3 soruda Hasan Aycın

Hasan Aycın: Oku emrinin muhatabı olduğumuz için okumalıyız.
Hasan Aycın: Oku emrinin muhatabı olduğumuz için okumalıyız.

Kur’an, içinde şüphe olmayan kitap olarak takdim eder kendini bize. “Oku” emriyle inmiştir. Bu emri “beni oku” olarak mı anlamalıyız? Elbette öyle.

Neden okuyalım?

İnsanız. Olmayabilirdik, var olmayabilirdik. Varız ve insanız çok şükür. Var oluşa, kendi var oluşumuza ilişkin temel sorularımız var. Yokmuş gibi yaşamak da mümkün, ama var işte. Bizi insan kılan yükümlülüklerimiz, sorumluluklarımız var. Ne olduklarını merak eder; ararız, sorarız, sorgularız, düşeriz peşlerine. Okuruz kısaca. Bildikçe, bilgilendikçe rahatlarız. Sözün özü, insan olduğumuz için okumalıyız. “Oku” emrinin muhatabı olduğumuz için okumalıyız. Diğer varlıklar değil bu emre muhatap olan, biziz.

İyi de neyi okuyacağız?

Ne okuyalım?

Yeri, yurdu, adresi belli insanlarız nihayetinde. Olduğumuz yerde yaşıyoruz; geçmişte ya da gelecekte değil, şimdide yaşıyoruz. İmtihanımız burada ve bu zamanda. Şevkimizi kıran, elimizi kolumuzu bağlayan okumalarımız olmamalı. Hem neden olsun? Olursa kaçış olur ki kaçmakla imtihandan çıkamayız. Yaptıklarımızdan sorulacağımız gibi, yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan da sorulacağız. Sözü zorlamak olacak belki ama şöyle diyeyim; gözün okuması vardır, kulağın okuması vardır, kalbin okuması vardır, dilin okuması vardır... Göz bakar, görmeyebilir, ama bakmazsa göremez. Onun okuması görmesidir.

özün özü, insan olduğumuz için okumalıyız. “Oku” emrinin muhatabı olduğumuz için okumalıyız.
özün özü, insan olduğumuz için okumalıyız. “Oku” emrinin muhatabı olduğumuz için okumalıyız.

Alanına giren her şeye bakar, görülmesi gerekene odaklanır ve görür. Hakeza kulak tüm sesleri alır, işitmesi gerekene odaklanır ve işitir. Odaklanmazsa işitemez. Odaklanma olmazsa gözün gördüğü karmaşadan, kulağın duyduğu gürültüden başka bir şey olmaz. Kalbe gelince onunki bir iç okumadır; gözün ve kulağın okuduğunu yeniden okumadır, damıtmadır, imbiklerden geçirmedir tabiri caizse. Kalbin okuması olmazsa olan biten harala güreledir. Dilin okumasıysa kalbin okuduğunu dillendirmedir, ortaya koymadır, duyurmadır, çağırmadır. Malum, okumanın bir anlamı da davet etmektir, çağırmaktır... Neye çağırır insan? Neyi çağırır? Çağırıldığı yere çağırır elbette. Cennettir çağırıldığı yer; içinde yankılanıp duran geldiği yerin çağrısıdır. Ona uyar ve kendini oraya çağırır. Böyle yapar. Çünkü soyunun en bildik numunesi kendisidir. Kendi üstünden herkesi, bütün bir insanlığı çağırır böylece. Kendini çağırdığı yere çağırır.

Nasıl okuyalım?

Kur’an, içinde şüphe olmayan kitap olarak takdim eder kendini bize. “Oku” emriyle inmiştir. Bu emri “beni oku” olarak mı anlamalıyız? Elbette öyle. Ama öyle ecnebi okumalarla paldır küldür değil. Tazimle. İstiazeyle, yani şeytanın kötülüğünden Allah’a sığınarak; besmeleyle, yani Allah’ın adını anarak; sonra da doğrulayarak, “Allah doğru söyledi” diyerek. Artık onun kılavuzluğunda zerreden küreye, maddeden manaya, yerden göğe, insandan evrene, dünyadan ahirete her şeyi okuyabiliriz. Okuduğumuzu anlayabiliriz. Anladığımızı anlatabiliriz. Anlatmalıyız da. Anladığını anlamanın yolu anlatmaktır zira. Ama besmeleyle. Ve tabii hamdeleyle, salveleyle...