Ülke değil savaş meydanı: Irak

SÜLEYMAN ŞAHİN
Abone Ol

İran-Irak savaşı, Körfez Savaşı, ambargo yılları, ABD işgali, Şii çeteler ile DEAŞ arasındaki vahşet yarışı derken, en son İran’ın ABD üslerine yönelik balistik füze saldırılarıyla korku filmlerini aratmayan zamanlardan geçen Irak, çok ama çok yorgun. Milli bilinç oluşmasın diye sürekli mezhep çekişmesi sarmalına itilen halk canından bezmiş vaziyette. Sabahleyin evlerinden dışarı adımını atan insanlar, sağ salim geri dönebilecekleri bir ülke hayal ediyorlar. Vatandaşına eşit şartlarda hizmet götüren, kimseyi ötelemeyen, yolsuzluk ve rüşvet çarkının kırıldığı bir hükümeti arzuluyorlar. Ne ABD’yi ne de İran’ı değil, Irak’ı düşünen, ırak halkını dert edinen yöneticileri başlarında görmek istiyorlar.

Savaşların temelinde enerji kaynaklarına egemenlik mücadelesi yatar. I. Dünya Savaşının arka planında Ortadoğu petrollerine duyulan hırsın bulunduğu İngilizlerin meşhur casusu Lawrence’ın itirafıyla sabittir. Lawrence romantik bir isyancı olarak Türklere karşı ayaklandırdığı Arapların daha fazlasını hak ettiğine inansa da Londra hükümeti onunla aynı fikirde değildir.

Nitekim 7 Mayıs 1917’de Şerif Hüseyin’i ziyaretten dönen Mark Sykes ile Kızıldeniz kıyısında buluştuğunda gizli Sykes-Picot anlaşmasını ilk kez orada duyar ve günlüğüne yazdığı notta Sykes’ın şahsında İngiliz hükümetine “Araplara karşı cömert olduğunuzu düşünmüştük” diyerek çatar. Mark Sykes ise muhatabını oynadığı ‘Arap dostu’ rolüne kendini fazla kaptırmakla suçlayıp onunla alay edecek ve şöyle diyecektir: “Araplar için düşündüğü bağımsızlık, ancak fakirlik ve kaos anlamına gelir. Uğruna savaştığı insanlar için bir şeyler umuyorken bunu da hesaba katmalı.”

Azılı Türk düşmanı Lawrence, Irak hakkındaki değerlendirmesinde haklıdır. Türk idaresi elbette İngiliz idaresinden çok daha iyidir. Her şeyden önce adalet ve asayişi tesis diye bir derdi vardır. Oysa İngilizler’in amacı sadece petroldür, Irak’tan menfaat devşirmektir. Bunun için de adalet ve asayişin tesisi değil kaos gerekmektedir. Günümüzde yaşanan Irak kaosunun temelleri işte o günlerin İngiliz idaresinde atılmıştır.

Yerel dinamikleri hiçe saydılar

Bağdat’taki İngiliz idaresinin ilk işi, sosyo ekonomik ve kültürel açıdan çok daha ileri seviyede bulunan Irak’ta yerel dinamikleri tamamen görmezden gelip Hicaz’dan yönetici transferi oldu. Türklere ihanetle ünlenen Şerif Hüseyin ailesinden biri, Lawrence’ın yakın dostu Emir Faysal krallığa getirildi. İngilizler, Türk düşmanı birini başa geçirmekle geçmişe özlem duyacak yerel unsurlara daha en baştan gözdağı veriyor; diğer yandan Suriye’de işledikleri ihaneti bir anlamda telafi etmek istiyorlardı.

Evet, ihanet İngilizlerin en iyi becerdiği şeydi. 1917’de Mark Sykes’dan Suriye’nin Fransızlara verileceğini duyduğu halde Lawrence hiç istifini bozmamış ve dostu Faysal’ı Suriye Kralı ilan etmekten geri durmamıştı. Gerçeği bildiği halde saklamış, söylememişti. Yoksa gözünü para ve liderlik hırsı bürümüş bir ailenin ferdini Türklere karşı savaşmaya nasıl ikna edebilirdi? Nitekim Fransızlar 1920’de Faysal’ı sille tokat Suriye’den çıkarırken İngilizler manzarayı seyretmekle yetindi.

Vatandaşlık kanunu ve Şii öfkesi

Ortadoğu’yu derinden etkileyen ikinci büyük hadise 11 Eylül 2001’de gerçekleşti.

