Acı, insana o büyük acizliğini öğretir

Mustafa Ulusoy
Mustafa Ulusoy

Hiçbir şey kararında değildir bu dünyada. Sürekli bir kararsızlık tablosunda bulur insan kendini. İnsan şaşkındır, insan bu tablo karşısında acizdir, yol yordam aramaktadır.

Psikiyatri alanında ve roman türünde verdiği eserlerle tanıdığımız Mustafa Ulusoy ile acı kavramını, acının türlerini ve imkânını, insan varoluşuyla olan ilişkisini Cins için konuştuk.

Acı üzerinde ittifak edilmiş bir kavram mıdır? Acı çekmeme imkânımız var mıdır?

Ortak özellikler olsa da hayata bakış açısı farklı her kuramın acıdan anladığı da farklı olabiliyor elbette. Acı çekmeme imkânına gelirsek...Yoktur. Nasıl acı çekmez insan. Dünya esas değildir. Dünya bir köprüdür. Ya da bir misafirhanedir de denilebilir. İnsan dünyada ayrılıktadır. Acı ve ıstırap duymaması mümkün müdür? Ruh daima ebediyeti ister. Her ayrılık ruha bir darbedir. İnsan sonsuz acizlik, sonsuz yoksunluk içinde debelenir durur. Küçüklü büyüklü her ayrılık bir darbedir. Her saniye bir darbedir. Çünkü her saniye insan kendisinden ayrılır, kâinattan ayrılır ve kainattaki varlıklar insandan ayrılır. Mesela her gün güneş batar. Ay gelir gider. Gece gündüz var olur, gözden kaybolur. Mülk âleminden karanlıkla aydınlık, iyi ile kötü, hayırla şer, sıcakla soğuk sürekli cevelan eder durur. Hiçbir şey kararında değildir bu dünyada. Sürekli bir kararsızlık tablosunda bulur insan kendini. İnsan şaşkındır, insan bu tablo karşısında acizdir, yol yordam aramaktadır. İnsan bu dünyada ne işe yaradığını bulmak zorundadır. Ayrılık ve ölümden sonra, alın başka bir acı kaynağı. İnsanın anlam sorunu vardır. Anlamsız dünya acıların en büyüğüdür.

Bir ayrılıktan diğerine mi koşuyor insan?

İnsan ruhlar âleminde yaratıldıktan sonra dünyaya yollanır bu birinci ayrılıktır. Ruhlar âleminden buraya geliş. Sonra dünyanın içinde sevdikleriyle yaşadığı firak ve ayrılık. Sonra bu dünyaya alışması ve bağlanması, âdeta âşık oluşu. Alın size yeni bir dert. Sonra karşısına ölüm çıkar. Sevdiği ölür bir başka sevdiği daha ölür bir başka sevdiği daha ölebilir. Her ölüm ayrılıktır. Kesik kesik bir yaşamdır bu. Nasıl ıstırap duymasın insan. Acı ve ıstırap, insan ebedi yaşayacağı dünyaya alındığında biter. Elbette bu iman ehli içindir. Oraya inanmayan orada da orası yokmuşçasına, orada ebedi hiçlik ve âdem duygusuyla yaşamaya malûldür.

Bu çağın acısıyla kadim zamanların acısı arasında farklılıklardan söz edebilir miyiz?

Varoluşsal acılar konusunda kadim zamanlar ile bu çağın acısı arasında pek bir fark göremiyorum. Kadim zamanlarda da bir anne baba çocuğunun ölümüyle elem çeker, ıstırap duyardı şimdiki çağda da elem çeker ıstırap duyar. Eski çağlarda uçak düşerse diye bir kederi derdi yoktu, onun yerine bir vahşi hayvanın saldırısına maruz kalma kaygısı vardı; ama her ikisinde de ortak nokta, varoluşa yönelik tehlike algısı aynı olması. Yani korkulan nesne farklı ama işin özü aynı: Varoluşa tehdit. Çünkü insan varoluşa meftundur.

Allah'a ve ahirete inanan acı çekmez mi?

