Dayanıklı toplum

​Dayanıklı toplum.
​Dayanıklı toplum.

Bugün Batılı toplumlar başta olmak üzere her toplumda devlet var, bilgi var, bilim var, teknoloji var, uzmanlar var, sistem var, kanunlar var, para var. Var oğlu var. Ama bir şey yok. Nedir o kritik şey? Ahlâk.

Geçenlerde bazı dostlar aradılar. Yıllık toplantılarında bir konuşma yapmamı istediler. Toplantının bu yılki teması “dayanıklı toplum” imiş. Telefonda bu kavramı duyunca önce anlayamadım. “Ne toplum, ne toplum?” diye sordum. “Dayanıklı” dediler. “O da ne yahu!” dedim. Biraz açıkladılar. Duyar duymaz tercüme bir kavram olduğunu anladım.

Tabii hemen bu kavramı, arkaplanını, içeriğini, söylemsel yaygınlığını araştırmaya başladım. İngilizce akademik makalelere baktım. Meğerse “dayanıklı toplum”un aslı, yani İngilizcesi “resilient society” imiş. Bir kere tercüme yanlış. Çünkü “resilient” kelimesi “dayanıklı” demek değil. Tercümeyi bile adam gibi yapamıyoruz. Çünkü kendimize kıymet vermediğimiz için kendi dilimize de kıymet vermiyoruz. Özgün dilimiz olmadığı için, kendi kavramsal kökümüze ve geleneğimize değer vermediğimiz için özgün kavramlar da türetemiyoruz. Düşünce ve eylem de kavramlara dayandığı için özgün işler ve çözümler geliştiremiyoruz. Elin kavramıyla iş yapmaya çalışıyoruz. Bu iki asırdan beri böyle... Onun için hep yaptığım gibi Osmanlıca-İngilizce sözlüklere baktım. Çünkü bir asırlık yıkımdan kendimizi kurtarıp anlamların özgün hâllerine ulaşmak için başka çare yok. “Resilient” kelimesine “mukavim, muhkem, mütehammil, kunt, sağlam, dirençli, esnek, metin, rasanetli, rasin, rasif” gibi karşılıklar verilmiş. Bunların arasından en yakın geleni “mütehammil” bence.

Dayanıklı toplum kavramını duyunca memurluk, sanat, okuma-yazma ve akademik hayatım boyunca Batı’nın uydurup bizimkilerin vahiy gibi yapıştıkları daha nice kavramları hatırladım: Hıristiyan-inanmayan, aydınlanmış-fanatik, tarım-sanayi, medeni-vahşi, Batılı-Şarklı, ileri-geri, feodal-bürokratik, modern-geleneksel, bireyci-toplumcu, rasyonel-irrasyonel, kapitalist-sosyalist, özgür-komünist, otoriter-çoğulcu/çok-kültürlü, demokratik-totaliter, sivil-otoriter, açık-kapalı, sorumlu, rekabetçi, özgürlükçü, yerel-küresel, ulusal-uluslararası, sağlam-kırılgan, entegre-parçalanmış, sürdürülebilir, vs.. İnanın bu kısa bir liste. Kesin unuttuğum daha niceleri vardır. Benim kısa hayatımda şahit olduklarım kadar evvelden kullanılıp bir on-yirmi sene sonra devreden çıkanları da hesaba katın. Bütün saydığım bu kavramlar memuriyet ve akademik hayatımda raporların, toplantıların, hükümet programlarının, uluslararası kredi programlarının, üniversite derslerinin, konferansların, makalelerin, kitapların başlığında, içinde, kenarında geçti. Gençken de bu işe ifrit olurdum, şimdi de...

Sonra bu “resilience” kavramının Batı’daki şeceresini inceledim. Kavramın ilk kullanıldığı alan malzeme bilimi imiş. 19. asırda ağaç fiberinin esnekliğini ifade etmek için kullanılmış. Daha sonra malzeme biliminden gelen aktarımla ahşap gemi inşası alanında (19. asır), epey sonra ekoloji alanında kullanılmaya başlanmış (1970'ler). İnsanın psikolojik krizler karşısındaki dayanıklılığını ifade etmek için psikolojide (1970'ler), toplumların krize cevap verme kapasiteleriyle ilgili sosyolojide (2000'ler) ve en son şirketlerin krizlere karşı direncini ifade etmek için işletme biliminde kullanılmış (2000'ler)... Görüldüğü gibi diğer birçok kavram gibi “dayanıklılık” kavramı da pozitif bilimlerden sosyal bilimlere transfer edilmiş.

Araştırırken baktım, “dayanıklı” toplum” kavramının da hemen teorisini yapmışlar. Üniversitelere derslerini koymuşlar. Dayanıklı toplum üzerine kitaplar yazmışlar, makaleler kaleme almışlar. Bu arada böyle bir alan boş bırakılır mı, hemen “resilience” adıyla vakıflar da kurmuşlar. Dünyanın en çok para yiyip, en çok adam istihdam edip, en az iş yapan kurumu olan Birleşmiş Milletler de hemen konuya maydanoz olmuş. “Dayanıklı Toplum İnşa Etme Rehberi” hazırlamış. Sanki kendisi çok dayanıklı bir kurummuş gibi ele talkım vermiş!

