90’lar, noksanlar, fazlalar

Eşkıya'nın gişedeki başarısına kadar sinemamızın neredeyse başka rengi kalmaz. Bu dönemde istisna olarak "İslamî", "Millî" veya "Beyaz" ifadeleriyle nitelenen filmler sinemamızda ilginç bir nüans olmuştur.
Eşkıya'nın gişedeki başarısına kadar sinemamızın neredeyse başka rengi kalmaz. Bu dönemde istisna olarak "İslamî", "Millî" veya "Beyaz" ifadeleriyle nitelenen filmler sinemamızda ilginç bir nüans olmuştur.

1990’lar festival sineması açısından da bereketli olur ve “Yeni Türk Sineması” denen dönemin meyveleri alınır. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Reha Erdem gibi isimler filmleriyle boy göstermeye başlar. Yurt içinde başa baş giden rekabet, Nuri Bilge Ceylan’ın Cannes’da gösterdiği başarılarla fark oluşturur.

Sinema namına yapılacak değerlendirmelerin tamamında sinema dışındaki faktörler iyice irdelenmeli. Zira sinema tarihinde istisnası olmayan şeylerden biri, her türlü siyasi, ekonomik, askerî ve sosyo-kültürel olayın sinemayı da etkilediğidir. Hatta sinemanın bütün dönüm noktaları coğrafyaların ve toplumların yaşadığı kritik süreçler sonucudur. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları, Bolşevik İhtilali, ABD'deki "büyük buhran", Türkiye'deki askeri darbeler ve daha niceleri... Sinemanın hayatla irtibatına işaret etmesi kadar, özellikle sektörel olarak da bağlantılı olduğu alanları göstermesi açısından manidar bir manzara. Fakat esas olarak bize gösterdiği şey, anlam ve duygu bakımından sinemanın (ve elbette yönetmenin) etkilendiği ve beslendiği nüanstır. Ülkemizde 1990'lara bu bağlamda baktığımızda sinemamız açısından sancılı süreçlerin sonrası ve her bakımdan patlama yaşanacak zamanların da öncesi ve başlangıcı olduğunu gözlemliyoruz. Sinema sanatı ve sektörü için çok kritik bir dönemeç olan 90'lara baktığımızda bugüne de ışık tutan mühim kırılmalar yaşandığına şahit oluyoruz. Tarihsel bakış açısı için gereken temel, incelediğimiz zaman diliminin öncesi olsa gerek.

Yani 90'ları anlamlandırabilmemiz için 80'leri, 70'leri ve hatta 60'ları hatırlamamız ve 1980'de yaşladığımız askeri müdahale çerçevesinde yorumlamamız lazım. 1960 ve 1970'ler, Türk Sinemasının en çok film üretilen dönemleri olarak biliniyor. 60'lardan başlayıp 70'lerin ortasına kadar devam eden sürece Yeşilçam Dönemi deniyor. Çünkü ana akım Türk sinemasının terimi de diyebileceğimiz Yeşilçam, esas olarak bu dönemde karakterini buluyor. 50'lerle birlikte başlayan "yönetmenler dönemi"nin etkilerinin devam ettiği süreçte halkla daha iç içe ve ele alınan konuların, Anadolu insanının daha çok dikkatini çektiği bu zaman diliminde üretilen film sayısı 300'e dayanır. 1966'da Türk sinema sektörü 241 film üretir. Böylece dünya uzun metraj film üretimi sıralamasında 4. sıraya kadar yükselir. Ancak en çok film üretilen sene 1972'dir. Bu yıl 298 film üretilir. Sinema salonu sayısı da aynı dönemde hızla yükselir. Mesela 1961'de İstanbul'da 68'i kapalı, 145'i açık olmak üzere 213 salon varken, 1975'te 137 kapalı, 236 açık, toplam 373 salon olduğu kayda geçer.

1970'lerde üretimin zirve yapmasında "erotik film furyası"olarak adlandırılan dönemin etkisi büyük. Bu yıllarda halk arasında "iki film birden kuşağı" olarak bilinen ve erotik filmlerin peş peşe gösterildiği tercihlerin yaşandığı süreçtir. Yine 1970'lerde "hazretli filmler" olarak da isimlendirilen furyanın yaşanmasının sebebi de erotik film akımı olur. Zira etki tepkiyi doğurur. 1960, 1970 ve 1980'de yaşanan askeri darbeler elbette sinemayı da etkiler. Ama 12 Eylül 1980'de yaşanan askeri müdahalenin etkisi (televizyon ve video furyası gibi diğer faktörler de eklenince) diğerlerinden daha fazla olur. Toplumsal dönüşüm ve değişin yaşanan bu yıllarda karamsar bir hava hâkim olur. Öyle ki, 1990'ların başına geldiğimizde sektör durma noktasına gelir. Yılda 298 film çekilen dönemden, 10 yılda toplam 500 film çekilebilen tabloya ulaşılır. Üretilen film sayısı çift haneli sayılara iner. Ta ki Eşkıya'ya kadar... Sinemayı (dünyanın her yerinde olduğu gibi) ülkemizde de iki ana kola ayırıyoruz. Biri, sinemanın sektörel yanını temsil eden ticari filmler, diğeri ise sanat boyutunu ön plana koyan bağımsız filmlerdir.

