Ali Ulvi Hünkar: Bir kalbin kırılırken çıkardığı sesi duyuyorsan, bunu yazman gerekir

Yeditepe İstanbul

Üzerinden yıllar geçse de konuşulmaya devam eden, bir duyguya kendimizi kaptırdığımızda,emanet replikler almaktan çekinmediğimiz Sultan Makamı veYeditepe İstanbul gibi kült dizilerinsenaristi Ali Ulvi Hünkâr ile hikâyeninne olduğunu, nerede bulunduğunu,dizi ve sinema dünyasını konuştuk.

Benim için, hayatın sıradanlığı içerisinden yüreği burkarak sıyrılan her şey bir hikâye konusudur. Bir insanın yıkıntılarını görüyor, bunun onun hayatında neye mal olduğunu hissediyorsan, bunu yazman gerekir.


Bunun için bilerek, bilmeyerek yetiştirmişsindir kendini. Kulak kesilirsin.

Öncelikle şu soruyla başlamak istiyorum. Sultan Makamı ve Yeditepe İstanbul gibi kült hâline gelmiş dizilerin senaryosunu yazdınız. Bunlar gündelik hayatın içinde yer tutan hayatların, ıskalanan, görmezden gelinen insanların hikâyeleri. Bir bakıma “büyük resmin” yüzüne bile bakmadığı hikâyeler… Siz, “küçük” hikâyeleri nerede buluyorsunuz, nasıl karşılaştınız onlarla? Onları nerede arıyorsunuz?

Yugoslav göçmeni bir ailenin oğlu olarak İzmir’in en eski kenar mahallelerinden birinde doğdum, büyüdüm. Sadece Rumeli’den değil memleketin her yerinden göç alan bir mahalle idi. Yan komşu Kürt, karşı komşu Giritli, biraz ilerde Konyalı, Niğdeli... Yani o bahsettiğiniz küçük hikayelerin içine doğdum ben. Aynı zamanda çok, çok hareketli bir dönemdi. Ekmeğini taştan çıkaranların dönemi! Bu durumu idrak ettiğinizde hikâyeyi, hikâyeleri fark ediyorsunuz zaten.

Senaryosunu kaleme aldığınız dizilerin -üzerinden yıllar geçse de- sosyal medyada gündemde oluşundan sanırım haberdarsınız. Buradan hareketle “eskimemek” fiilini de yanımıza alarak dizilerinizle bir “Türkiye ortalaması” inşa ettiğinizi söyleyebilir miyiz?

Öyle bir ortalama inşa edip etmediğimi bilmiyorum. Ama yazdıklarımın birileriyle dert ortağı olduğu kesin. Ve sadece bununla ilgileniyorum; bu dert ortaklığıyla… Diziler yayımlandığında küçük birer çocuk olanlar, yetişkinliklerinde bu hikâyelerle karşılaşıp hiç yabancılık, uzaklık hissetmeden izliyorlar. Bu diziler ortalığı kasıp kavurmuyor ama -izleyicisinin- sessiz sedasız yol arkadaşı oluyor. Manipüle etmiyor, hedef göstermiyor, akıl vermiyor... Sadece “bu acıları çekerken yalnız değilsin.” diyor izleyicisine, “Bak, herkesin bir başka yeri kırık!”

Şairlerin çoğu şeye “dize olma ihtimali” olarak baktığını düşünüyorum. Bu bakış, arayış bir senaryo yazarı olarak sizde de var mı? Ya da bir şeyi senaryoya dâhil eden “şey” nedir?

Benim için hayatın sıradanlığı içerisinden yüreği burkarak sıyrılan her şey bir hikâye konusudur. Bir insanın yıkıntılarını görüyor, bunun onun hayatında neye mal olduğunu hissediyorsan, bunu yazman gerekir. Bunun için bilerek, bilmeyerek yetiştirmişsindir kendini. Kulak kesilirsin.

Güncel TV dizilerini ve diğer platformlarda yapılmaya başlanan dizileri takip ediyor musunuz? Neler oluyor, neler bitiyor ve ne değişti sizce? Bana öyle geliyor ki; “bir şeyin hikâye oluşu” kolaylaştı. Bu konuda neler söylersiniz?

Mesleki bir merakla sadece birinci bölümlerini seyrediyorum. Dokuz on kişinin yazdığı şey ne kadar özgün olabilir ki? Ama kimsenin böyle bir derdi yok tabii ki. Utanç verici bir duyguyla “çeşme akarken doldurulur” deyip kendilerini kahrederek, hasta ederek yazıyorlar. Öte yandan buna mecbur olanlar da var; “çünkü evde evlad ü ıyâl var!” diyorlar.

Ben tabii, aynı zamanda oyuncu olduğum için -Devlet Tiyatrosu yıllardır başımızda çatı, karnımızda katık oldu- biraz daha rahat konuşuyorum. Peki neler değişti? Bir kere şiir yok artık hayatımızda. Ben daha gençken şiir yaşayan bir şeydi. Siz ilgilenmeseniz bile bir şekilde size ulaşır size dokunurdu. Boşuna “İncelikler yüzünden” denmedi değil mi? Artık kendimizi ifade edebilmek için bir çaba gerekmiyor. İnternet sitelerinde kendimizi her anlamda ifşa ederek “var olmak” yetiyor.

