Annesini kaybeden bir evlat yıllar sonra bile nasıl yas tutuyor

Sabır ateşten leblebi, yiyebilene aşk olsun...
Sabır ateşten leblebi, yiyebilene aşk olsun...

Erkekler anneleri ölünceye kadar çocuktur, anneleri ölünce bir anda ihtiyar olurlar. Bu cümle ne kadar doğru. Ben zamanla düzelirim zannediyordum. Ama üzerimdeki ağırlık geçmedi. Annemsiz bir hayata alıştım dersem yalan olur. Kabir ziyareti yapmak bence normalleşme alametidir. Ama aradan yedi sene geçmesine rağmen ancak bir kere gidebildim. Kabre gidince ne diyeceğimi, nasıl davranacağımı bilmiyorum. Daha doğrusu dayanamıyorum. Bunu izah etmem zor.

Annem ölünce hatırlı hürmetli bir büyüğüm “Anneniz boyut değiştirdiğine göre sen de artık başka türlü bir sevmeyi belleyeceksin.” dediydi. Ama olmadı. Ben başka türlü bir sevmeye de alışamadım. Bu durumu benimle alakalı biliyorum. Yoksa herkes annesini kaybediyor, kaybedecek. Başka nice kayıplar yaşayacaklar. Ama herkes ölümü kendine göre karşılıyor. Bazısı mezara gidip su vermeyi,ziyaret etmeyi, eve fotoğrafını asmayı, telefonuna fotoğrafını yerleştirmeyi ve daha nice küçük büyük ritüel ile yaşıyor kaybını. Benim ritüel yapabilecek takatim yok.

Benim bu halimi bilimsel olarak açıklamak isteyenler var. “Siz henüz inkâr aşamasındasınız. Bunu da atlatıp kabul aşamasına geçeceksiniz. Yani bir nevi alışacaksınız.” diyorlar. Herkesin böyle psikolojik zırvalarla başımıza doktor kesilmesine gıcık oluyorum. Benim annemin kaybını nasıl yaşayacağıma da bir açıklama, bir tanım getirmiş psikoloji ilmi he mi?

Yok canım o kadar değil. İnsan annesini nasıl arayacağını, nasıl seveceğini doktora mı sorar?

Annemi sevmeyi de birine danışacaksam yuh olsun benim kalıbıma.

“Böyle şeyler söyleme sabret...” diyorlar. Benimki sabırsızlık değil. Benimki sabrın ne kadar zor olduğunu anlatmaya çalışmak. “Sabır ateşten leblebi, yiyebilene aşk olsun.” demiş büyükler. Ben avucumdaki ve ağzımdaki ateşten leblebilerle ne yapacağımı kestiremiyorum.

Kardeşim kabristana gidiyor. Annemden kısa bir zaman sonra kaybettiğimiz babamı ve annemi bir arada ziyaret ediyor. Ağlıyormuş, söylüyormuş, bir nevi terapi oluyormuş. Ben annemi terapim için meşgul etmek istemiyorum ki gideyim de mezar başında ağlayayım.

Bazen rüyamda kavuşuyoruz. Ben kaç kere dedim “...bu bir rüya değil mi aney?” diye. Yine de kucaklaştık. Rüyada bari rüya olduğunu bilmesek. Gerçekmiş gibi sarılsak. Uyanınca hayal kırıklığı yaşamaya razıyım. Ama artık aramızda olmadığı bilgisi o kadar zalım ki rüyalarımı bile zehirliyor.

Bir ara resmini duvara asayım istedim. Sonra sıradanlaşmasından korktum. İnsan fotoğrafa her bakışında alışıyor. Bir zaman sonra fotoğrafın tılsımı bozuluyor. Olmasın öyle hele şimdi her yanımız video ve fotoğrafla doluyken annemin fotoğrafını da zihnimdeki ve kalbimdeki o fotoğraf çöplüğüne karıştıramam.

Annemin ahretlikleri vardı. Onlar hâlâ hayattalar. “Onları aramayı ihmal etmemem lazım.” dedim. Aradım, ağlaştık, söyleştik, akıl sağlığına zararlı konuşmalar yaptık. Ama beni bir zalım ayrıntı mahvetti. Ben annemin ahretliklerini annem varken başka türlü seviyormuşum. Annem aradan çekilince ahretliklerle ne konuşacağımı da bilemedim. Havadan, sudan, hastalıktan, sağlıktan konuştuktan sonra laf bitiyor. Ve annem aradan çekilince ahretliklerle konuşmak pek sentetik bir konuşma oluyormuş belledim.

Neticede ben ne yapacağımı kestiremiyorum.

Beklemek şifa olacak belki de deyip bekliyorum. Üstad Necip Fazıl’ın dediği gibi “...gökten bir elin yaşlı gözlerimi silmesini...” bekliyorum.

Merhum Üstad Necip Fazıl’a ve tüm ölmüşlerimize rahmet diliyorum. Benim gibi geride kalmış kuzulara da merhamet diliyorum Rabb’imden.

Bu yazının başlığı yazardan bağımsız editoryal olarak hazırlanmıştır.