nasır da Rusya tarafından silahlandırılıyordu. Ancak onun gitmesinden sonra Mısır 70’lerde yüzünü Batı’ya dönünce Rusya-Irak ilişkileri stratejik işbirliği seviyesine yükseldi. O dönemde Rusya’nın Ortadoğu pazarına sattığı silahların yarısı sadece Irak tarafından alınıyordu. Putin, ABD Başkanı Bush’nun 2003’te Irak’ı işgal etme planına açıkça karşı çıktı, ancak Irak işgal edildikten sonra yeni hükümeti ilk tanıyanlardan biri oldu. Çünkü Irak’tan alacağı olan 7 milyar doları ve Rus petrol şirketlerinin Irak topraklarındaki imtiyazlarını kaybetmeyi göze alamadı. Şuan Kuzey Irak Kürt Bölgesel Yönetimi tarafından uluslararası petrol şirketlerine dağıtılan 60 petrol bölgesi üzerinde lisans sahibi olan en etkin şirketlerden biri de Gazprom.

İran'ın gözü Irak petrollerinde

İsrail bölgede hem güvenlik hem enerji boyutlarıyla ilgili.

Kuzey Irak petrol sahası Batı’lı şirketler kadar İran’ın da ilgisini çekiyor. Kuzey Irak petrol ve doğalgaz havzası 1925’ten bu yana hiç dokunulmamış tek rezerv. Yüzeye yakın olması nedeniyle varil başına çıkarma maliyeti 2 dolardan daha ucuz. Bu arada, İran’ın üzerindeki Batı ambargosu, BM güvenlik konseyi üyesi 5 ülke ve Almanya ile yaptığı anlaşma uyarınca yakında kalkacak. ABD ve Avrupalı şirketler Ortadoğu'da kendilerine 35 yıldır kapalı tutulan dev bir pazarın kapılarını yeniden aralamak üzere hazırlık yapıyor. İran rejiminin 35 yıldır şeytan olarak nitelendirdiği Amerika'yla el sıkışıyor. Wikileaks-Clinton sızıntısında ortaya çıkan yazışmalara göre İran dışişleri Bakanı Zarifi Amerikalı üst düzey yöneticilerle yaptığı görüşmelerde Amerika’dan nükleer yakıt almak istediklerini, OFAC (Amerikan ambargo uygulama dairesi) istisnasına dahil Boeing ve GE gibi şirketlerin İran pazarına girebileceklerini belirtmesi bu yakınlaşmanın somut göstergeleri. İran Milli Petrol Şirketi’nin (NIOC) yöneticileri bugünlerde Humeyni döneminde millileştirilen petrol sahalarını yeniden yabancılara açmak üzere hukuki düzenlemeler yapıyor. Rus Lukoil ve Avrupa’lı petrol şirketlerinin yakından ilgilendiği düzenlemeler hayata geçtiğinde yabancılar İran’da 20-25 yıllık Petrol Üretim Anlaşmasıyla petrol arama ve üretim lisansları alabilecek.

Öte yandan İran, Kuzey Irak petrollerini uluslararası pazarlara taşımak için Kuzey Irak'tan Kermanşah’a ve oradan Basra körfezine uzanan bir petrol boru hattı inşa etmek için Barzani yönetimine iki yıldır baskı yapıyor. Proje Barzani yönetiminin Türkiye ile yakınlaşmasına karşı cazip bir teklif olarak sunuluyor. Türkiye'ye alternatif olacak bu hat devreye girerse günlük 250 bin varil petrol taşınacak. Erbil yönetiminin, Merkezi Irak hükümetinin Irak’ın petrol gelirlerinden ayırması gereken yüzde 17’lik payı ödemeye yanaşmaması nedeniyle iki yıldır finansal darboğaza girdiği bir dönemde Irak üzerinde etkisi bilinen İran tarafından bu tekliflerle karşılaşması soru işaretlerine neden oluyor. Kerkük’ü peşmergeleriyle kontrol eden Süleymaniye merkezli Kürt lider Celal Talabani ise İran’la işbirliğini her geçen gün artırıyor. Kerkük petrollerini İran üzerinden dünya pazarlarına açılması masada, Talabani’nin kontrol ettiği bölgede Avrupa'ya 300 yıl yetecek miktarda petrol olduğu söyleniyor.

