28 Şubat: Yaşayanlar, ekmeğini yiyenler

​Paramparça ediyorlardı bilincimizin altını da üstünü de.
​Paramparça ediyorlardı bilincimizin altını da üstünü de.

Hiçbir kamuoyu yoklaması, hiçbir anket, başını Allah (c.c) rızası için örten, bunun için dünyanın gaddarlığına, zulmüne maruz kalan genç kızların yaralı kalplerinin yüzdesini ortaya çıkaramıyordu.

Tarihe utançla geçen bir dönemi yaşamak ve ona tanıklık etmek, haysiyet sahibi insanlar için yaşanacak en ağır tecrübelerden biri olsa gerek. Çok da hatırlamak istemediğim ama hafızamdan asla silemediğim bir dönem 28 Şubat.

İnanca dair fikir ve görüşleri “başlarını parayla örtüyorlar” ya da “babaannem de başörtülüydü ama…” seviyesinde olan küstah ve cahillere söyleyecek tek bir sözüm yok!

İnsan olmayı ve insan kalmayı önemseyenler için kendi sarsıcı tecrübelerime örnek vermek isterim yalnızca. Yeni örtünmüştüm o günlerde ve bir devlet dairesinde çalışıyordum. Başımı örtmemle birlikte, tabiri caizse toplum nezdinde irtifa kaybetmiştim. Çalıştığım iş yerinde ise suçlama- savunma çemberinin içinde nefessiz kalıyordum adeta. Daha sonra çalıştığım şubeden başka bir şubeye sürgün edilmiştim. Bu arada suçlama- savunma çarkı hiç durmadan devam ediyordu. O günlerden birinde iş yerine sorununu halletmeye gelen bir asker, evet asker: “Bu şeriatçıların burada ne işi var” diyerek silah çekti, evet silah çekti.

Kötülüğün bütün karanlığı ile üzerimize çöktüğü o dönemde kalp krizi geçirdi ve anjiyo için yattığı masadan bir daha kalkamadı. Bunların, benim tanık olduklarımdan yalnızca kısacık bir kesit olduğunu hatırlatırım.

Onu yatıştıran amirler beni de o gün için izinli sayıp eve yollamışlardı. Yaptıkları “iyilik” fazla gelmiş olmalı ki, ertesi gün idareci beni ve iki başörtülü arkadaşımı daha odasına çağırıp bir vebalı ile muhatapmış gibi masanın üzerinde yaklaşık yarım metreyi bulan dosyaları yüzümüze fırlatmış ve: “Artık defolup gidin sizi koruyamam, bakın şu dosyalara, hepsi askerlerden gelen şikâyetler, gidin, nereye giderseniz gidin!” diyerek kovmuştu. Sabahları işe giderken okul servislerine hep aynı saatte denk geldiğim ilkokul çocukları, servisin camından başlarını uzatıp: “bitli kafa, şeriatçı köpek, vatan haini” diye bağırıyorlardı.

Zavallı çocukların ne suçu vardı ki, hayatı anne babalarının gözünden görüyorlardı yalnızca. O anne babalar da, bize hayatı zehir etmeye kararlıydılar. Bana yapılan çirkinliklere tanık olmasın diye, oğlumu kreşe bırakırken elimi çabuk tutardım. İş yerine girerken genç bir çift görmüştüm bir gün, o kadar sevgi dolu gözüküyorlardı ki hayranlıkla bakıyordum bu ikiliye; çocuğun omzunda bir gitar asılıydı, genç kız da heyecanla çocuğa bir şeyler anlatıyordu. Sonra birden, bir iki metre uzağımda olan genç çocuk beni görüp o mesafeden yüzüme tükürmeye çalışarak: “Pis Fadime Şahin’ler, Türkiye’yi size yedirmeyeceğiz” diye canlı bir Dr. Jekyll ve Mr. Hyde performansı sergiledi. Hayat bizim için giderek zor olmaya başlamıştı, çok zor. Burada yazamayacağım kadar galiz sözlü ve fiili saldırılara maruz kaldığımızı ise şimdilik kaydıyla geçiyorum.

Kötülük tüm gücüyle üzerimize hücum ediyordu. Sürgün edildiğim şubede, ben gitmeden bir gün önce idareciler tarafından “başını açacaksın, artık böyle çalışamazsın” diye “uyarılan” hanım, o bozuk moralle iş yerinden arabasıyla ayrıldıktan sonra direksiyonun başında dalıp gittiği için tren raylarının ortasında paramparça olmuştu, geride iki evladını yetim bırakarak. Benimle çalışan arkadaşlarımdan birisi ise işyerinin ve ailesinin “örtünü açacaksın” baskısı neticesinde akıl hastanesine yatmak zorunda kalmıştı. Bir arkadaşım daha vardı, benimle aynı dönemlerde örtünmüştü; çolaktı eli, başörtüsünü bağlamakta bile güçlük çekiyordu. Çok hassas bir kızdı, ara sıra konuşmaya dertleşmeye çalışırdım ama pek konuşkan sayılmazdı.

