Anlamlı bir sebep için ölememenin hüznü

cnss
cnss

Öyle rastgele bir kurşuna hedef olmuş değiller. Hayatları boyunca “yarın şehit olacakmış”gibi yaşamışlar. “Ben niye o gece orada değildim” diye hayıflanmanın da bir anlamı yok buyüzden. Müsterih olun, o gece orada olsaydık da zaten, o şeref kime nail olacağını biliyordu.Biz, arkalarından ağıt yakanlar, “Heybelerin yokuşuna” ölenler, “Mavi boncuk takışına”ölenler, şehadet kime gideceğini biliyor, ama yine de ölelim.

“Ölürüm” sözcüğü o karanlık geceye kadar kimsenin ağzından bu kadar kolay dökülmemişti. “Ölürüm” denilirken bu kadar samimi olunacağı kimsenin aklına gelmemiş, kelime böylesine içten söylenmemişti.

“Ölürüm” demek, hiç bu kadar sahici olmamıştı çünkü. Ölmüşlerdi işte, bu vatan için, tıpkı Çanakkale şehitleri gibi bile isteye ölüme gitmişlerdi. 250’ye yakın kişi ölürken, bize söylenecek pek de bir şey kalmamıştı aslında.

Irmağının akışına niye ölür ki insan? Ölünürmüş meğerse. Vatanın her bir karesine, bayrağının her santimine ölündüğü gibi. Vatansız kalmak hiçbir şeye benzemiyormuş. Vatanın olmayınca, annen, baban, evladın, sevdiğin de olmuyormuş. Vatan olmadan ümmet de olunmuyormuş meğerse. Mehmet Akif’i yer yer anlayamayışımızın sebebi bundan.

Biz, arkalarından ağıt yakanlar, “Heybelerin yokuşuna” ölenler, “Mavi boncuk takışına” ölenler, şehadet kime gideceğini biliyor, ama yine de ölelim.

“Güzel bir şey olsa da şöyle içten, kuvvetli bir tekbir getirsek” dedi ve gitti Halil Kantarcı. Muhtemelen içten ve kuvvetli bir tekbir getirerek şehadete ulaştı. Nasıl içten bir duaydı ki o, nasıl bir âmine gark oldu... O âmin, hangi eşref saatine denk geldiyse, öyle içten, öyle güzel, öyle kuvvetli tekbirlerle uğurlandı Kantarcı. Aynı zamanda Erol Olçok ve aslan parçası oğlu Abdullah ve güzel yürekli insan Mustafa Cambaz… Hangi birini sayayım? Şahsen tanıyıp tanımamamızın ne önemi var? Her birinin hayatlarına baktığımızda, seçilmiş insanlar olduğunu görüyoruz zaten. Öyle rast gele bir kurşuna hedef olmuş değiller. Hayatları boyunca “yarın şehit olacakmış” gibi yaşamışlar. “Ben niye o gece orada değildim” diye hayıflanmanın da bir anlamı yok bu yüzden. Müsterih olun, o gece orada olsaydık da zaten, o şeref kime nail olacağını biliyordu. Biz, arkalarından ağıt yakanlar, “Heybelerin yokuşuna” ölenler, “Mavi boncuk takışına” ölenler, şehadet kime gideceğini biliyor, ama yine de ölelim.

Hayatları boyunca “yarın şehit olacakmış” gibi yaşamışlar.
Hayatları boyunca “yarın şehit olacakmış” gibi yaşamışlar.

Erol, Abdullah ve Mustafa’nın cenazesinden sonra, “söylenecek ne varsa söylediler ve gittiler” demiştim. Bir şeyler yazmak yerine ağlamak istedim hep. Ağlayarak pişman olmak, ağlayarak olmak, ağlayarak anlatmak istedim. Çoğumuzun yaptığı gibi.

İşte o cenaze töreninde, ben etrafımdakileri göremezken, bir anne kız yanımdaydı dedi arkadaşım. Annesi kimin cenazesi olduğunu sormuş kızına. “Hani baba oğul vardı ya, köprüde şehit olmuşlardı” hani bir dakika bile tereddüt etmeden kurşunların üzerine koşmuşlardı. Hani 16 yaşındaydı, hani daha hayalleri vardı, hani bir kahpe kurşun alnına isabet etmişti. Hani “baba baba” diye bağırmıştı. Hani babası da az ileride çoktan vurulmuş yatıyordu. Hani kelimeler tükenmiş, gözlerde yaş kalmamıştı. Hani biz yine de ölememiştik. Kahrolsun, kahrolsun emeği geçenler… İşte o anne kız, hiç tanımadıkları şehitlerin cenazesine gelip, saatlerce gözyaşı döktüler.

  • Hiç tanımadıkları insanların mezarına gidip, Kur’an okudular. Hiç tanımadığı dualar ettiler 15 Temmuz’dan beri. Şehit mezarlarının başında ağlayanlar “Neyin olurdu” sorusuna, “Hiç” diye dua edip ağladı. “Hiç”ler hiç bu kadar anlamlı olmamıştı, ta ki, o geceye kadar.