Diziler Türk insanıyla mı ilgileniyor sizce? Bana herhangi bir diziden sahici bir Türk karakter gösterebilir misiniz?

Yeşilçam’daki birçok senaryonun ithal olduğunu bilerek soruyorum bunu: Siz, Sultan Makamı’nda Şevket Çoruh’un hayat verdiği Sultan karakteri üzerinden aslında 2000’lerin Sadri Alışık’ını teklif ettiniz gibi geliyor televizyonlara… Bu bakımdan dizilerimiz üzerindeki Yeşilçam etkisi neydi ve o etkiden artık bahsetmek mümkün mü?

Tam tersine, Sadri Alışık geleneğiyle ilgilenen ve o yolda yürüyen Cem Yılmaz’dır. Hatta Şevket’in de böyle bir kişisel çabası olabilir. Ama Sultan Makamı’nın böyle bir hissiyatı hiç olmadı. Üstelik böyle bir şeyden özenle kaçındığımı da söyleyebilirim. Yılmaz Güney’in son dönemi dışında, Yeşilçam’da benim için samimi olan bir şey yoktur.

Biraz da sinemaya gelelim isterim: Türk Sineması, Anadolu’nun kendisinden yeterince ve olması gerektiği gibi faydalandı mı, faydalanıyor mu?

Türk Sineması’nın böyle bir derdinin olduğunu sanmıyorum. Türk Sineması dediğimiz, şimdi dizilerle yapılan şeyin sinema salonlarında icra edilmesiydi. Diziler Türk insanıyla mı ilgileniyor sizce? Bana herhangi bir diziden sahici bir Türk karakter gösterebilir misiniz?

Güz Sancısı çıktığı dönemde 6-7 Eylül olaylarının gündemde daha geniş yer almasını sağlamıştı. Bu noktada sinemanın travmalarla yüzleşmek adına önemli bir işlev gördüğünü söyleyebilir miyiz? Sinema projenizde böylesi bir konuya değinmenize sebep olan neydi?

Son Destan bütünüyle harcanmış bir projedir. Dizinin adı ve karakterlerin isimleri dışında benim yazdığım hikâye ile hiçbir benzer yanı yoktur
Son Destan bütünüyle harcanmış bir projedir. Dizinin adı ve karakterlerin isimleri dışında benim yazdığım hikâye ile hiçbir benzer yanı yoktur

Bu soru için özellikle teşekkür ederim. Çünkü benim Güz Sancısı filmiyle hiçbir ilgim yok. Sadece filmin yönetmeni Tomris Giritlioğlu’yla çalıştığım için birileri beni bu filmin künyesine yakıştırdı. Dediğim gibi hiç ilgim yok.

Örnek aldığınız, okul yıllarında tanışıklık kurduğunuz ve hayatınızı etkileyen kişiler kimlerdi, sanırım Fransızca hocanız İsmet Özel’di. Onunla ve diğer isimlerle ilgili bir anınız var mı bizimle paylaşabileceğiniz?

Doğrusu hayatımızı etkileyen kişiler konusunda benim kadar şanslı olan birini daha tanımıyorum. Ben tiyatrodan önce İzmir Devlet Konservatuvarı’nda klasik müzik okudum. Devlet tiyatrosuyla konservatuvar aynı avlu içerisindeydi. Büyük oyuncu Ayberk Çölok, Müşfik Kenter, İsmet Özel gibi isimlerin öğrencisi ya da çırağı oldum. Yanı sıra müthiş arkadaşlarım da oldu. Yukarıda bahsettiğim o kenar mahallede okuduğumuz kadar çok okumak bir daha mümkün olmadı.

  • İsmet Özel, ilk yazdığım kısa film senaryolarını okurdu. Bir gün, “Hocam, nasıl buldunuz?” dedim... Elindeki senaryoyu bana uzatarak, “Yıllar sonra bunu okuyanlar diyecekler ki, bu çocuğun ne olacağı zaten belliymiş!” Bu hayatımda aldığım en güzel iltifatlardan biridir.

Bir de düşünsenize, yirmi iki yaşındasınız, nasıl bir motivasyon oldu. Tabii hoca sayesinde kelimelere başka türlü yaklaşmaya başladım. Günde yüz kere duyduğumuz bir sözcüğün onun şiirinde sanki kulağımıza ilk defa değiyormuş gibi olduğunu fark ettim. Bunu merak ettim!

Son projeniz Son Destan’dı. Epik hikayelerin, gündelik hayatın detayları arasına serpiştirildiği hikâyeleri seven seyirci için hâlihazırda yeni bir proje hazırlığınız var mı?

Son Destan bütünüyle harcanmış bir projedir. Dizinin adı ve karakterlerin isimleri dışında benim yazdığım hikâye ile hiçbir benzer yanı yoktur. Maalesef “parasını verdik, ne istersek yaparız” anlayışının bir sonucu olarak harcandı gitti. Kaldı ki ben, ilk çekilen sahneleri izledikten sonra yapımcıya “Lütfen adımı yazmayın.” diye rica etmiştim.

Onlar da “Tamam yazmayız.” demelerine rağmen sözlerini tutmadılar. Ve senarist olarak değil ama “Proje Tasarım” etiketiyle ismimi yayımladılar. Şu sıralar Gül Madeni adını verdiğim bir dizi senaryosu üzerinde çalışıyorum. Umarım “yol arkadaşlarımla” tekrar karşılaşmama vesile olur.