Alışmanın mucizesi ya da belası

İnsan alışmakla nam salmıştır.
İnsan alışmakla nam salmıştır.

Etrafımıza şaşkınlıkla bakıyoruz. Tüm bu olup bitenler de neyin nesi? Bildiğimiz, gördüğümüz, duyduğumuz şeylerin tam aksi, şu an hayatımızın merkezinde. Olmaz dediğimiz ne varsa bir anda oldu ve biz öylece donakaldık.

Çok büyük öğretilerle yetiştirildik. Çok büyük kitaplar okuduk. İnsana, doğaya, duygulara, onurlu bir dünya yaşantısına dair büyük kelimeler okuduk, yazdık, dinledik. Zihnimizde, anlam dünyamızda yaşamaya dair bir biçim ve sınır belirledik. Bu biçim ve sınırın ötesini de düşündük. Ötede kalan kötülüğün, merhametsizliğin ve insan dışılığın nasıl da berbat bir şey olduğunu kaşlarımızı çatarak tartıştık. Ama bir an geldi ve düşlediğimiz karanlığın çok daha ötesinde, hayal bile edemediğimiz bir biçimde karanlığa şahit yazıldık. Hiçbir düşünce, duygu ya da gerçeklik bu karanlığı tanımamıza ve tanımlamamıza yardımcı olmadı. Boğulduk ve boğulmaya da alıştık.

Kötülükten daha beter bir şey varsa o da kötülüğe alışmaktır. Dünya ne yazık ki kötülüğe alışıyor. Uyanık kaldığımız tüm vakitlere birilerinin öldürülmesine, zarar görmesine, ezilmesine şahit oluyoruz. Sadece kendi çevremizdeki değil dünyanın bir ucundaki ıssız bir mahalledeki kötülüğe şahidiz artık. Çocuklar, kadınlar, yaşlılar öldürülüyor, eziyete uğruyor ve biz saatlerce bu olup bitenleri izliyoruz. Gördüğümüz ve duyduğumuz her şey kötülüğe dair artık, sanki dünyada güzel olan hiçbir şey yokmuş gibi maruz kaldığımız tek şey bu karanlık oluyor. Ve bizler de bir zaman sonra artık dünyanın sadece kötülüklerden inşa edilmiş bir yer olduğuna inanıyoruz.

Önlenemeyen kötülüğü durmadan izlemenin en büyük tehlikesi kötülüğe alışmak ve bu kötülüğün hayatın normal ve de sahici bir parçası olduğunu düşünmektir. Sistematik kötülük önlenmediği müddetçe merhametsizlik normalleşir, insanlar kadim değerlerden koparak salt haz ve çıkarları doğrultusunda yaşamaya başlarlar. Bu da en nihayetinde medeniyetin ve insanlığın sonu demektir.

Her gün salonlarımızda, mutfaklarımızda, bilgisayarlarımızda, cep telefonlarımızda yüzlerce masum ölüyor. Önümüzde boylu boyunca kanlar ve acılar içerisinde uzanıyor. Sürekli bir biçimde bu katliamları ve soykırımları izleyip duyarsızlaşmak felaketimiz olacaktır.

Bu felaketin eşiğindeyiz. O eşikten geri dönmenin tek yolu karanlığa karşı ses yükseltmektir, bir mum yakmaktır, iyi ve güzeli çoğaltıp düşkünün, zorda kalanın yanında hem maddi hem de manevi olarak yer almaktır. Aksi halde alışacağız ve normalleştireceğiz. Çünkü insan alışmakla nam salmıştır.