Şehitler Köprüsüne ismini yazdıranlardan Ayşe Aykaç’ın oğlu da “Benim annem hiç gitmezdi ki böyle kalabalıklar içine. Mitinglere gitmişliği bile yok” demişti. Her biri nasılda çağırıldı şehadete. Nasıl da hazır, nasıl da istekli, nasıl da engel olunamadı hiçbirine. “Abdestini almış, namazını kılmış öyle gitmişti benim annem, ne olur bunu da yazın” dedi şehidin oğlu. Hangisi abdest almadan gitti ki, hangisi hazırlıksız yakalandı o geceye?

Bir tek biz, hani o “Ben niye orada değildim”ciler. Bu iç yangınıyla her gün binlerce kez ölenler. Şehit yakınlarının yüzüne bakamayanlar. O gece önünde kahpe kurşunlarla yere yuvarlanan şehitlere rağmen, ileri doğru akın etmeye devam ettiklerini anlatanlardan gözlerini kaçıranlar. Bir ömür boyu yetecek anlamsız geç kalınmışlıklarla neyi nasıl yapacağımızı bilemeyiz artık. Nöbet mi tutulacak, meydanlarda mı sabahlanacak, mitinglere mi gidilecek, hiçbiri, ama hiçbiri içimizi soğutmaya yetmez. İçimizde bir öfke, bir de anlamlı bir sebep için ölememenin hüznü var.

Bir gecede büyüdü hepsi birden. Bir gece bayrağını aldı ve bırakmadı bir daha oğlum.
Bir gecede büyüdü hepsi birden. Bir gece bayrağını aldı ve bırakmadı bir daha oğlum.

Öte yandan bir gecede öğrettik çocuklarımıza şanlı tarihimizi. Ders kitaplarında yazan kahramanlık hikâyeleri gerçek olurken, bir gecede öğrettik vatan sevgisini. “Ben Türkleri böyle bilmezdim” diyen ergen kızım bir gecede öğrendi bu milletin neler yapabileceğini. Abuk sabuk facebook paylaşımları bir gecede vatan millet aşkına döndü. Bir gecede öğrendi 7 yaşındaki kızım yabancı düşmanların değil de, içimizdeki düşmanların silahlarıyla ölündüğünü. Şehitler mitinginin yollarına beyaz tebeşiriyle seksek çizerken, üzerine “yaşasın Türkiyem” diye yazmayı… Bir gecede büyüdü hepsi birden. Bir gece bayrağını aldı ve bırakmadı bir daha oğlum. “Anne, benim arkadaşım da ölmüş” dediğinde yüreğine oturan öfke, bir ömür boyu yetecek ona. Meydanlardan gelmeyişi ondan. Ne çok şey öğrettik bir gecede çocuklarımıza. Bir ömür boyu unutamayacakları ne çok şey biriktirdiler. Unutmasınlar diye üzerini basarak geçtim her bir detayın. Oturdum, anlattım, sorularını cevapladım, meydanlara götürdüm… Y ve Z kuşaklarının felsefesi yeniden yazılsın, bir gecede koca bir ömre sığmayacak kadar değiştiler çünkü. Ne mi öğrendiler? Bak dinle:

“Halk korku içinde” diye yayın yapan muhabire “Yalan söyleme, halkta korku falan yok” diyenler var ya, onlardan ‘söz konusu vatan olunca, gerisi teferruat’ı öğrendiler.

İnsanları havaalanına götürmek için metrobüsü kaçırıp, düğmelerine rastgele basarak çalıştırmayı öğrenenler var bir de… Kapılarını kapatmak en zoruymuş. Kapı kapanmadan da gitmiyormuş metrobüs, ne gam… Durdurdukları yetmiyormuş gibi, tankları yürütenler de askerde tankçıymış, olmasa ne? “Kınalı kuzum, Mehmedim, o kurşunları bize değil, düşmana sık” diye minareden seslenen hoca da hocaymış hani. “Seni ben doğurdum, evladım, yapma, etme, gel, in aşağıya” diyen anneme ne demeli? Genelkurmayın önünde “Biz 500 kişiyiz 100 kişi ölsek bile, geri kalan yeter” diyen halkın destanını tarih kitaplarına kim yazacak? “Bunun sonunda şehadet var, biliyorsun. Hakkını helal et” diyen komutanına “Baş üstüne komutanım, hakkım helal olsun. Siz de helal edin” diyen Ömer Halisdemir’in bir anlık tereddüte mahal vermeyen yürekliliğini hangi ciltlere sığdıracağız. Yaşadık, gördük, şahitlik ettik, hepimiz oradaydık.

  • Gez oğlum, vatanına göz dikeni ez oğlum!
  • Dostun kim düşmanın kim sez oğlum!
  • Tarihini şerefinle yaz oğlum.

Şimdi bir kahramanlık hikâyesi daha okuyup duygulanmak, bir şehit yakını dinleyip katılırcasına ağlamak istiyorum.

Öyle mahzun, öyle kahrolarak değil, içten ve samimi öylesine güzel ağlayışlar düştü bahtımıza. Hem ağlayıp hem yazmak, hem ağlayıp hem okumak, hem ağlayıp hem dua etmek yakışır bize. Anlamlı sebepler için ölmeye ve anlamlı sebepler için yaşamaya geç kalmışsak eğer…