Diğer moda kavramlar gibi dayanıklılık kavramı da hemen dine tahvil edilmiş. Nitekim “dayanıklı papaz” diye bir kitap gördüm. Hemen aklıma her Batılı moda kavrama yapışıp o kavramı meşrulaştırmak için âyetler ve hadisler arayan Müslüman akademisyenler, yazarlar ve konuşmacılar geldi. “Bizimkiler de kesin dayanıklı toplum kavramına yamanan bir şeyler yazmıştır” diye düşündüm. Biraz araştırdım ama rasyonalizm, demokrasi, serbest piyasa ve tarihselcilik kadar bu kavramın bizimkilerin henüz dikkatini çekmediğini gördüm.

Moda kavramları üretenler Batılı güç odaklarıdır. Nitekim Batı sisteminin ağababalarını her yıl bir araya toplayan World Economic Forum’un yayınladığı Global Risks Report 2021’e baktım. Raporun ana başlıkları şöyle: Kovid çağında risk, iklim değişikliği, kişisel verilerin istismarı ve yapay zekâ, işyerinde şiddet ve taciz. Buradan anlayabiliyoruz ki şimdi bu kavram belli başlı krizlere karşı cevap verme kabiliyetini ifade ediyor. Demek ki dayanıklı toplum derken düzeni, o düzene karşı yönelen riskleri ve risklere zamanında ve yeterince cevap verilmeyince ortaya çıkan krizleri beraberce kastediyorlar. Peki belli başlı küresel riskler neymiş? Batılılar’a göre salgın hastalıklar, göç, iklim değişikliği, dijital güvenlik, cinsiyet sorunları...

Batılı güç odaklarının risk ve kriz dediklerinin çoğu kendilerinin doğurduğu sorunlardır. Bu da Batı’nın başka bir üçkâğıdıdır. Batılılar kendi yedikleri nanelere “dünyada böyle sorunlar var” veya “insanoğlu ne kötü” diyerek bütün insanlığı ortak ederler. Kendi patentlerini taşıyan ırkçılığı, sömürgeciliği, yalancılığı sanki bütün dünyanın suçları gibi sunarlar. Peki, başka toplumlara parmak sallayarak “dayanıklı toplum olacaksınız!” diyen Batılı güçler acaba kendi toplumlarında ne kadar sağlamlar? Meselâ dayanıklılık derken kendi bünyelerinde sık görülen şu sorunlardan neden hiç bahsetmiyorlar? Irkçılık, suç oranları, asosyallik, yalnızlık, ikiyüzlülük, sapkınlık, madde bağımlılığı... Hepsinde feci durumlar var.

Peki bu ikirciklikliğin, ikiyüzlülüğün, münafıklığın amacı ne? Çünkü Batı en yüksek değer olarak çıkarı görür. Bu, Batılı insana doğduğu günden beri öğretilir: “Kendi çıkarını korumak için herşeyi yapabilirsin.” Bütün başarı kültü, bencillik, kişisel gelişim zırvaları bunun üzerinedir.

Bugün Batılı toplumlar başta olmak üzere her toplumda devlet var, bilgi var, bilim var, teknoloji var, uzmanlar var, sistem var, kanunlar var, para var. Var oğlu var. Ama bir şey yok. Nedir o kritik şey? Ahlâk. Yani kendisi olmak ve karşıdakini kendisi gibi saymak. O yüzden bütün bu saydıklarımız şeyler insanı insana yaklaştırmıyor, aksine uzaklaştırıyor. İnsanı daha erdemli yapmıyor, aksine vahşileştiriyor. Hoş sözler, söylemler, teoriler insanı daha insan yapmıyor, onu güç sahiplerine gönüllü kurban ediyor. Her on yılda bir “dayanıklı toplum” gibi uydurulan kavramlar sadece yalan değil, aynı zamanda Batılı olmayan insanları yüten bir tezgâh...

Batı’da durum böyle. Peki bizde daha mı iyi? 2023 başında meydana gelen büyük depremleri hatırlayalım. On binlerce insanımız canını verdi, yüz binlerce insanımız yaralandı; evler, mahalleler, şehirler yerle bir oldu. Mekân dayanıksız ise insan dayanıksızdır. Bu depremden sonra olanlar, depremden önce olanların sonucudur. Dayanıksız bir toplumuz, çünkü ahlâksızlığın bir çok türünü kanıksamış bir toplumuz. Bina yaparken, yaptırırken, imar planı yaparken, uygularken, inşaatı kontrol ederken her kademede ikiyüzlülük, yolsuzluk, bencillik, çıkarcılık var. Yalan ve aldatma günlük hayatımızın en doğal parçası. Kısayolculuk, torpilcilik, hakkı olmayanı alma çabası her kesimde yaygın. Bunların normal ve yaygın görüldüğü bir yerde insan çökmüştür. Mekân haydi haydi çöker.