İnsan alışır. İnsan başına ne gelmişse ve ne gelecekse alışır. Ölmek mesela. İnsan öleceğini bilerek yaşayan tek canlı türüdür. Ama bunu bilmesine rağmen yine de hiç ölmeyecekmiş gibi yaşar, cimrilik yapar, isteklerini öteler, ömrünü yaşamaya değil kazanmaya vakfeder, aldatır ve aldanır. Sadece kendi ölümümüze değil, sevdiklerimizin ölümlerine de alışırız. Çok sevdiğiniz bir insanı toprağa verdiğiniz o anı düşünün. O an hissettiğiniz acı kalbinizi ve ruhunuzu parçalar, nefes alamazsınız, aklınıza ağlamaktan başka hiçbir şey gelmez. Hayatın artık eskisi gibi akmayacağını, bir daha asla mutlu olamayacağınız ve tebessüm edemeyeceğinizi düşünürsünüz. Ama aylar geçer ve yavaş yavaş başınızı yerden kaldırırsınız, etrafınıza bakmaya başlarsınız, baharın gelişi ruhunuzu hareketlendirir ve aynaya bakıp saçınızı, başınızı düzeltirsiniz. Acı hâlâ kalbinizin kökündedir ama eskisi gibi sizi hayatın dışına itmez, yaşamanıza, tebessüm etmenize, dünyanın renklerini izlemenize izin verir. “Bir an bile aklımdan çıkmayacak” dediğiniz o acı hadise bazı günler aklınıza dahi gelmez, bir film, bir dizi, bir hatıra canlanır zihninizde, biraz ağlarsınız ama sonra kaldığınız yerden devam edersiniz.

İnsan ayrılıklara alışır. Bir zaman, hiç ayrılmayacağımızı ve hayatımızın sonuna kadar beraber olacağımızı düşündüğümüz insanlarla iki yabancıdan daha da yabancı oluruz. Hatta dünyanın herhangi bir yerindeki iki yabancının tanışma ve yakınlaşma ihtimali vardır ama sizin artık öyle bir ihtimaliniz kalmamıştır, yolda rastlaşsanız kafanızı çevirip öylece içinizdeki öfkeye ve aldanmışlığa doğru yürüyüp gidersiniz. Keşke hiç tanışmasaydık ve keşke hiç bu kadar yabancı olmasaydık derdiniz. Ama en nihayetinde alışırsınız. Onun yokluğuna, ondan geri kalan o derin boşluğa alışırsınız. Onsuz hayatın yaşanmayacağına, onun ardından ömrünüzün de sökülüp gideceğine her ne kadar inansanız da bir şekilde hayat yaşanır. Mutlu, mesut olmayabilirsiniz, belki hiçbir şey sonrasında yolunda gitmez ama hayat bir biçimde kendini bize dayatır akmaya ve sürmeye devam eder.

Dünyada bir başına bırakılmışlığa da alışır insan. Terk edilmişliğe ve yalnızlığa da alışır. Bazen olur dünyanın tam orta yerinde, insan uğultularının arasında kupkuru bir yalnızlığa yakalanırsınız, iliklerinize kadar işleyen soğuk ve yorucu bir yalnızlık. Milyonlarca insan arasında sofraya tek başınıza oturursunuz, tek başınıza dolaşırsınız, film izlersiniz, kahve içersiniz, yaralarınızı deşersiniz ve sonra tek başınıza o yaraları sararsınız. Günlerce kimseyle konuşmazsınız ve delirmemek için kendi başınıza yüksek sesle konuşmaya başlarsınız, sesinizi unutmamak ve kendinizi sakinleştirmek için. Freud’un anlattığı meşhur bir hikâyedir üç yaşındaki bir çocukla teyzesi arasında geçen şu konuşmayı anlatır: Çocuk gece karanlıkta yattığı odadan seslenir. “Teyzecim konuş benimle. Korkuyorum, çok karanlık. Teyzesi “Ne faydası olacak” der, “beni görmüyorsun ki”. “Olsun” der çocuk, “biri konuşunca aydınlık oluyor”.

Yalnız bir yerden sonra, kendi karanlığını kendi sesiyle aydınlatmaya çalışandır. Çünkü dünya kendisini bu noktaya itmiş ve bu karanlığa kendisini alıştırmıştır. Fakat insan buna itiraz etmeli, alıştığı karanlık ve yalnızlık sarmalından sıyrılmalıdır. Yalnızlık alışkanlıkların en tehlikelisidir.

İnsan uyumlanmak üzere programlanmış bir canlıdır. Bulunduğu koşullara, hissettiği duygulara, başına gelen acı, tatlı olaylara uyum sağlamak insanın en temel becerisidir. Aksi halde ayakta duramayız, devam edemeyiz. Çünkü temel bir hayatta kalma güdümüz vardır, bu güdü insanın psikolojik ve fizyolojik devamlılığını sürdürmek için tüm koşullara alışır, normalleştirir. Fakat sadece devam edebilmek, psikolojimizi ve fizyolojimizi korumak için tüm bu saçmalıklara, katliamlara ve merhametsizlikleri alışacak mıyız? Normalleştirecek miyiz?