Ertesi yıl, 1921’de Hicazlı Faysal’ı kukla idareci olarak Irak’ın en tepesine yerleştiren İngiltere, üç yıl sonra ülkenin birlik ve bütünlüğünde onulmaz yaralar açan ve yıkıcı etkisi bugünlere dek hissedilen bombanın pimini çekti. Vatandaşlık yasası yürürlüğe kondu. Henüz Irak anayasası bile hazırlanmadan böyle bir yasanın çıkarılması, İngilizlerin Irak’taki niyetlerine dair ipuçları veriyordu.

  • Osmanlı’yı Irak’tan çıkarmak için Lawrence’ın deyimiyle “1 milyon insanı ve 1 milyar parayı seferber eden” İngiliz yönetimi, ülkedeki Şii-Sünni ihtilafını büyütmek için geçmişteki Osmanlı vatandaşlığı kavramını kullanmaya bile kalkıştı. Geçmişte Osmanlı vatandaşlığına sahip Iraklılar -ki çoğu Sünnilerdi- A sınıfı vatandaş sayılırken Şiiler resmen ötekileştirildi. Vatandaşlık yasasındaki garabete bakın ki, aslen Hicazlı Faysal ve ekibi en elit Iraklılar olurken binlerce yıldır Irak’ta yaşayan Şiiler sırf bir zamanlar İran tabiyeti taşıdıkları iddiasıyla ikinci sınıf vatandaş muamelesi görmeye başladılar. Kral Faysal’dan Saddam Hüseyin’in alaşağı edildiği 2003 yılına dek günden güne katlanarak büyüyen bir Şii öfkesi birikti.

Girdiği her coğrafyada kaosa yatırım yapan, sosyolojik açıdan asimetrik yönetimler ihdas ederek öfkeli kalabalıkların oluşmasını sağlayan zihniyet için Şii öfkesinin büyüyor olması bulunmaz bir nimetti. “Böl ve yönet” prensibini ilke edinenler, 1920’lerde ekilen nefretin hasadını 2003 sonrası toplamaya başlayacak ve bu kez de DEAŞ benzeri yapılarla Sünni öfkesine yatırım yapacaktı.

2003 sonrası ters dalga

İngiliz yönetimi, ülkedeki Şii-Sünni ihtilafını büyütmek için geçmişteki Osmanlı vatandaşlığı kavramını kullanmaya bile kalkıştı.

1979 İran devrimi Ortadoğu için yeni bir dönemin işaret fişeği oldu. Hemen ertesi yıl çıkan İran-Irak savaşıyla birlikte Şii öfkesi ilk zehirli meyvelerini vermeye başladı. Ötekileştirilen ve Irak yönetimi tarafından sürekli baskılanan Şiiler, İran devrimiyle birlikte yabancı hatta düşman bir devletin kucağına itildi. Savaşın henüz başlarında, 1982 yılında kurulan Bedir Tugayları kendi ülkelerine karşı İran saflarında savaşmayı şevkle benimseyen Iraklı Şiilerden oluşuyordu. Mezhep tercihi, milli kimliğin önüne ilk kez bu savaşta geçti. Bu, bir anlamda 2003 sonrası coğrafyada patlak verecek mezhep savaşlarının laboratuvar testiydi ve test başarıyla geçildi. Ters dalga için zemin artık elverişliydi.

Ortadoğu’yu derinden etkileyen ikinci büyük hadise 11 Eylül 2001’de gerçekleşti. Paradigmayı altüst edecek ters dalga için bu ölçekte bir hadiseye ihtiyaç vardı. ABD’nin 2001 Afganistan ve 2003 Irak işgallerinde en büyük yardımcısının bizzat Cumhurbaşkanları Ahmedinecad’ın itirafıyla İran oluşu herşeyi özetler nitelikteydi.

1920’lerde vatandaşlık yasasıyla fırlatılan kartopunun zamanla bir çığa dönüşmesi kaçınılmazdı. İşte o çığ, 2003 Amerikan işgaliyle birlikte Irak’ın tepesine düştü. Artçı şokları Yemen ve Suriye örneklerinde görüldüğü gibi bütün coğrafyayı derinden etkiledi.