Bal gibi çeker. Fakat arada dağlar kadar bir fark vardır. İman ehlinin acısı berrak su gibidir. Küfür ehlinin acısı toksik bir acıdır. İçinde hiçbir rahmet kırıntısı içermez. Ahbabı dostu yoktur küfür ehlinin. Küfür karanlıktır, hakikatsizliktir, vehimdir, ademdir, yokluk ve hiçliktir. Küfür algısında kainatta her şey insana yabancıdır. Kainatla kurulan bir bağ, rabıta yoktur. Kendi de dahil olmak üzere her şeyden kopuşudur insanın. Bu acıdır ama dikkatinizi çekerim, karanlıklı, zehirli bir acıdır. Yoklukla, hiçlikle zehirlenmiş bir acıdır. İman ehlinin nazarında her şey vardır. Ölen sevdikleri toprağın altında çürümüş gitmiş yok olmuş değildir. Kâinatın Yaratıcısının başka âlemlerinde yaşamaktadırlar. Onlardan geçici olarak ayrılmanın varoluşsal hüznü ile maluldür iman ehli. Kainattaki bağlandığı her varlığın O'na bakan yüzünün, O'nun esmasına bakan yüzünün ebediyete gittiğini, her varlığın ebediyette buluşup bir araya geleceğine iman etmenin getirdiği eminlik duygusunun kalpte yerleşik olduğu, her varlıkla geçici bir ayrılığın getirdiği, içinde umut ve selamet barındıran bir acıdır. Yani karanlıklı değil emniyetli bir acıdır, toksik değil umut dolu bir acıdır iman ehlinin acısı.

Acının insanı olgunlaştırdığı söylenir hep.

Acının insanı olgunlaştırdığına itirazım yok. Ama acı bunun için mi var kısmında kafam şöyle karışıyor. Yirmi yaşında bir genç düşünün. Kansere yakalandı. Hem bedensel olarak yoğun acılar içinde kıvranıyor hem ruhsal olarak. Bu genç altı ay sonra öldü. Olgunlaşamadan öte dünyaya gitti. Şimdi soru şu: Boşu boşuna mı çekti onca acıyı? Geceleri boşu boşuna mı uykusuz geceler geçirdi. Acıyı gelecekte işe yarayacak diye açıklamak pek makûl gelmiyor bana. Gelecekte bir işlevi olacak, insanı olgunlaştıracak, acı insana bir şey öğretecek diye hikmet aramak yerine şimdi, o acıyı çekerken ki hâlin içinde bir hikmet olmalı.

Hikmet ehline lüftun da hoş kahrında hoş dedirten bir hikmet mi? Bu hikmetle, acını kabul et ve yaşa arasındaki fark nedir?

Psikiyatri, ‘acıyı yaşamaya razı olursan acıyı azaltırsın', bencilliğine sıkışmıştır. Acıyı kabullenirsen acın azalır anlayışı acının hikmetine ulaşma hâli değildir. Mesela on birim acı taşıyan bir olay yaşayan insan tevekkül ederse on birim acı yaşar, acı yaşamayı reddederse acısını elli birime çıkarır. Tamam güzel. Fena değil. Ama sonsuz eksik. İnsan sormadan edemiyor. Acının sırrı hikmeti ne peki? Acıyı yaşamaya razı ol ki acı artmasın. Tipik bir Avrupa medeniyeti çıkarcılığı. Acının sırrı, hikmeti yine kapalı, yine kilidi açılmamış duruyor.

Peki bizim düşünce dünyamızdaki kahrı hoş yapan bu sebepleri tarif etsek biraz...

Ehli hak, "kahrında hoş lütfunda hoş", derken kahır yani acı ve ıstırap içinde bir hoşluk bulmuşlardır. Bu hoşluk onun sonsuz isimlerinin tecelligâhı olmasıdır kalbin. Dolayısıyla her duygu bir tecellidir. Ona ait isimlerinin tecellisine mazhar olmaktan daha güzel daha anlamlı daha lezzetli ne olabilir diye bakan hak ehli, acının sırrına vakıf olmuş, acının içindeki lezzete, feyiz ve berekete ulaşmıştır. Acının sırrı ancak Allah'ın isimlerinin tecelli sırrıyla açığa çıkar. Ancak insanın yaratılma sırrıyla açığa çıkar. İnsanın yaratılma sırrı nedir? İnsanın yaratılma sırrı Allahı isim ve sıfatlarıyla tanıması ve bilmesidir. Bu sabit bilgi olmadan insan denilen varlık çözümlenemez. Kıyılarda köşelerde dolanır durur bir türlü öze gelemeyiz. İnsanın sırrı onu isimleriyle bilmek ve tanımak iste, Onun isimleri de sonsuz ise tek insanda sonsuz isimler eksiksiz tecelli edecektir.