Derdini içine atan insanlardandı. Kötülüğün bütün karanlığı ile üzerimize çöktüğü o dönemde kalp krizi geçirdi ve anjiyo için yattığı masadan bir daha kalkamadı. Bunların, benim tanık olduklarımdan yalnızca kısacık bir kesit olduğunu hatırlatırım. Netice olarak kimimiz okulunu, kimimiz işini, kimimiz de hayatını kaybetti. Sırf Müslüman olduğum için yaşadığım ağır tecrübeler neticesinde altı yıl önce kanser oldum. Onkologumun tümörün bünyemde oluşmaya başladığı yıl olarak baskı ve şiddete maruz kaldığım tarihi söylemesi, ödediğimiz bedelin acı kısımlarından biri olarak ömür boyu benimle olacak...

  • 28 Şubat dediğimiz o kapkaranlık dönemde, bu düzeysiz, mesuliyetsiz, ortalama zekânın bile altında, toplumu hizaya getirmeye çalışan mütegallibelerin iki dudağı arasındaydı bütün birikimlerimiz.

Müslüman insanların vatanlarında özgürce yaşamalarına dair, sadra şifa iki kelam etmekten imtina eden şuursuz bir topluluk her kutsalı masaya yatırıyordu. Kimliksiz, kişiliksiz, boş kafalı bir sürü yapmak istiyorlardı, ‘hedef kitlelerini.’ Kaybettiğimiz her şeyin yerine yeni bir şey üretiyorlardı. Hayretten ağzımız açık kalsın istiyorlardı. Bütün söylenen boş lafları anlamamızı, anlamlandırmamızı, kendimizi bu laflara göre konumlandırmamızı istiyorlardı. Sorular soruyor, anketler yapıyor, gündem belirliyor sonra da keyifle seyrediyorlar eserlerini.

Bilinçaltlarımıza işlemek istedikleri açık/örtük mesajları reji odalarında ufak tefek kurgularla hallediyorlardı. Birkaç ‘prime time’ programla zihnimizdeki son hakikat kırıntılarına da, darbe vuruyorlardı. Ünlü bir gazetecinin başörtülü genç kızlara “fahişeler” diye hakaret etmesi vakayı adiyedendi mesela. Mesela, “Genç subaylar rahatsız” dı gazetelere göre. Manşetlere şehvetle atılan “Topyekûn savaş” üst üste verilen “irticaya karşı brifingler” havada uçuşuyordu. Profesörler, hukukçular cübbelerini giyerek utanmadan ve koşa koşa gidiyorlardı kendi halkını düşman ilan eden birifinglere.

Onkologumun tümörün bünyemde oluşmaya başladığı yıl olarak baskı ve şiddete maruz kaldığım tarihi söylemesi, ödediğimiz bedelin acı kısımlarından biri olarak ömür boyu benimle olacak...

Hakikate dair her şey menfaat uğruna yok ediliyordu, dallarımızı kırıyorlardı el birliği ile. Paramparça ediyorlardı bilincimizin altını da üstünü de. Televizyon seyretmeyip, gazete okuyayım deseniz bambaşka bir fecaatle karşı karşıya kalıyordunuz. Sayfa sayfa, başörtüsü haberleri, anketleri yayınlayıp bir anda en temiz alanımıza hücum ediyorlardı. “Sakız çiğnendikçe çürürmüş”ü iyi biliyorlardı. “İrticaya karşı topyekûn savaş” manşetleri, yerini hiçbir zaman “harama karşı topyekûn savaş” manşetlerine bırakmıyordu. Hepsi aynı pislikten besleniyordu. Yine o meşum dönemde Tayyip Erdoğan, okuduğu bir şiir yüzünden yargılanacak ve 4 ay mahkûm olarak kalacağı Pınarhisar Cezaevine gönderilecekti.

Yıllar sonra cumhurbaşkanı olacağını hesap edemediklerinden “Tayyip’e Şok, Muhtar Bile Olamaz” şeklinde hastalıklı manşetler atacaktı gazeteler.
Yıllar sonra cumhurbaşkanı olacağını hesap edemediklerinden “Tayyip’e Şok, Muhtar Bile Olamaz” şeklinde hastalıklı manşetler atacaktı gazeteler.