Ülke yorgun, halk yılgın

Irak, 150 milyar varil civarındaki rezerviyle dünya petrolünün yaklaşık onda birine sahip. OPEC ülkeleri içinde Suudi Arabistan’ın hemen ardından petrol geliri en yüksek ikinci ülke. Petrolden kasasına 2017’de 66 milyar dolar girmiş. 2018’de bu rakam yüzde 38 artmış ve 91 milyar doları bulmuş. Peki, bu zenginlikten vatandaş ne derece pay alıyor?... Bu soruya en net karşılığı sokakları savaş alanına çeviren protestolar veriyor. İngiltere’nin yüzyıl önce kurduğu petrole odaklı sömürü denkleminde değişen bir şey yok. 2003 yılına dek Sünni olduğunu iddia eden taşeronların yönetimi mevcuttu. 2003 sonrası ters bir dalgayla bu kez Şii kimliğe sahip taşeronlar yönetime taşındı. Bir zamanlar Hicazlı Faysal’ı tahta oturtan İngiltere bütün ipleri elinde tutuyordu. Şu anda ise ABD-İran menfaatleri ekseninde şekillenen idari kadrolar mevcut. Osmanlı sonrası bütün Iraklı vatandaşları aynı şefkatle kucaklayan idari bir yapı henüz görülmüş değil.

İran-Irak savaşı, Körfez savaşı, ambargo yılları, ABD işgali, Şii çeteler ile DEAŞ arasındaki vahşet yarışı derken korku filmlerini aratmayan zamanlardan geçen ülke artık yorgun. Milli bilinç oluşmasın diye sürekli mezhep çekişmesi sarmalına itilen halk canından bezmiş vaziyette. Sabahleyin evlerinden dışarı adımını atan insanlar sağ salim geri dönebilecekleri bir ülke hayal ediyorlar. Vatandaşına eşit şartlarda hizmet götüren, kimseyi ötelemeyen, yolsuzluk ve rüşvet çarkının kırıldığı bir hükümeti arzuluyorlar. Ne ABD’yi ne de İran’ı değil; Irak’ı düşünen, Irak halkını dert edinen yöneticileri başlarında görmek istiyorlar. Protesto gösterilerinde atılan sloganlar, bu gerçeği bütün netliğiyle ortaya koyuyor.

Iraklı Şiiler Osmanlı safındaydı, İngilizlerin değil

  • Ortadoğu’da bugün hayal bile edilemeyen birlikteliği Osmanlı devleti sağlamayı başarmıştı. I. Dünya Savaşı’nda Şii âlimler cihat fetvaları yayınlamışlar, Irak halkını Osmanlı askeriyle omuz omuza ‘kafir İngiliz’e karşı’ mücadeleye çağırmışlardı.

Milli bilinç oluşmasın diye sürekli mezhep çekişmesi sarmalına itilen halk canından bezmiş vaziyette.

“Büyük Şii Mercii Kâzım el-Yezdî, cihat konusunda bir fetva verdi ve cihat için ayaklanmalarını sağlamak amacıyla oğlu Muhammed’i kendisini temsil etmek üzere, din adamlarıyla ve havza öğrencilerinden oluşan bir heyetle aşiretlere gönderdi. Söz konusu heyet, savaş alanına giden gönüllülere refakat göreviyle ilk olarak Bağdat’a gitti. Kâzım el-Yezdî, ayrıca, Hz. Ali’nin Türbesi’nde yaptığı konuşma sırasında cihat çağrısını yenileyerek, bedensel engelliler dâhil olmak üzere herkesin İslam diyarlarını savunması gerektiğini belirtti.

İngilizlerin Basra’ya girmelerinden Bağdat’a yönelmelerine kadar ilerledikleri güzergâh boyunca yerleşim yerlerinde yaşayan halkın onlara karşı sürdürdüğü cihat hareketi ve tutumuna bakılırsa Irak aşiretlerinin Osmanlı Devleti’ne meyilli olduklarını söylemek mümkündür. Nitekim Şii Merciliği önderliğinde gerçekleşen cihat hareketi, halkı, ‘Müslüman diyarını savunmak’ adına Osmanlılar ile birlikte olmaya ve ‘kâfir’ taraf olan İngilizlere karşı ‘kutsal savaşa’ yönlendiriyordu.” (Bkz. Ziya Abbas, Irak’ta Şii Merciliğin Siyasi Rolü)

  • Dün Sünni kardeşiyle omuz omuza İngiliz’e karşı savaşan Iraklı Şii nerde, bugün mezhepçi İran’ın aklına uyarak Bağdat’ta, Halep’te Sünni kanı döken zihniyet nerde... Irak halkı yüzyıl önceki dedelerini örnek almadıkça yabancı iştahların av sahası olmaktan, kaostan, kargaşadan çıkamayacak. Böyle biline!..