Allah'ı anlamak mümkün müdür? Veya her sorunun cevabı var mıdır?

Arşiv
Arşiv

İnsan, belirli farkındalıktan sonra sorular sorduğunda, zihninde oluşan Allah tasavvuru, esasında Allah’ı anlama çabasının ürünüdür. Biz Allah’ı ne kadar anlamaya çalışırsak, zihnimizdeki tasavvur o derecede etkilenecektir.

İnsanoğlu doğumundan ölümüne kadar idame ettirdiği yaşamını, zaruri ihtiyaçları ve keyfilikleri haricinde cevabını aradığı soruların üzerine inşa eder. İnsan soru sorar, her soru yeni bir soru getirir beraberinde (her cevap da), cevabın ise gelip gelmeyeceği meçhuldür. Bazı sorulara cevap bulmak için bir ömür yetmez, daha fazlasına ihtiyaç vardır. Ve cevapsız her soru, sancıdır. Muğlaklık, mutlak bunalımdır.

İnsanın en temel sorusu yaratıcı ile kurduğu/kuracağı/ kuramadığı ilişki üzerine gerçekleşir. Kastım Allah’ın olup olmaması, Allah’ın kendisinden daha güçlü bir canlı yaratıp yaratamayacağı gibi yanlış sorular değil, Allah’ı/Tanrı’yı/Yaratıcıyı anlayıp anlamamanın mümkün olup olmaması gibi gerçek sorulardan bahsediyorum.

İnsan, Allah tasavvurunu dışsal etkenlerle oluşturur. Önce ailesi, sonra okul, sonra kendi kişisel çalışmaları, çevresi, adetler, kültür, üzerine yaslandığı tarihi havza, coğrafya ve medeniyet. Hepsinden ortaya bir tasavvur çıkar ve insan sahip olduğu tasavvurun hepsinden mülhem olduğunu anlamaz. Anladığı andan itibaren ise sorular sormaya başlar. Anlamadan önce sahip olduğu Allah tasavvuru, insanın Tanrısını biricik kılar. Tek Allah itikadından ayrı bir şey söylüyorum. Peki, sorular sormaya başladığı andan sonra tasavvurundaki Allah, ona özel ve biricik olmaktan çıkar mı? Çıkmaz. Bilakis, daha da özel ve biricik bir Tanrısı olur kişinin. Çünkü herkes, tek tek bütün insanlar özel ve biriciktir ve Allah her şeyden münezzehtir. Allah iki farklı insana aynı şekilde tecelli etmeyeceği gibi, bir insana da iki kez aynı şekilde tecelli etmez. Dolayısıyla herkesin “zannındaki” inanç kendine hastır. İbn’ül Arabi buna ilahi mutekad der, yani inanılan ilah. Nitekim bir kudsi hadiste Allah “Ben kulumun zannı üzereyim” buyurmaktadır. Burada akla “O zaman herkes doğruya inanmaktadır, kimsenin cehenneme gitmemesi gerekir” gibi bir soru gelebilir. Gelmelidir de. Cevap, Muhammedilikte saklıdır. Biz ancak kendi zanlarımızla bir Allah tasavvuruna sahip olacağımız için, Allah’ı en doğru ve en iyi bilen Hz. Muhammed Efendimiz’e uyarak kurtulabiliriz. Rasulullah’a uyan herkes aynı Allah tasavvuruna sahip olacak mı derseniz, hayır olmayacaktır tabii ki de. Kişi hükmü altında olduğu esmanın, yani kendi özel Rabbi’nin mahiyeti ölçüsünde bir tasavvura sahip olacaktır.