Yıllar sonra cumhurbaşkanı olacağını hesap edemediklerinden “Tayyip’e Şok, Muhtar Bile Olamaz” şeklinde hastalıklı manşetler atacaktı gazeteler. Türkiye laikti, laik kalacaktı çünkü! “Karşı mahalledeki” koroya bir de “bizim mahallede” ikamet ediyor gibi gözüken alçaklar katılmıştı. Evet, doğru tahmin; Fetullahçı cinayet şebekesi o zaman da toplumun köküne kibrit suyu dökmek için var gücüyle çalışıyordu. “Hocaefendi” “başınızı açın” buyurmuştu. Fetullahçı çete başını açmamakta direnen bizleri itham ediyor, emirlerine ram oldukları salyalı bir yaratığın “başörtüsü teferruattır.”, “köprüyü geçene kadar ayıya dayı deyin.” haysiyetsizliğine uyacaklarını söylüyorlardı.

Fetullah’ın: “Eğer Allah bana şefaat imkânı verirse bunu ilk Ecevit için kullanırım” dediği Ecevit, halkın oylarıyla milletvekili seçilen ve Meclisteki yemin törenine başörtüsü ile katılan Merve Kavakçı için: “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz.” diye laikliğin önünde adeta bir kale gibi dikilecekti. Sonra eceli geldi öldü. Ezcümle, gazeteler, mikrofonlar, reji odaları, alçalttıkça alçaltıyorlardı insanlık onurunu. Zinanın, fuhşun, kumarın yirmi dört saat alenen pazarlandığı ekranlar, gazete sayfaları, Müslüman bir kızın başörtüsünden daha fazla tehdit etmiyordu toplumu.

Başörtüsü ile ilgili kamuoyu yoklamaları filan da yapıyorlardı. Hangi kamu? Ne oyu bilen yoktu. Mikroskop altındaydı her hareketimiz. Politbüro titizliği ile izliyorlardı bizi, kalbimize korku salmak istiyorlardı. Korkmuyorduk. Hiçbir kamuoyu yoklaması, hiçbir anket, başını Allah (c.c) rızası için örten, bunun için dünyanın gaddarlığına, zulmüne maruz kalan genç kızların yaralı kalplerinin yüzdesini ortaya çıkaramıyordu. Yalnızca saldırıyorlar ve kalenin son sağlam surunu da ele geçirmek, tahrip etmek istiyorlardı.

Bizi köklerimizden koparmak için, şeytana pabucunu ters giydirecek numaralar sergiliyorlardı hep birlikte. Bazılarının “goygoyculuk” dediği 28 Şubat işte böyle bir çetin imtihandı bizim için.

Bizim yaşadıklarımızın bin beterini, Diyarbakır Cezaevinde, Maraş’ta, Kars’ta, İstanbul’da, Ankara’da ve ülkemin dört bir köşesinde yaşamış insanlar var biliyorum ve binlerce tanıklık. Bu yazıyı da böyle bir acıyla yazıyorum şimdi. Velhasıl, köprülerin altından çok sular aktı; yıllar geçti ve sağ tandanslı bir hükümet iktidar oldu. Başörtüsü ile ilgili bir takım iyileştirici düzenlemeler yapılsa da başörtülü olarak şahsi tecrübelerimde fazlaca bir değişiklik olmadı.

Hatta bu dönem boyunca başörtüsünü İslam’ın değil, Ak Parti’nin sembolü zanneden kimi zavallılar, hükümet temsilcisi olduğumuz zehabına kapılarak, bulunduğumuz yerlerde küfretme “özgürlüklerini” bizim üzerimizden yaparak rahatlamış oldular/ oluyorlar ki içinde “İslam” geçen her bir cümle ve sembol onlar için tehlikeden ibaret. Sonra Gezi meselesi çıktı; çeşitli grupların içindeki “yurtseverlik” ve “Kemalizm” aniden hortladı ve biz yine sokaklarda: “Sonunuz geldi! “Erdoğan ipe, siz cehenneme” şeklinde tezahür eden nazik (!) uyarılara maruz kaldık.

Kimi “Atatürkçü” isimler ise o süreçte, birkaç ay alışveriş yapılmadığı takdirde ekonominin çökeceğini ve böylelikle hükümetin düşebileceği müjdesini (!) yaymaya başladılar. Dindar görünümlü Fetullahcı alçakların yurtdışından yapmaya çalıştıkları hile ve desisenin aynısını yani…

Fetullah’ın: “Eğer Allah bana şefaat imkânı verirse bunu ilk Ecevit için kullanırım” dediği Ecevit, halkın oylarıyla milletvekili seçilen ve Meclisteki yemin törenine başörtüsü ile katılan Merve Kavakçı için: “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz.” diye laikliğin önünde adeta bir kale gibi dikilecekti.
Fetullah’ın: “Eğer Allah bana şefaat imkânı verirse bunu ilk Ecevit için kullanırım” dediği Ecevit, halkın oylarıyla milletvekili seçilen ve Meclisteki yemin törenine başörtüsü ile katılan Merve Kavakçı için: “Burası devlete meydan okunacak yer değildir. Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz.” diye laikliğin önünde adeta bir kale gibi dikilecekti.

