Akrilik

Akrilik.
Akrilik.

Bizim durmadan “birlik ve beraberlik” lafları etmemiz bir ve beraber olmadığımız içindir.

Geçenlerde kendime yün bere almak için bir giyim mağazasına girdim. Etrafa bakındım. İleride berelerin olduğu bir tezgâh gördüm. Oraya gittim. Elime bir bereyi aldım, evirdim, çevirdim, yün mü değil mi diye baktım. O arada tezgâhtar genç bana yanaştı. Adama, “Bu yün mü?” diye sordum. “Evet efendim, yündür o” dedi. Etikete baktım “%100 Akrilik” yazıyordu. Gence etiketi göstererek “Ama burada akrilik yazıyor” dedim. Tezgâhtar eline bereyi aldı, etikete baktı ve “Tamam abi. Akrilik, yün demek zaten” dedi. Ben şaşırdım. Çünkü akriliğin yün olmadığını elbette biliyordum. Üsteledim “Emin misin, akrilik sentetik bir şey değil mi?”. Tezgâhtar hiç duraksamadan cevap verdi, “Değil abi. Akrilik yün demek. Hatta yünün en kalitelisi demek.”. Ben arkadaşın bu iddiacılığı karşısında şaşırdım. Belki yanlış biliyordur, doğrusunu öğrensin diye cep telefonumu çıkardım, “akrilik” diye arama yaptım. Karşıma çıkan ilk sayfadaki tanıma baktım. “Bir plastik türevi” yazıyordu. Telefonumdaki yazıyı tezgâhtara gösterdim, “Bak, akrilik yün demek değilmiş.”. Adam hiç oralı olmadı, “Akrilik yün gibi bir şey işte” dedi. Adama şaşkın gözlerle bakarak bereyi yerine koydum, dükkândan çıktım.

Geçen yazdı. Döküm tencere almak için bir mağazaya gittim. Rafların birinde döküm tencereye benzer bir tencere gördüm. Oraya doğru seğirttim. O sırada tezgâhtar geldi. O tencereyi göstererek, “Döküm mü?” diye sordum. Adam “Evet abi” dedi. Tencerenin yanına gittim. Tencereyi elime aldım. Tüy gibi hafifti. Döküm olmadığını anlamıştım. Adama “Ama bu çok hafif, döküm değil galiba. Çünkü döküm tencere çok ağır olur ya!” dedim. Adam ne dese beğenirsiniz? “Döküm gibi abi işte.”. Ben adama mânâlı mânâlı baktım. “Döküm değil. Öyle söylesene” dedim. Adam dümeni kırdı. Tencereyi elimden aldı, dışındaki yaldızlı kaplamayı göstererek: “Abi, bunların üstünde elmas parçaları kullanılıyor” dedi. Adama bakarak gülümsedim, “Yani elmasları alıyorlar, kırıyorlar, tencerenin dibine mi yapıştırıyorlar? Kardeşim bu sana mantıklı geliyor mu?” dedim. Adam yine dümeni çevirdi, “Öyle demedim abi. Bunlar böyle oluyor işte” dedi.

Bu tezgâhtarlar bilmedikleri bir şeyi mi iddia ediyorlardı, yoksa bana mal satıp, o satıştan prim almak için bilerek yalan mı söylüyorlardı? İki ihtimal de mümkün. Ama iki ihtimal de birbirinden rezalet. Zaten bir tezgâhtarın sattığı malın evsafını bilmemesi bir facia. Bilip de yalan söylüyorsa o daha da büyük bir facia.

Bu örneklere bakıp beni sabah-akşam alışverişte sanmayın. Başka bir olay anlatayım. Yıllar evvel abim Ankara’da bir lokantaya gitmiş. Masaya salata gelmiş. Abim garsondan zeytinyağı rica etmiş. Garson biraz duraksamış. Eee, zeytin üreten bu ülkede zeytinyağı korkunç fiyatlarda... Abime “Abi, salatada zeytinyağı var” demiş. Abim “Olsun, ben biraz daha koyacağım” demiş. Garson bozulmuş bir yüz ifadesiyle dönmüş gitmiş. Az sonra elinde gazete kâğıdına sarılı bir şişeyle gelmiş. Tam elindeki şişeyi salata tabağına dökecekmiş ki abim adamın kolunu tutmuş. “Bi dakika, şu gazeteyi açsana, o ne şişesi?”. Garson kem-küm etmiş ama açmak zorunda kalmış. Abim bir bakmış ki ayçiçek yağı şişesi. Adama “Yaptığın ayıp değil mi, bana zeytinyağı diye ayçiçek yağı mı yutturmaya çalışıyorsun?” demiş. Garson hiç oralı olmamış, “Abi zeytinyağı kalmamış da bunu getirdim ben de!”.

Bir gün İstanbul’da taksiye bindim, eve gidiyorum. Taksiciyle muhabbet ediyoruz. “İşler nasıl usta?” dedim. “İdare ediyoruz abi. Araplar da olmasa işler yavaş” dedi. “Öyle mi?” dedim. Adam bendeki merakı görünce şehvetle anlatmaya başladı. “Bu Arap turistler çok salak abi. Geçen gün biri taksiye bindi. Taksimetreyi açmamı istedi. Açtım. Adamı gideceği yere götürdüm. Taksimetrede 150 TL yazıyordu. Adama 150 Avro dedim. Salak çıkardı 150 Avro verip gitti” diye gülerek anlattı. Ben adama kızdım “Nasıl yani, sen o adamı dolandırdın mı?”. Şoför “Yooo, ne dolandırması abi. Adam parayı kendisi çıkardı verdi” dedi. Adama “Sen müslüman değil misin? Niye yalan söyledin o adama?” dedim. Bizimki: “Yalan değil ki, adam gönüllü verdi” demez mi? Ardından hemen ekledi. “Ben zaten o parayla mahalledeki çocuklara şeker alıp dağıttım.” Orada artık sustum.