İsrail bölgede hem güvenlik hem enerji boyutlarıyla ilgili. Saddam benzeri etki gücü yüksek yönetimlerin yeniden tehdit oluşturmasının önlemek amacıyla Suriye ve Irak’ın küçük şehir devletlerine parçalanması istiyor uzun süredir. Bu iki ülkenin 7 parçaya bölünmesi projesi basına sızmıştı. Halen sadece Türkiye üzerinden dünyaya açılan Kuzey Irak petrollerinin en büyük müşterisi olan İsrail, bu petrolü çok ucuza satın alıp bir bölümünü kendisine ayırdıktan sonra bir bölümünü de yüksek dünyaya satıyor. Bu nedenle İsrail, Işid sonrasında Musul ve Kerkük sahalarından daha fazla miktarda ucuz petrol ithalat yapmayı umuyor. Ayrıca, 1930’larda Kerkük’ten Hayfa’ya kurulan ve İsrail’e 10 yıldan fazla petrol pompalayan Kerkük-Hayfa petrol boru hattının yeniden işlerlik kazanmasını hayal ediyor.

Beka meselesi

Türkiye,PKK/PYD ile hem sınırlarının içinde hem de sınırlarının dışında zorlu bir mücadele veriyor.

İngiltere, Fransa, Almanya, Amerika Birleşik Devletleri ve Rusya’nın Ortadoğu’daki yüzyıllık hesaplarını yeniden masaya yatırdığı, 100 yıl önce Irak ve Suriye üzerinde hiçbir siyasi hakkı bulunmayan İran’ın bölgeyi yönetmeye talip olduğu bir uluslararası siyaset arenasında Türkiye'nin varoluşsal bağlarından kaynaklanan Misak-ı Milli’yi gündeme sokmasından daha doğal bir şey olamaz.

Türkiye, dünyanın iki süper gücü ve onların yerel işbirlikçisi olan ülkeler tarafından aynı anda desteklenen PKK/PYD ile hem sınırlarının içinde hem de sınırlarının dışında zorlu bir mücadele veriyor. PKK, Irak topraklarında uzun yıllardır yerleştiği Kandil’den sonra Musul’un Batısında, Suriye sınırında bulunan kontrol etmeye Sincar (Şengal) şehrini Bağdat’ın onayıyla bir süredir kontrol altına aldı. PKK şimdi Talabani’ye bağlı peşmerge kuvvetleri tarafından kontrol edilen Kerkük’e sızmaya çalışıyor. Tüm bunlar Iraklı 12 milyon Sünnilerin kaderiyle de doğrudan ilgili. Zira, Birinci Dünya savaşı sonrasında Osmanlı dağılırken Türk askerinin en son geri çekildiği şehir Musul’dan başka bir yer değildi. Hatta, Türkiye’nin İngiltere’yle müzakere yürüttüğü Lozan görüşmeleri ve sonrasında ısrarla üzerinde durduğu şey Musul’da bir halk oylamasına gidilmesiydi. Ancak Lord Curzon ‘bu cahil insanlara mı soracağız’ diyerek referandumu reddetmişti. Nitekim halkoylaması hakkını aradan 13 yıl geçtikten sonra kullanan Hatay’lılar Fransız mandasından ayrılarak Türkiye’ye katılmıştı. Mustafa Kemal Paşa vefatından önce Hatay’ı geri alarak Misak-ı Milli’nin kapanmamış bir defter olduğunu göstermişti.

Sorun şu ki, bugün Irak’ta devlet kademelerinden sistematik olarak uzaklaştırılan ve kendi kendilerini yönetme hakları ellerinden alınan Irak’lı Sünniler varlıklarını ve kimliklerini Irak devletine bağlı kalarak devam ettirebilecek mi? Irak’ın mezhepçiliğe dayanan devlet idaresinde bir gelecek hayali kurabilmesi mümkün mü? Türkiye’nin 1926 Ankara anlaşmasında, Irak’ın tek ülke halinde kalması şartıyla Irak’a emanet edilen Musul’un ve Kerkük’ün geleceği şimdi nasıl şekillenecek? Bunun kararını kuşkusuz Musullular ve Kerküklüler vermeli.