90'lara baktığımızda her iki bakımdan da dibe vuruş sonrası sıçrayışın yaşandığını söyleyebiliriz. Yavuz Turgul'un yönettiği Şener Şen'in başrolünde yer aldığı Eşkıya filmi 1996'da vizyona giridiğinde gerçek manada bomba etkisi oluşur. Yakın dönemde görülmediği kadar ilgi görür. Tabiri caizse "gişe patlar". Film, 1996-1997 sezonunda 2 milyon 568 bin 339 kişi tarafından izlenir. Sinemamızın gişede en hareketli dönemi olarak nitelendireceğimiz ve rekorların kırıldığı 2015'ten sonrası için bile çok ciddi bir ivmedir bu... Eşkıya'dan sonra izleyicinin sinemaya olan inancı ve sektörün film üretim heyecanı dirilir. Ses getiren filmler peş peşe gelir. İstanbul Kanatlarımın Altında, Ağır Roman, Yalnız Değilsiniz, Minyeli Abdullah gibi filmler 1990'larda gişede ciddi rağbet görenler olarak dikkat çeker.

70'lerin melodram filmlerinin Yeşilçam'da uyandırdığı etki sonrası 90'ların da tepkisel şekilde bohem karakter ve hikâyelerin sinemamızı tanımladığı tablo oluşturduğu söylenebilir. Dönersen Islık Çal, Gece Melek ve Bizim Çocuklar, Kız Kulesi Âşıkları, Gölge Oyunu, Cazibe Hanım'ın Gündüz Düşleri gibi filmlerin başı çektiği listenin başta gelen özelliği karamsar tabloların erotik özne ve nesnelerle desteklenmesidir. Eşkıya'nın gişedeki başarısına kadar sinemamızın neredeyse başka rengi kalmaz. Bu dönemde istisna olarak "İslamî", "Millî" veya "Beyaz" ifadeleriyle nitelenen filmler sinemamızda ilginç bir nüans olmuştur. Genel olarak sinema tarihimizde görmezden gelinen ya da küçük detay olarak görülen bu filmlerin 28 Şubat Post-modern Darbesi'nin yaşandığı zamanlarda baskı altındaki kitlelere ses olduğu inkâr edilemez. Yücel Çakmaklı, Mesut Uçakan ve İsmail Güneş'in başta geldiği az sayıdaki yönetmenin filmleri Anadolu'daki sessiz yığınların sesi olarak izleyicide kalıcı izler bırakır.

1990'lar festival sineması (bağımsız sinema ya da sanat sineması) açısından da bereketli olur ve "Yeni Türk Sineması" denen dönemin meyveleri alınır. Nuri Bilge Ceylan, Zeki Demirkubuz, Derviş Zaim, Reha Erdem gibi isimler filmleriyle boy göstermeye başlar. Yurt içinde baş başa giden rekabet, Nuri Bilge Ceylan'ın Cannes'da gösterdiği başarılarla fark oluşturur. NBC neredeyse tek başına Türk sinemasının uluslararası alandaki temsilcisi olarak görülmeye başlanır. Ülke içinde sinemamızı Derviş Zaim ve Zeki Demirkubuz filmleri domine ederken, ilk uzun metraj filmi Kasaba ile Cannes Film Festivali'ne kabul edilen, Berlin Film Festivali'nden ödül alan Nuri Bilge Ceylan 2002'de hayata geçirdiği projesi Uzak ile Cannes'da büyük ödülü kazanacağının sinyallerini verir. Türkiye'nin siyasi ve ekonomik olarak dibe vurduğu 90'larda özel televizyonların açılması ve video film izleme yönteminin yayılması sebebiyle sinemamız olumsuz etkilenir. 90'ların ortalarından itibaren ise çok izlenen bazı filmlerin de etkisiyle ticari sinema hareketlenmeye başlar.