Bakara 33. ayetinde ve devamında anlatılır. Melekler, insanın yaratılacağı kendilerine söylenince sorarlar. Biz sana ibadet ve hamd etmede yetmiyor muyuz da dünyada fesat çıkaracak insanı yaratıyorsun diye. Anlamlı bir soru değil mi. Her emre boyun eğen her daim hamd ve ibadet eden biz varken neden yarattın şu insanoğlunu. Ne gerek vardı sanki. Melekler imtihana tabi tutulur ve insanın yaratılış sırrı, acının, kederin, sevincin, mutluluğun, hazzın, lezzetin sırrı açığa çıkar. Doğumun ve ölümün sırrı açığa çıkar. Meleklere isimler sorulur ve melekler tüm isimlere vakıf değildir. Mesela, ölüm nedir? Bunu yaşayamaz melek, ölümü bilemez. Azrailin bir meleğin ruhunu aldığı nerede görülmüş. Ölmeyen melek Allah'ın Mümit yani ölümü yaratan O'dur isminin tecellisine mazhar değildir. Alın size eksiklik. Acı, elem, keder nedir bilmez melek.

Meleği mahrum kılan acı çekmemesi yani...

İnsanın kalbinin köşelerini tutmuştur bu duygular hâlbuki. Kendini bildiği gibi bilir bu hâlleri. Melek neden mahrumdur? Kalbinde O'nun El Kabiz, Eddar gibi isimlerinin tecellisiyle O'nun El Kabiz ve Eddar olduğu hakikatinden yoksundur melek. Bir melek pişmanlık bilmez. Pişmanlıktan ciğer yanmadığı için Tevvab isminin tecellisini de tecrübe edemez insan gibi. İşte Hak ehli, irfan ehli, hikmet ehli, insanın yaratılış sırrını anladıkları için, acıdaki insanın yaratılış sırrını yani çekilen acıların O'nun isimlerinin tecellisi olduğunu bildikleri için acıları hoş görmüşlerdir. Hatta hoş görmeyi bırakın içinde bir çeşit lezzet bulmuşlar, lütufla kahrı, kazanmakla kaybetmeyi, ayrılıkla birleşmeyi, gece ile gündüzü O'nun isimlerinin farklı farklı tecellisi görüp bir nevi eşitlemişlerdir.

Acılar başka insana ne öğretir? İnsanı nasıl sağaltır?

Acı insana en çok varoluşsal acizliğini öğretir. Varoluşsal acizlik yetersizlik, noksanlık insan olmanın özüdür, tözüdür, hakikatidir. Bu yüzden de acıya, kahıra hoş demiştir Hak ehli. Acının yaşattığı acizliğe, yani kendilerinin özüne ulaşmanın varoluşsal neşesidir bu. Acının nefis terbiyesinde de bir işlevi vardır. Acizliği nefis ve benlik kabul etmek istemez. İnsan nefsi gücü kuvveti erki sever. Her türden iktidar insan nefsinin ne büyük zaafıdır. Aynı zamanda başımızın en büyük belasıdır. İşte yaşadığımız acılar nefsi yumuşatır. İnsanın içinde tasavvuf ehlinin "kör hissiyat" dedikleri kimi duygular vardır ki, Yaratıcısına ancak ve ancak derin acılarla boyun eğer.

Bir nevi kabuller silsilesi...

Acılar varoluşsal acizliği nefsin kabulünü kolaylaştırır. İşte sevdiğin öldü. İşte acı çekiyorsun ve kılını kıpırdatamıyorsun. İşte sevdiğin çok sevdiğin biri öldü, geri getiremiyorsun. Kim olursan ol geri getiremiyorsun. Acı çekiyorsun çok özlüyorsun ama geri getiremiyorsun. Kabul etmek zorunda kaldığın bir şey var ortada. Varoluşsal olarak ontolojik olarak acizsin. Bu senin kişiliğinin acizliği yetersizliği değil. Bu senin varoluşunun yetersizliği ve acizliği. Bundan daha iyi bir öğretmen olur mu bir rehber olur mu. Nefsin terbiyesine vesile olabiliyorsa o acı kutsaldır ilahidir, mübarektir. Buna vesile olan acılar, dertler, tasalar, kederler kutsaldır, hoştur, anlamlıdır.