İnsan, belirli farkındalıktan sonra sorular sorduğunda, zihninde oluşan Allah tasavvuru, esasında Allah’ı anlama çabasının ürünüdür. Biz Allah’ı ne kadar anlamaya çalışırsak, zihnimizdeki tasavvur o derecede etkilenecektir. Perspektifi geniş tutmak zorundayız: Dünyada gerçekleşen onca kötülüğün sebebini dahi (Madem Allah var, kötülük neden var? vb.) sorduğumuzda, anlamaya çalıştığımız şey Allah’ın kendisidir. İbn’ül Arabi, Nuh kıssasını Füsus’ta yorumlarken tenzih-teşbih ilişkisi üzerinden ele alır. Nuh’un kavmi Allah’a teşbih üzerinden iman etmektedir. Nuh ise kavmini tenzih üzerinden imana çağırmaktadır. İbn’ül Arabi’ye göre eğer Hz. Nuh kavmini hem tenzih hem teşbih üzerinden imana çağırsaydı kavmi iman edecekti. Teşbih, Allah’ı benzetmek, tenzih ise Allah’ı benzerlikten münezzeh kılmaktır. Allah da Kuran’da her şeyden münezzeh olduğunu belirtmektedir. Ancak İbn’ül Arabi’ye göre Allah’ın her şeyden münezzeh olması hem tenzih hem de teşbih içerir. Bu kez Allah’ı hiçbir şeye benzememesine benzetmiş oluruz. Tam da aynı sebeple Allah hiçbir şekilde tanımlanamaz. Ne dersek diyelim Allah’ı kayıtlamış ve sınırlamış oluruz. Hatta Allah’ın tanımlanamaz oluşu da bir tanımdır. Dolayısıyla paradoksa çıkar konu. Ki varlığın birlenmesi işimize burada yaramaktadır: Varlık birlenmediği takdirde dini meseleler paradoksa çıkmaya mahkûmdur!

Allah’a A’dır dediğimizde teşbihte bulunmuş oluruz. Allah’a A değildir dediğimizde tenzihte bulunmuş oluruz. Allah hem A’dır, hem de A değildir. Ama aynı zamanda Allah ne A’dır, ne de A değildir. Allah’ın Zat’ını Kendi’sinden başkası bilemez. Bilemeyeceği için de her tanım, açıklama yanlıştır, çünkü soru yanlıştır. Allah’ı anlamak mümkün değildir. Allah’ı anladığımızı düşündüğümüzde kendi tasavvurumuza inanmış oluruz aslında. O mutlak doğru değildir, o bize ait doğrudur. Bazı soruların bu yüzden cevabı yoktur çünkü soru, yanlış sorulmuştur. Allah’ın bizi imtihan ettiğine inanırız ama bizi neden imtihan ettiğini sorduğumuzda tatmin edici bir cevapla karşılaşmayız. Çünkü soru yanlıştır. Öyle bir soru olamayacağı için sorunun cevabı da yoktur. O soru, Allah’ın “Ben gizli bir hazineydim” dediği mertebede, Kendi’sinden Kendi’sine sorup cevapladığı bir sorudur.

Wittgenstein “Konuşulamayan hakkında susulmalı” demişti. Yunus Emre ise “Ya ben öleyim mi söylemeyince” dedi. Wittgenstein hakikati anlamaya çalışmıştı çünkü. Yunus Emre anlamaya çalışmadı, o arzuladı, yandı ve yaşadı. Yunus Emre yaşadığı için susamazdı, dile getiremediğinde ölecek gibi olurdu. Yunus Emre dile getirebildi mi peki? Ancak yaşayanların anlayabileceği bir şekilde dile getirebildi. Yaşayamayanların anlayamayacağı âleme tasavvuf dendi. Neden yaşayamadıklarına gelince ise… Sordukları sorular yanlış olduğu için aldıkları cevaplar da yanlış oldu çünkü. Allah, sorulardan da münezzehtir! Allah ancak yaşayarak zevk edilir. Yaşayan da, yaşadığında, asıl yaşayanın kendisi olmadığını görür! O halde soruların içinde debelenmekten azade kılalım kendimizi. Çünkü yaşadığımızı zannediyoruz ama aslında yaşamıyoruz. Allah ise “zannımız üzere!”

  • İnsan, Allah tasavvurunu dışsal etkenlerle oluşturur. Önce ailesi, sonra okul, sonra kendi kişisel çalışmaları, çevresi, adetler, kültür, üzerine yaslandığı tarihi havza, coğrafya ve medeniyet.