Bir zamanlar bir kamu kurumunun başkanıydım. Önceki dönemden kalma üç daire başkanı vardı. Üçü de vasıfsız ama makamlarına yapışmış vaziyetteler. Görevden alamıyorum. Onları topladım. “Burası artık bir uluslararası yardım kuruluşu hâline gelecek. Onun için yabancı dil bilgisi şart. Sizde yabancı dil var mı?” diye sordum. İkisi samimiyetle pek dil bilmediklerini söylediler. Üçüncüsü ise acar çıktı. Orta Anadolu şivesiyle “Efenim, ben Fransızca biliyom” dedi. Yalan söylediğini anladım tabii. Ama “Ha, öyle mi? Çok güzel” dedim ve rövanşı bekledim. Bir hafta sonra Dışişleri Bakanlığı’ndan bizim kuruma hitaben yazılmış, içinde Fransızca bir ibare geçen bir yazı geldi. Yazıyı “Fransızca biliyom” diyen arkadaşa uzattım. “Bi bakar mısınız? Burada Fransızca bir şey var. Ne diyor?” diye sordum. Adam eline kâğıdı aldı. Baktı. Sonra kaşlarını kaldırdı, bir bana, bir kâğıda bakıp durdu. Sonra da “Efenim ben aslında Fransızca’yı çok seviyordum, öğreniyordum. Ama Fransızlar Ermeni soykırımı kanununu çıkarınca dillerine lânet ettim, kursu bıraktım” dedi. O arada kâğıdı önüme “lanet olsun” der gibi fırlattı. O’na istihza ile baktım ve “Senin geleceğin çok parlak” dedim. Öyle de oldu nitekim.

Siz de takdir edersiniz ki bunlar benim hayatımda karşılaştığım yegâne yalancılık ve aldatma vakaları değil. Hayatımda böyle düzenli, sıralı yalan söyleyen; yalanı açığa çıktıkça anında yeni yalanlar uyduran pek çok insan tanıdım.

Toplumumuzda yalan maalesef sıradan bir şey. İkiyüzlülük, aldatma günlük işimiz. Esnaf müşterisine, müşteri esnafa, esnaf esnafa, eşler birbirine, ana-babalar çocuklarına, çocuklar ana-babaya, memur âmirine, âmir memuruna, öğretmen öğrencisine, öğrenci öğretmenine, doktor hastasına, hasta doktoruna, siyasetçi ise millete yalan söyler. Siyaset, ticaret genelde yalan üzerine gider. “Yalansız ticaret olmaz”, “yalansız siyaset olmaz” lafları atasözü hâline gelmiştir.

Bizde para-pul için, makam için, güven kazanmak, bilmiş görünmek için, yüce ideallerin önüne çıkan engelleri aşmak için yalan söylemek caiz. Dindarı-dinsizi farklı sebeplerle yalan söylüyorlar. Öğrenciler kopya çekmekte, akademisyenler intihal etmekte, bürokratlar istatistikleri masa başında değiştirmekte, esnaf malları fahiş fiyatla satmakta hep serbest.

Yalan, aldatma, sahtekârlık bizde istisna değil kural. O yüzden doğru ve dürüst birisini görünce şaşırıyoruz. İşini güzel yapan, aldatmayan bir esnaf, memur, doktor, avukat, işçi, akademisyen görünce garipsiyoruz. “Hâlâ bunlardan kaldı mı?” diyoruz. Demek ki biz bir ahlâksızlık denizi içinde yaşıyoruz.

Peki, yalan bizde neden bu kadar yaygın? Çünkü hayatımızı çıkar üzerine kurmuşuz. Dindarı da dinsizi de böyle... Çıkarımız için her şeyi, elbette yalanı da meşru görüyoruz. Daha çok para kazanmak, üç oy daha fazla almak, trafikte yaptığımız hatanın karşılığı olan cezayı yememek, rakibimizi bertaraf etmek, bağlandığımız ideolojiye toz kondurmamak, ‘dava’ya giden yolda engele takılmamak için hemen yalana başvuruyoruz. Ayrıca yalan çok ucuz. Yalan söylemenin bir bedeli yok. Kimse yalanı ortaya çıkınca utanmıyor. Bir yalanı başka bir yalanla geçiştiriyor.

‘Yalancı’nın zıddı ‘dürüst’ kelimesidir. Bu Farsça’dan aldığımız bir kelime. Doğru, sağlam demek. Hatta o kökten İngilizce gerçek, hakiki anlamına gelen ‘true’ ve ‘güven’ anlamına gelen ‘trust’ kelimeleri türemiş. Evet, dürüstlük güveni; yalancılık ise güvensizliği doğurur. Dünyada yapılan güven araştırmalarında birbirine en az güvenen insanların olduğu toplumlardan birisiyiz. Çin’den, Afrika ülkelerinden de aşağıdayız bu konuda. İnsanların birbirine güvenmediği bir yerde dayanışma, kardeşlik, işbirliği, ortaklık, bütünlük nasıl sağlanabilir? Bizim durmadan “birlik ve beraberlik” lafları etmemiz bir ve beraber olmadığımız içindir. Çünkü bir şeyin kendisi hayattan eksilirse o şeyin lafı çoğalır.

Kısacası bizdeki yalan rüzgârının kaynağı da ahlâk açığı. Çözüm ise belli: Ahlak, kayıtsız-şartsız ahlak.