Festival sineması ise yine 90'larla birlikte yeni karakterine bürünür ve bugünleri resmedecek altyapıyı oluşturur. Askerî darbeler, siyasî karmaşa ve ekonomik buhranlar sonrası 90'larla birlikte sinemamızda üretim kapasitesinin yanında dil arayışı ve özgün üretim çabası bir karakter olarak kendini gösterir. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Özellikle teknolojik gelişmeler sinema üretimini daha demokratik hâle getirecektir. Bugünler kadar olmasa da 90'larla birlikte film ekipmanları daha ulaşılabilir ve pratik hâle gelmeye başlar. Bu durum üretimi de etkiler tabii ki... Ancak esas önemli olan sinemamızdaki "yerli doku arayışı"dır. Önceleri, dünya festivallerini etkilemek için başvurulan basit bir hile olan ya da özellikle Avrupa ülkelerindeki sinema filmlerine öykünerek taşraya inen sinemacılar, ülke sineması açısından geri dönülmez bir yol açarlar. NBC, Demirkubuz ve Zaim gibi isimlere sonraları yenileri eklenecektir.

Ileride rayına oturma umudu veren taşra istikameti, bir yerden sonra yerlilik dokusu olarak kendini gösterecektir. 2010'dan sonra daha net şekilde kendini gösterecek bu hususun temelini NBC ile Zeki Demirkubuz ve Derviş Zaim attı diyebiliriz. Zaim tek başına Tabutta Rövaşata ile 90'lara damgasını vurur. 2000'li yıllarda ise artık gelenekli sanatları temel alan ya da doku edinen yaklaşımıyla yerli sinema adına müstesna bir çizgi oluşturur. NBC ise İklimler'den sonra biçimsel olarak sinemasındaki denemeler ve yeniliklerle taşra yorumuna girişir. Zeki Demirkubuz'un yeri genellikle metropol olur. İstanbul'dan bakar daha çok Anadolu'ya. Bu üç ismin filmleri ve sineması 2000'li yılları da şekillendirir. Ömer Kavur'un Gizli Yüz'ü, Yavuz Turgul'un Aşk Filmlerinin Unutulmaz Yönetmeni ve Gölge Oyunu filmleri, Serdar Akar'ın Gemide'si ve daha niceleri... 90'lar, tek başına 90'larla değerlendirilemeyecek kadar mühim bir geçiş noktasıydı.

Milenyum ile birlikte yeni yola girecek olan dünya gibi memleketin de ahvalinin değişeceğine işaretti. Sadece içerideki gelişmeler değil elbet. Berlin Duvarı'nın yıkılması ve soğuk savaş döneminin sona ermesi, ekonomi ve siyasette bölgesel ve küresel olarak geri dönüşü olmayacak bir yolu şekillendirdi. 90'lara ve 2000'lerin başlarına dair söylenecek her şeyde bunları hesap etmek gerekir. Sanatın bahsi de olur bu. Özelde de sinemanın etkilenme alanları ve şekillenme nüanslarına dikkati çeker. 90'larda dünya artık daha özgürdür. Özgürlüğü ise Doğu Bloku'na karşı kazanan Batı Bloku belirler. NATO ve temsil ettiği kapitalizm, liberalizm ve modernizm... 90'larda popüler alanlarda olduğu gibi sinemada da esen özgürlük söylemlerinin temelinde bu durum yatar. İşte, başlarda bohem sanatkârların dünyayı anlamlandırma çabalarına yönelik dar bakışlı filmlerin hayata geçmesi, bu özgürlük söylemlerinin Batıcı unsurlarının Anadolu'da kekremsi durmasıydı.

Çok sürmeden bohem yaklaşımlardan uzaklaşıldı. Çünkü sinemanın mekânı da değişti. Artık Anadolu'yu seven de sevmeyen de Anadolu'da film çekiyordu. Biçimde karamsarlık olsa da içerikteki bohem yaklaşım kalkmış, "sıradan insan"ın karanlığına neşter vurulur olmuştur. Özellikle Nuri Bilge Ceylan'ın taşra yaklaşımının Batı'da takdir görmesi, sinemacıların yaklaşımını da şekillendirmiştir. 90'larla alâkalı şahsi olarak söyleyeceğim son şey 28 Şubat ile alâkalıdır. Post-modern Darbe'yi konu alan film yapılmadı. 28 Şubat'ı konu ettiğini iddia eden hiçbir film öyle olmadı. 90'ların sonlarıyla birlikte, 90'ların sonlarında yaşanan bazı şeyler görmezden gelinmeye çalışıldı. Üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen hâlâ 28 Şubat ile alâkalı bir sinema filmi yapılmadı. Üstelik 28 Şubat'ta mağdur edilen kesimler şu an iktidarı belirliyor. Anlamakta zorlanıyorum. 90'lar biraz da bize bunu bıraktı; anlamakta zorlanmayı...