Şimdi mi?

Şimdi, lüks kafelerdeki “başörtülü” kızlar ve “dindar” oğlanlar birbirlerine göz süzerek çatır çatır para harcarken keyiften dört köşe oluyorlar. Müslümanlıkla yakından uzaktan ilişkisi olmayan ve rüzgâra göre yön değiştirmekte mahir olan kimi mahlûklar, Müslüman kisvesi altında ekrandan sağı solu tehdit edip cellatlık yapıyor. Kimi akademisyenler, “deve sidiği”ni Müslümanların olmazsa olmaz meselesiymiş gibi ekranda yüzleri kızarmadan tartışabiliyor. Kimileri tecavüze, harama İslam sosu döküp her pisliği mubahlaştırıyor.

İstisnasız hepsi emeğimizi çatır çatır yiyor, hakikate darbe vuruyorlar. Ve devam eden 28 Şubat davası; kimse beni Ordunun içinde bu vatanın dindar insanlarını tehlike olarak gören ve onları yok etmek isteyen bir hareket olmadığına inandıramaz. Ve ne yazık ki 28 Şubat’ı tezgâhlayanlar da hâlâ yaptıklarını inkâr ediyor, olan bitenden pişmanlık duymuyor ve onlar da hakikate darbe üstüne darbe vuruyorlar. Kim bilir belki de tüm bunlar, bu mağduriyetler vs. hepsi bugün işlerin böyle çirkinleşmesi için tezgâhlanmıştı; belki de İslam’dan, Müslümanlardan bir “mağdur” çıkartarak işlerin bu noktaya geleceği hesaplanmış ya da gelmesi istenmişti, bunun üzerinde düşünmemiz gerektiğine inanıyorum.

Netice olarak, 28 Şubat’ta iffet ve izzet için verdiğimiz mücadele birçok kesim tarafından bulundukları yeri muhkemleştirmek ve menfaate tevil etmek için kullanıldı, kullanılmaya da devam ediyor. Bizse hâlâ bulunduğumuz yerdeyiz; özgürlüğün herkes için ve her zaman olmasını dilediğimiz o temiz yerde. İslami kavramların içi taammüden boşaltıldığı için derdimi anlatmaya çalışırken oldukça zorlanıyorum aslında.

  • Mesela, kapanın elinde kalan “hakkını helal et” lafını her duyduğumda tüylerim diken diken oluyor artık. Seni kandırdım, kullandım ama bir o kadar da hukuka riayet ediyorum iğrençliği ile kullanıldığını bütün hücrelerimde hissediyorum.

“Cuma mesajlarına” vs. hiç girmeyelim. Ancak bize tevarüs eden bu kıymetli “helalleşme” kavramını yeniden hakiki manasıyla hayatımıza geçirdiğimizde, hepimizi silkeleyip kendimize çeki düzen vermemiz için muazzam bir fırsat olacağına inanıyorum. Herkesi kuşatan, yeni ve yaralayıcı olmayan bir dilin yaralarımıza merhem olabileceğine inanıyorum. Aylık bir derginin sayfasında yazılan üç beş satırla her şeyin bir anda düzelmeyeceğini biliyorum elbette. Ama şunu da biliyorum; bu ülkede sağcısı, solcusu, dindarı ve dindar olmayanı ile ortak bir dil bulmak isteyen ve yaşadığı toprağın kıymetini bilen pek çok vatansever var.

Birbirimizi düşman belleterek hepimizi olduğumuz yere mıhlayan ve oradan milim kıpırdamamamızı isteyenler; 15 Temmuz’da Kıbrıs açıklarında işgal gemilerini bekletenler, sınırımızın yanı başında, teröristleri besleyenler, on yıllardır Doğu ve Güneydoğuyu açık mezarlığa çevirenler ve onların hempalarının tek kazanan olduğu bir kaosu beslemek için ateşe odun atmaktan vazgeçmemiz lazım. Birileri karşılıklı düşmanlık üzerinden memleketi parçalamak isterken “kaybeden” taraf biz oluyoruz çünkü. Biz; bu ülkeyi seven, atalarının mezarının bulunduğu topraklarda, çocuklarının ve torunlarının da özgür yaşamasını isteyen biz, yani hepimiz. Şimdilik söyleyeceklerim bu kadar.